29 Aralık 2015 Salı

KİME GÖRE, NEYE GÖRE?

KAYMAK TABAKA
Bu sabah farklı hissediyorum. Türkiye'nin kaymak tabakasından olduğumu öğrendim.
Bir siyasetçi ODTÜ'de kaymak tabakanın çocukları okuyor demiş.
Aslında, pek çok ODTÜ'lü gibi, bu üniversitenin siyasi polemik ve inatlaşma konusu olmasını istemiyorum ve bu ana kadarki atışmalardan da rahatsızım. Şimdi yazıyorum ancak yayınlayıp yayınlamayacağımı da henüz bilmiyorum.
Babam (saygı ve rahmetle anarım) orta halli bir çiftçiydi. Allah yaşayanlara sağlıklı ömür versin, geniş bir aileyi doyurmak için özveriyle çabalardı. Her Anadolu kadını gibi rahmetli anam da sabırla ve gayretle çalıştı. Bizleri olabildiğince iyi yetiştirdiler. Hatta çocuklarından üçüne yüksek eğitim bile yaptırdılar. Belirtmeden geçmeyeyim, devlet desteği olmasa bunu başarabilirler miydi bilmiyorum.
Ben liseyi parasız yatılı okudum. O zamanki seçme sistemine göre çok sayıda üniversitenin çeşitli bölümlerine kaydolma hakkım vardı ve ben ODTÜ de mühendislik okumayı tercih ettim. (Bu açıklamayı, ODTÜ- kaymak tabaka ilişkisi netleşsin diye yaptım.)
Üniversiteyi de devlet ( Türk Hava Kuvvetleri Komutanlığı) desteğiyle okudum. Mezun olunca da  Hava kuvvetleri için çalıştım, emekli oluncaya kadar.
Öğretmen olan eşimle birlikte, çocuklarımızı yetiştirmeye çalıştık.
İki çocuğum da başardılar ve ODTÜ'nün farklı bölümlerinden mezun oldular.
Yani ben bir kaymak tabaka çocuğu olarak ODTÜ' de okudum. Benim çocuklarım da hanedan gelenekleri dahilinde ODTÜ'de okudular.
Benden bizden uzaklaştırarak meseleyi genelleştirirsek, ODTÜ'de kaymak tabakanın çocukları okur sözü yanlış. ODTÜ'de kaymak tabaka çocuklar okur denirse doğru olur. Hepimiz biliriz ki uzun zamandır, her yıl yapılan üniversite sınavlarında, seçkinleşen belirli sayıda öğrenci herkesin bildiği birkaç üniversiteyi tercih ederler. Nitelikli öğrenci ile nitelikli üniversite birleşince nitelikli sonuç alınıyor.
Umarım sağduyu hakim olur ve ODTÜ ve benzeri bilim yuvaları zarar görmez.
-.-
Şeytan diyor ki son olaylar, ODTÜ arazisine arsa gözüyle bakanların bir tezgahı olabilir. Belki hiç sorun yok, varsa da "usuletle ve suhuletle" çözülebilecek bir sorun. Birden alevlendirilince insan çalı dibi karıştırıyor ister istemez.
Birden aklıma geldi. Yeni nesil bilmez. ODTÜ ormanlarını hep vardı zanneder. Ben hazırlıkta okurken, elli yıl önce, etraftaki çam fidanlarının üstünden atlayarak geçerdik. Bunu düşününce o ağaçlar daha bir değer kazanıyor gözümde.  

ÖĞRETMENİM -19

KOCA MEKTEP
Daha önce, bilmediğim bir şehirde, bilmediğim bir kişinin velayetinde Denizli Lisesi'ne kayıt yaptırdığımdan söz etmiştim. Koca Mektepli olmuştum kağıt üstünde.
Parasız yatılılık bu durumu değiştirmedi. Denizli Lisesi'nde parasız yatılı olacaktım.
Parasız yatılılardan sorumlu müdür yardımcısı Şakir bey hazırlamam gereken belgeleri belirtti. Bir cuma günüydü ve gelen pazartesi günü okul açılıyordu. Yeni duruma göre hazırlıklar için köye döndüm.
Dayanamayacağım, hemen belirtmeliyim: Bu "parasız yatılı" nitelemesini hiç sevmedim oldum olası. Çok kaba hatta aşağılayıcı bulmuşumdur, eski dildeki "leyli meccani" nitelemesini bile daha sıcak bulacak kadar...
Pazar günü babamla birlikte Denizli'ye gelip Bayram Yeri meydanına bakan bir otele yerleştik. Bunu anımsayabilmemin nedeni, o akşam ve ertesi sabah, otelin balkonundan yakın ve uzak tabelalara bakarak kendimi göz muayenesinden geçirdiğimi anımsamamdır.
Ne ara noter işini hallettik hatırlamıyorum. Heyet raporu için hastaneye kaydımızı yaptırdıktan sonra babam köye döndü.
Heyet raporu için kurul toplantısı salı günüydü sanırım. Benim gibi birkaç kişi daha vardı. Değişik uzmanlık sahalarının koridorlarında veya kapı önlerinde, onların çoğuyla karşılaştık ve tanıştık. Böylece, tanıştığım ilk yatılılık arkadaşım Mustafa Akkaya oldu. Tanıştığım ilk veli de Mustafa'nın babası Kamil Amca oldu. ( Hastane koridorlarında gerilen benim gibileri gülümsetmeyi başarmıştı kendine has nükteleriyle Kamil Amca. Rahmetle anıyorum. )
Çarşamba günü elimde belgelerim ve valizimle Şakir Bey'in karşısına dikildim. Bir önceki karşılaşmamıza göre daha ciddi bir havası vardı. Ne de olsa lise boyunca onun gözetiminde olacaktım. Önce kaydım yenilendi. Artık velim Muharrem Bey değil Şakir Bey'di. Önceki kaydıma göre verildiğim öğlenci sınıftan yatılıların toplandığı bir sabahçı sınıfa  alındığım bildirildi. İyi dileklerle pansiyona gönderildim. ( Paralı ve parasız yatılıların barındırıldığı bağımsız bina vardı lisenin bahçesinde ve adı pansiyondu.)
Pansiyonun kapısına yaklaşırken birisini fark ettim. Karşıda, inşaat hafriyatı sonucu yığılmış toprakların üzerinde oynayan çocuğu gözlüyordu. Belli ki onun annesiydi. O da beni fark etti. "Sen de mi yatılıya geldin evladım?" dedi elimdeki valize bakarak. Ben olumlu yanıt verince oğlunu çağırdı benimle tanıştırmak için. Önce ismini öğrendiğim ve kendisinden önce gözlerini gördüğüm arkadaşım Ali Kamil Yürekli idi.
Pansiyona yerleştikten sonra, ara bir günde ve ara bir saatte derse başlamak için koridorda beklemeye başladım. Teneffüs zili çaldığında, yeni sınıf arkadaşlarımın çıkışını seyrederken, Çivril'den arkadaşım Ahmet Bay geldi yanıma. Yoklamalardan biliyormuş benim o sınıfa verildiğimi. Yanını boş tutmuş benim için.
Girdiğim ilk ders coğrafya idi. Ahmet beni önceden uyardı öğretmenle ilgili. Zorlanacaksın amma sakın gülme dedi. Uyarısında haklıymış. Koca Mektepliler anladı zaten. Lisede ilk karşılaştığım öğretmen Nazmi Kuzpınar'dı, takma adıyla Poyraz Osman.
Bir sonrakinde Nazmi beyi anmayı sürdürmek üzere... 
 


17 Aralık 2015 Perşembe

Yol ve Yolsuzluk Hikayeleri - 6

Yargıyı Paketlemek
1929 dan itibaren ABD'de büyük bir ekonomik sarsıntı yaşanıyor. Bu koşullar sürerken 1932 yılında Roosevelt (ikinci) başkan seçiliyor. Üstelik partisi hem Temsilciler Meclisi'nde hem de Senato'da çoğunlukta.
Roosevelt ekonomik kriz ile mücadele amacıyla New Deal (yeni yaklaşım) adıyla bilinen yasa paketleri çıkartır.
Bu yasanın bölümlerinden birisi, yüksek yargı tarafından anayasaya aykırı bulunuyor.
Bu nedenle Roosevelt, yüksek yargıyla mücadeleye başlar.
Yeni dönem seçim kampanyasında, yargının tutumunu yetki gaspı olarak niteler. (Seçilmişlik atanmışlık tartışması. Bizde de olmuştu, yakın zamanda.) Gene de yargıç sayısını artırarak kararları yönlendirme veya yetkiyi yasayla sınırlandırma yoluna gidecek desteği bulamaz kamu oyu yoklamalarında ve siyasi platformlarda. Bunun yerine, yargıçları paketleme (hadi diyelim sepetleme) yolunu seçer.
Roosevelt yeni seçimden daha güçlü çıkmıştır. Yargıçların yaşı ve iş yükünü vurgulayan gerekçelerle, zorunlu emeklilik getiren bir yasa çıkartmaya çalışır. Böylece, yüksek yargıçların tamamına yakını emekli olacak ve onların yerine başkan ve Senato işbirliğiyle hukuk görüşü kendisine yakın yargıçlar atanacaktır. Yasa tasarısı, partisinin çoğunluğuna rağmen Temsilciler Meclisinden geçmez. Çabayı Senato'dan başlatmaya çalışırlar. Senato Adalet Komisyonu olumsuz görüşle  kurula indirir. Senato da gereksiz ve yararsız bularak yasayı reddeder. Meclisin her iki kanadı da Roosevelt'in planını geri çevirmiştir böylece.
Peru, Venezüella ve Arjantin'de de benzer sürtüşmeler yaşanmış, o ülkelerde, Roosevelt'in yapamadığını, kendilerine has yöntemlerle,  Fujimori, Chavez ve Peron başarmışlar. Fakat bu ülkeler hepsi sonuçta diktatörler tarafından yönetilir olmuştur.
ABD'de senato ve temsilciler meclisinin kararı, uzmanlarca şöyle açıklanmaktadır: Her iki meclis, bu şekilde yargı gücünün zayıflatılmasını kuvvetler dengesi açısından zararlı bulmuştur. Meclisler ve yargı gücü olmazsa, başkanın gücüne karşı toplumu kim koruyacak.
Çoğulcu demokratik toplumlar güç dağılımının kontrol edilebilir ve dengeli olmasına önem veriyorlar. Dünya siyasi tarihi de bunun böyle olması gerektiğini olaylar ve örneklerle kuvvetle vurguluyor.
Ref: Why Nations Fail, Acemoğlu, Robinson

ÖĞRETMENİM 18

Zor Yaz
Yaza başöğretmeni küstürerek girdim. Bundan endişem yok gene de. Çünkü, dede bu, sever ve affeder. Küslüğün sürdüğü de yok. En ateşli zamanında bile yatarken küsüyor, uyanınca unutuyorduk.
Her yaz olduğu gibi, bu yazın da okul kapandı, işler açıldı. Tatil diye bir kavram yok. Boş zamanı doğa belirliyor. Yağmur yağarsa tatildeyim örneğin. Yağışlar erken kesildiyse, sulama işleri erken başlıyor.
Sulamayla başlamadık işe o yıl. Toprak henüz susamadı belki; belki de babamın önceliği değişti. Babam denemeleri severdi. O yıl da patatesi denemeye karar vermiş, patates geleneksel ürünlerimizden olmadığı halde. Ürün çeşitlendirmesi aklına yatmış olmalı. Biri tutmazsa diğeri tutar yaklaşımı. Ayrıca, nakit girişini yaymaya da yarar. Bir de iş yükü ayarlaması var: Sulu tarım alanı, babamın aklındaki optimum dekar seviyesi civarında olmalı.
Patates ekimiyle açıldı sezon. Sürerek kabartılmış toprakta, özellikle birer saban izi atlanarak derinleştirilmiş  sulama karıklarının sırtı patates ekimi için hazırlandı. Geleneksel üreticiler bu işlerde makine kullanıyor olabilir fakat bizde hepsi el işiydi. Bol bol çapa ve kürek salladık.
Daha iki nefes almadan sulama başladı. Sulama başladı mı bitmek bilmez çünkü doyurucu yaz yağmuru pek düşmez bizim bölgeye. Pancar tarlası, yonca parseli ve patates tarlası arasında gidip geldik yaz boyunca. 
Bu koşturmaca arasında aylar geçiverdi. Okul zamanı yaklaşıyordu. Bizim yatılı sınavından da bir haber çıkmadı. Diğer yolları da kendim kapattığıma göre, Denizli'de gündüzlü olarak okumalıydım liseyi.
Liseye kayıt için Denizli'ye gittim. Orta okul girişinde olduğu gibi, liseye kayıtta da çıktı karşıma "veli" sorunu. Çivril'in Savran köyünden gelen bu genç, nereden ve nasıl bulurdu Denizli'de oturan veliyi.
Güzel bir rastlantı sonucu hiç tanımadığım bir yedek parça satıcısı bana veli oldu.
Çivril'den gelen traktör tamircisi ile Denizli'deki  parçacı, çaresizlikten ağlamaklı bir çocuğa yardım etmeyi seçtiler. İyilik denen şey bu işte: Karşılık beklemeksizin yardım.
Denizli'de ev kiralandı. balyalar hazırlandı. Elbiseler diktirildi, vs.
Ufak tefek birkaç ihtiyaç için Çivril'deydim. Bir Perşembe günüydü. Yaz tatilinin son perşembesi. Bir okul arkadaşı ile karşılaştım. Ayak üstü ileriden geriden konuştuk. Beni yoklamaktaymış oysa. Bir ara, "Sana bir müjdem var. Karşılığında bir tavuk isterim," dedi. Böylece parasız yatılı sınavını kazandığımı öğrendim.
Ertesi gün Denizli'deydim. Listeyi gördüm. İlgili müdür yardımcısına yönlendirildim kapı görevlisi tarafından. Böylece, statü gereği lise boyunca veli görevini de üstlenecek olan, pansiyondan sorumlu müdür yardımcısı Şakir Bey ile tanışmış oldum. 
İlk velim Muharrem Beyi ve beni ona yönlendiren Hüseyin Ağabeyi de unutmadım.
Lise yaşamımın başladığını hissettim o gün. Bu günlerde, o günlerden daha çok bilinirlik kazanan adıyla, Koca Mektepliydim artık.

2 Aralık 2015 Çarşamba

YOL VE YOLSUZLUK HİKAYELERİ - 5

            BİR DIŞ YARDIM MASALI

Şimdi ne kadar değişti bilmiyorum ancak Afganistan'da siyasete ve ekonomiye yerel ve ulusal seçkinler egemendir ve bu egemenlik boğucu seviyededir. Bu nedenle, gelişmenin asgari şartlarından olan mülkiyet hakkı, hukuk sistemi, yargı sürecinin bağımsız ve tarafsız işlerliği ve güvenlik gibi konularda yokluk veya zayıflık bulunmaktadır. Sırf bu nedenler bile, ülkenin geri kalması ve toplumun geniş bir kesiminin yoksullaşması kaçınılmaz olmuştur.  bir de SSCB'nin müdahalesi, iç savaş ve Taliban dönemi dikkate alınınca, Dünya ölçeğinde belirgin bir yoksulluğun pençesine düşmüştür Afganistan halkı.
Bu yazıda, ülkenin yeniden yapılandırılmasını siyaset bilimi uzmanlarına bırakıp, bu ülkenin öyküsü üzerinden, uzmanlara göre benzer projelerin tümünde geçerli olan, ibretlik bir gerçeği ele alacağız.
Ülkenin acil sorunlarını çözmek amacıyla çeşitli dış yardım projeleri başlatılmıştır. Bunlardan birisi de iç savaşın tahrip ettiği kırsal bölgelerde konutları iyileştirme projesidir. Bu çok milyon dolar bütçeli bu proje şöyle gelişmiştir iddialara göre:
  •  Oluşturulan fonun yüzde yirmisi, Birleşmiş Milletlerin (UN) Cenevre'deki ofisinin giderleri için ayrılmıştır.
  •  Birleşmiş Milletlerin görevlendirdiği  Brüksel'deki sivil toplu kuruluşu (STK) için ayrıca yüzde yirmi ayrılmıştır.
  • Kalan yüzde atmıştan, Yardım örgütlenmesini alt katmanları için yaklaşık yüzde otuz altı da ayrılınca, kalan yüzde yirmi dört yerinde uygulamaya ulaşabilmiştir. Uzmanların iddiasına göre, bu yüzde, dünyamızdaki benzer programlarınkine göre çok başarılı bir sonuçmuş.
Kısaca, kalan fon ile yapılanlar şunlar: Batı İran'dan tomruk satın alınır. Tomruklar, o anda hükümet mensubu olan İsmail Ağahan'a ait nakliye şirketi tarafından Afganistan'a taşınır. Petrol fiyatındaki yükselişin sonucu ve yağmaya karşı güvenlik masrafları da eklenince, nakliye bedeli ödendikten sonra fon bitmiş. Bu nedenle, tomruklar biçilmeden köylere indirilmiş.
Sonra ne olmuş diyorsanız, tomrukları biçtirme imkanı olmayan köylüler, tomrukları yağmalamış ve balta ile parçalayarak yakmışlardır. Korunaklı barınakların vereceği sıcaklık yerine, "dış yardım odun" ile ısınmışlar bir süre.
Elden gelen öğün olmaz, olsa da zamanında gelmez.


 

29 Kasım 2015 Pazar

YOL VE YOLSUZLUK HİKAYELERİ - 4

Pamuk Eller İş Başına

      Bir başka ülkenin siyasi ve ekonomik kurumlarının altında uzunca bir süre yaşadıktan sonra, bağımsızlığını kazanan ülkeler, kendi sistemlerini kurarken genellikle içinden çıktıkları yönetimin kurumlarını taklit ediyorlar. Bunun sonucunda, bir bakıma, sadece yönetenler değişmiş oluyor. Bağımsızlıklarını kazanan Afrika, Güney Amerika ve son olarak, Sovyet sisteminden ayrılan Doğu Avrupa Ve Orta Asya ülkelerinde bunun örneği çoktur. 
      Özbekistan ülkesini biliriz hepimiz. Özbekistan Sovyet sistemi içinde, pamuk üretimine yoğunlaştırılmış bir ülkeydi. Bağımsızlığını kazandıktan sonra da yeni yönetim bu özelliği sürdürmeyi tercih etti. Eski devlet şirketlerinin arazisini büyük oranda halka dağıttı. Buna karşılık, her çiftçiye arazisinin üçte birine pamuk ekme ve belirlenen kotayı aşacak miktarda pamuk üretme zorunluluğu getirdi.
      Üretilen pamuğun ticareti ise bağımsızlık öncesindeki gibi devlet tekelindeydi. Ülkenin ihracatının yarıdan fazlası pamuğa bağlıydı.
      Üreticinin eline, dünya piyasasındaki değerinin ancak dörtte biri geçiyordu.
      Sovyet döneminde pamuk tarımı makine yardımlıydı. Pamuk çapasında ve hasadında, önemli seviyede makineleşme vardı. Yeni çiftlik sahipleri buna kaynak ayıramamış veya ayırmamayı seçmişti.  Bunun üzerine hükümet, pamuk hasadında ve çapasında, okulları tatil ederek, bunun da bir eğitim olduğu iddiasıyla, okul çağındaki çocukları pamuk tarlalarına sevk etmiştir. Özellikle kırsal kesimde yaşamayan çocuklar olumsuz şartlarda yiyip içip gecelemekteydi haftalarca. Gülünç seviyede günlük ücret veriliyordu ve bu dosta düşmana karşı göstermelikti. Aslında, bu da söylemden ibaretti. Çocukların en az üç ayı bu şartlarda geçiyordu.
      Buna itiraz eden var mıydı? Ne mümkün! Çünkü ne muhalefet kalmıştı ne de özgür basın. Başkan ve çevresi, özellikle de kızı Gülnura Nazarbayev, siyasete ve ekonomiye hakimdi. Bu hakimiyet pamuk ticareti ile de sınırlı değildi.
       Bu durumdan kim kazançlı çıkacaktı. Sormaya ne gerek var: Halk değil elbette. Başkan, ailesi ve yakın çevresi.
      Nazarbayev en son, ömür boyu başkan seçildiğinde, aldığı oy yüzde seksen sekizdir ve rakibi de ona oy verdiğini açıklamıştır.



24 Kasım 2015 Salı

Öğretmenim - Özel

Özel

Başladığımda, öğretmenim dizisini bu gün, özel bir yazı ile tamamlamayı düşünmüştüm.
Anılar dünyasındaki itiş kalkış, araya kaynaklananlar, hatırım kalır diyenler filan derken dizi uzadı.
O yüzden, dizi sonu olarak planladığımı, bu gün özel başlığı ile yazıyorum.
Okul öncesi yaşlardaydım. Beş ya da altı yaş olmalı. Aile büyükleri bir yere ziyarete gidiyorlardı. Beni de götürdüler nasıl olduysa. Vardığımızda bunun bir doğum ziyareti olduğunu anladım. Kız istemeye geldik. İşte bakın, oğlumuzu da getirdik diye konuşmuştu annem, hayırlama dilekleriyle birlikte. Ben utanmış ve nazlanmıştım bebeği kucaklamakta.

Aradan yıllar geçti. On sekiz yıl gibi. Ailemle birlikte bir ziyarete gittik. Bu bir doğum ziyareti değildi ve kimse bebekle ilgilenmemi de istememişti.
İstenmedi ancak ben ilgilenmiştim bir kere. O günkü bebek bir genç kızdı, ben de tahsilini tamamlamış bir gençtim.
İlgi karşılıklı ilgiye dönüştü ve...
Sözün kısası, benimle birlikteliği en uzun olan ve birlikteliğin yaşadığım sürece sürmesini dilediğim bir öğretmenden söz ediyorum. Sevgili eşim, emekli öğretmen (bizde emeklilik yok) Emine (Başar) Çorbacıoğlu'ndan.
Sevgilerimle Emine. Sağlıklı kal, sağ kal; birlikte kalalım.
Öğretmenler günü kutlu olsun.

Yol ve Yolsuzluk Hikâyeleri - 3 (Dikili Ağacı Yok)

Dikili Ağacı Yok
Bu tarihi bilgiyi insanın sahip olma arzusunun ve bunu engelleyen mutlak yetkili Kralın, bir ülkeye etkisi açısından naklediyorum.
Miladi takvimin başlangıç yıllarında, islamdan önce, Kızıl Deniz'in alt tarafında ve Afrika kıtasında Aksum krallığı varmış. Bir dönem, denizin karşı tarafındaki Yemen'e de hakim olmuşlar.
Büyük olasılıkla, Kur'an–ı Kerimin Fil suresinde savaşılan taraf da onlar.
Bütün mutlak yetki sahibi yönetimlerde olduğu gibi, bu ülkede de her şeyin sahibi baştaki sultandır. Mülkün kullanım yetkisini, belli şartlarla başkasına kullandırır. Mülkiyet duygusu oluşmasın diye ve gücün kimde olduğu unutulmasın diye, arazi parçalarını kullananlar sık sık değiştirilirmiş. Hatta kimi seyyahların anılarına göre, bir tarlayı ekenle biçen farklı olabilirmiş.

Bir arazinin ne kadar süre için kendi yararına hizmet edeceğini bilemeyen halk, araziyi ya otlak olarak kullanırmış ya da mevsimlik bitkiler ekermiş sadece.
Yönetim davranışı nesiller boyu sürecek şekilde kurumsallaştığı için asırlarca bu ülkede hiç meyve bahçesi ve bağ dikilmemiş. Sadece kendi kendini eken ağaç ve çalılar varmış, o da otlak bölgelerinin dışında.
Bu ve bunun gibi nedenlerle, mülkiyet hakkının kanun düzeni altında oluşmadığı, halkın da buna inanmadığı ülkelerde, buna fikri mülkiyeti de ekleyerek, gelişmenin mümkün olmayacağı iddia ediliyor.
Buna dair Sovyet Rusyasından, Çin'den ve benzeri ülkelerden örnekler de veriliyor.

Öğretmenim - 16

Kağnı
Bu yoksulluk ve aymazlık çemberini kırmalıyız. Dingiline kadar çamura batmış kağnı ile bir yere varılamaz.
Böyle diyordu yeni İngilizce öğretmenimiz Hasan Karagöz.
Tansu beyle başladığımız ingilizce dersleri, onun ayrılmasıyla, yılı tamamlamak üzere görevi üstlenen bir inşaat mühendisi ve nihayet orta üçte Hasan beyle sürüyor.
Hasan Karagöz, bize komşu olan bir köyden. Muhafazakar bir aileden. Muhafazakar ailenin asi çocuğu yani. Ailenin dünya görüşüne ters düşünceler ifade ediyor. Girişteki cümleden de anlaşılacağı gibi, toplumcu ve aydınlanmacı görüş ve idealleri var.
Ders dışı birlikteliğimiz olmasa da görüşleri bana sıcak geliyor.
Görüşleri doğrultusunda etkin olmaya da çalışıyor. Haftalık bir gazete çıkarmaya karar veriyor.
Bu gazetenin adı kampana idi. Gemilerdeki uyarı çanınım adı.
Bu gazete, kasabadaki tutucu kesimin dikkatini çekiyor hemen. Bir vaiz, hayli sert bir cuma vaazı ile kampanaya saldırıyor. Kilise çanı bağlantısı kurarken, aynı konuşma içinde, siyonistlerin ve masonların yüce dinimiz üzerine planlarına değiniyor, tuzak kuranlara daha iyi tuzağı Allah kurar anlamındaki ayetle, dinleyicisini yatıştırıyor.
Bu vaazın ayrıntılarını, vaaz kasabanın diğer bir gazetesinde haber olarak yayınlandığı için biliyorum.
Ben de kampana okuruydum ve ayrıca, bu gazetede bir şiirim ve yazım yayınlanmıştı.
Ayrıntılar bu yüzden aklımda.
Gazetenin kimi sayılarını saklamıştım. Köyde, dedemin evindeki sandıktaydı. Ben üniversite sonlarındayken, 12 Mart muhtırası arkasındaki ortamda, birisi aile büyüklerimizi uyarmış:
Üniversitede çocuklarınız var. Evlerinizde yasak yayın bulunabilir. Temizleyin ki risk taşımasın çocuklar
.
Böyle demişler. Onlar da çaresiz, benim sandıktaki birikimimi yakmışlar parça parça.
İleriki yıllarda, yoğunluğu farklı da olsa, bir miktar Hasan Karagöz'lük kaldı bende.

Öğretmenim - 15


El Nizam Göz Kantar
(Göz Nizam El Kantar )

Bu gün rahmetli fizik öğretmenim Kemal (Eren) Bayraktar'dan söz edeceğim.
Bu başlığı seçmenin nedeni, fizik gibi, soyuttan somuta indirgenmesi güç olan kavramları işleyen fakat laboratuvar desteği olmayan bir öğretmen yerine koydum kendimi.
İşte o yüzden.
Kuvvet, bileşke, kaldırma kuvveti, elektro-manyetik vb.
Orta okulda fizik laboratuvarı yoktu. Kemal bey bu kavramları deneyimiyle ve basit günlük araçlarla maddeleştirmeye çalışırdı. İşi zordu anlayacağınız.
Makine mühendisliği tahsilinden geçmiş birisi olarak, iyi de yetişmediğimizi düşünüyorum. Bundan sorumlu olan, donatımsız okul, öğretmen değil. Rahmetlinin çabasını bilerek söylüyorum. Düşünün, üstelik ben iyi öğrencilerindenim; düşünün gerisini.
Bitirme sınavları zamanıydı. O sırada Çalı Kuşu'bu okumaya başlama hatasına düştüm. Kendimi kaptırırım çünkü. Fizik sınavı öncesi, bilirim nasıl olsa gibi bir boş güvenle roman okumaya devam edince, ertesi gün, fizik jürisi önünde Kemal beyi mahçup duruma düşürdüm. Beni usulünce överek başlatmıştı soru çekimini.
Son soru olarak, yansıma açısı tarifine dayalı bir soru çıktı kuradan. Soruyu aklımca çok kolay yanıtladım. Çık dediler, çıkarken baktım Kemal beyin yüzü gülmüyor.
Arkamdan çıktı ve koridorda, ne yaptın sen diye üzüntüsünü belirtti.
Yansıma açısını, yansıtan yüzeyin dikeyi ile ışın arasındaki açı yerine, ışınla yüzey arasındaki açı olarak alınca, kaçınılmaz olarak sonuç yanlış olmuştu. Kafaya tam yerleşmemiş bir tanım!
Yıllar sonra kendisiyle İzmir'de karşılaştığımızda, her şeye rağmen, bu olayı hatırlarsa diye tedirgin oldum.
Sabrı ve emeği nedeniyle, minnet duygularım ve saygılarımla anıyorum.
Son söz: Tanım yanlışsa sonucun yanlışlığı kaçınılmazdır.
Yaşam sürecinin her noktasında geçerlidir bu. Siyasetten ticarete, dostluktan düşmanlığa, vd.

Yol ve Yolsuzluk Hikâyeleri – 2 (Haberin Gramı Kaç Para)

Haberin Gramı Kaç Para
Otoriter rejimler özgür medyanın gücünü bilirler ve bu yüzden, kontrol altında tutmaya çalışırlar.
Peru'da 1990 yılında yapılan seçim sonucu, Fujimori başkan seçilir. O yıllarda, ekonomik sıkıntı ve terörizm nedeniyle sorunlu bir ülkedir Peru. İki yıl sonra, kendisi bir siyasi darbe hazırlar ve tek başına ülkeyi yönetmektedir artık.

2000 yılına kadar diktatörce yönetimi sürdürür. Yolsuzluklar ve insan hakkı ihlalleri o kadar dillenir olmuştur ki hakimiyeti zayıflamış ve ata memleketi olan Japonya'ya kaçmıştır.
İstifasını parlemento kabul etmemiştir. Amaç ülkeye getirilip yargılanmasıdır.
Birkaç yıl sonra Peru'ya getirilip yargılanmıştır. ( bkz. google – fujimori)
Referans verdiğimiz kitapta, dönem medya bağlamında incelenmiş olduğundan, diğer yolsuzluk ve insan hakkı ihlalleri ile ilgili bilgimiz yok.
Fujimori, medyayı ve diğer kanaat önderlerini istihbarat kurumu eliyle kontrola almaya çalışmıştır. Kontrol amacıyla tutulan kayıtlar, ses ve görüntü tapeleri, bu yöndeki ilginç bilgileri ortaya sermiştir. Rüşvet kayıtlarına göre:
  • yüksek yargıç, $5000–10000, ayda,
  • önde gelen politikacılar, muhalefet dahil, $5000–10000 aylık
  • gazeteler, manşet başı, $3000–8000,
  • Tv istasyonlarına, defalarca, sekiz-on milyon dolar.
Toplamda, diğer kanaat önderlerine verilen rüşvet, medyaya akıtılanın yanında, ihmal edilebilir seviyededir.
 
Mahkemede ifade veren istihbarat yetkilisine göre, medyayı kontrol edemeyen, hiç bir şeyi kontrol edemez.
 
 
Ref: Aşağıda kapağı görülen kitap.

Öğretmenim –14

Orta Okul Günlerine Dönüş
Orta okul günlerinden söz ederken anılarım bir ileri birkaç geri salınmıştı.
Tekrar döndüm.


 
Resimde görülen öğretmenim Doğan Kutlu'dan daha önce söz ettim.

 
Bu resimde bulunan da Aydın Gürsu edebiyat öğretmenimdi. Birinci sınıfta elden ele dolaştıktan sonra, edebiyat dersleri istikrara kavuştu. Eşi Birsen hanımla birlikte sınıfların çoğunu yüklendiler.



Birsen hanım benim dersime gelmedi fakat bitirme sınavlarında kompozisyon kağıdımın Birsen hanıma denk geldiğini biliyorum. Bana iletilene göre, henüz kimlik bölümü kapalı olan bir kompozisyonu değerlendiren Birsen hanım, bak Aydın ne güzel der ve birkaç satır okur. Aydın bey bu kâğıt İbrahim'in der. Bahse girerler ve kimlik bölümünü açarlar. Bahsi Aydın bey kazanır. Birsen hanım benimle tanışmak isteyince öğrendim bunu.

Merakımı bildiği için, atamayla kitaplık kolu başkanı yaptı beni Aydın bey. ( Tilki kümese bekçi.) Bulunan ne varsa okudum. Ziya Gökalp'in Türkçülüğün Esasları dahil. Bundan, daha sonra söz edeceğim için özellikle belirttim. Çalı Kuşu neredeyse pahalıya patlıyordu. Bunu ilk yazımda ele alacağım.



Fazla uzayacak gibi görünüyor. Araya başka bir işgalci anı girmezse, bu resimlerdeki diğer öğretmenlerimden, bir sonraki yazımda söz edeceğim.

Atatürk cumhuriyetinin aydınlanma projesi

Bir süredir, ekonomik ve siyasi yapılar hakkında bir şeyler yazıyorum.
Ekonomik ve siyasi düzeni, geniş halk kitlelerini ekonomi ve siyaset oyununun içine katabilmiş ülkeleri, kapsayıcı diye niteliyorum.
Bunun aksini yapanları, kitleleri siyaset ve ekonomi oyununun dışında tutup, baskı ve yanıltmalarla iktidarını sürdürüp üretilen artı değeri, geniş halk kitlelerine yaymak yerine, seçilmiş kişilere sızdıran ülkelere de sızdırıcı düzen toplumu diyorum.
Bu toplulardan "sızdırıcı" olanlar gelişemiyor, "kapsayıcı" olanlar gelişiyor. Yapılan analizler bunu açınca gösteriyor.
Cumhuriyet devrimleri ve ardından gelen değişimler cumhuriyet aydınlanma projesinin kapsayıcı siyasi ve ekonomik düzen kurmayı hedeflediğini gösterir. Bunun ayrıntılarını face-book kapsamında irdelemek zor. Ancak, cumhuriyet devrimlerini, 1961 anayasasını ile birlikte değerlendirdiğimizde, çoğulcu, hak ve özgürlükleri tanınmış ve güvenceye alınmış bir toplum ile hukukun üstünlüğü ve dengelenmiş güç dağılımı üzerine kurulmuş siyasi yapı, kapsayıcı düzene işaret eder.
Konu gelişirse, ayrıntılara da girebiliriz ileride.
Sonuç olarak, yüce Atatürk'ün projesi olan cumhuriyet aydınlanması sürdürülüp geliştirilemezse, geri kalmaya mahkum, "sızdırıcı", ve dolayısıyla, kaçınılmaz olarak baskıcı bir düzenin eline düşeriz.
Deneyimi, aklı ve sezgileriyle geleceği gören yüce insana minnet, saygı ve rahmetle.

Öğretmenim - 13

Ceride
Birkaç yerde gazete sözcüğü geçmişti. Hem ileride de değinilir diye hem de değerbilirlik olsun diye, gazeteden söz edeceğim.
Bildiğiniz gibi, okumayı söküşümün tescilinde bile rol aldı gazete.
Sesli okuma düzeyim yeterli ve akıcı bulunur bulunmaz, köy odasında, gazete tutuşturuldu elime. Şikayetçi olduğumu sanmayın. Köy odası hizmetinin arkasından, çoğunlukla, gazete bende kalıyordu. Köy odası ilgi sahası dışında kalan ilginç şeyler de vardı. Onları okuyordum fırsat buldukça. Spor, sinema, tiyatro, müzik yıldızları, yerlisi yabancısı, dünya olayları, Kıbrıs gerginliği, ithal ürünlerde sıkıntı, siyaset gerginliği (bu günkü gibi), vs.

Tevazu sınırlarını aştığını bilerek ifade ediyorum: Gazeteler sayesinde, sıra dışı bir köy çocuğu oluyordum. Beni değerlendirme hakkı olan büyüklerimden böyle duymuştum. Açıkcası, farklı bulunmak fena da değildi.
Gazete düzenli gelmiyordu. Çoğu zaman bir kaç gün öncesinin. Zaten günlük olanı da eski haberdi. Pazar günü oynanan maçın haberi salı günü gelen gazetede oluyordu. (basım ve dağıtım geriliğinden)
Bölümün adını bilerek ceride koydum: Çok sevdiğim rahmetli anneannem ceride derdi gazete yerine.
Köyün dışında başka bir dünya vardı ve bana dünyayı tanıttı gazete.
Bu bakımdan, "gazete" de öğretmenlerim arasına girdi. Bir daha da çıkmadı.

Yol ve Yolsuzluk Hikâyeleri (İki Şehrin Hikâyesi)

İki Şehrin Hikâyesi
Bu hikâye, iki şehrin olduğu kadar, iki adamın ve iki ülkenin hikâyesi.
Bu iki adam Bill Gates ve Carlos Slim. Birincisi ABD'den, ikincisi Meksika'dan. Fortune 500 listesinde başlarda görülen iki zengin kişi.
Bill Gates'i pencerelerden (windows) tanıyoruz. Bilgisayar yazılımı ile, tamamen inovasyona dayalı bir dev yarattı kısa bir sürede: Microsoft.
Kimi zaman, klavyeden hızla komutlar yazarak bilgisayardan bir şeyler soran insanları görürüz filmlerde. Onlar windows işletim sistemi öncesi kişisel bilgisayaralardır. Program yazarak konuşulurdu onlarla. Microsoft, geliştirdiği işletim sistemiyle, kişisel bilgisayarları klavye veya fare tıklarıyla komut alır hale getirdi. Bilgisayar kullanmanız için yazılım bilmenize gerek yoktu artık. Ekranda önümüze çıkan talimat veya ikonlara uyarak işlem yapabilirsiniz. Böylece, bilgisayarlar hızla evlere girmeye başladı. Uydu iletişimi ile birlikte patlama yaşandı ve bu paralelde pek çok şirket, Microsoft dahil, çok değişik sahalarda uygulama proğramları geliştirdiler. Bilgisayarlara eklenen işletim, güvenlik, uygulama ve oyun proğramları için geliştiren şirketler ürün başına lisans bedeli kazandılar. Kazanç korkunçtu.
Zamanla, diğer şirketler, işletim sistemi olan windows nedeniyle, Microsoft yüzünden engellendiklerini görüp şikayet ettiler. Devlet de bu açıdan bir süredir takipte olduğunu gösterdi ve Microsoft uygulamalarını tadil etmek zorunda kaldı. Ayrıca anti tröst yasası uyarınca para cezası ödedi.

Microsoft halâ bir dünya devi ve ABD'de başka yazılım ve donanım şirketleri de var.
Diğer taraftan, ticari hayatına borsa operasyonları ve yıldızı sönmüş şirketleri satın alıp parlatarak tekrar borsada pazarlayan bir başka zengin var: Carlos Slim. Halen Meksika ve civarındaki Latin Amerika ülkelerinde işleyen bir telekominikasyon devi.

Bu nasıl gelişmiş:
Borsa günlerinde siyasi çevrelerle geliştirdiği bir ilişki var. 1990'larda Meksika hükümeti, telekominikasyon tekelini özelleştirmek istiyor. Yönetim yetkisi olan hisselerin %51'ini satmak istiyor. (toplamın %20.4'ü) Daha yüksek teklifler bulunmasına rağmen C. Slim tercih ediliyor. Ödemede de süre geniş tutulunca, Telmex kendi hesabını kendisi kapatıyor. Buradan aldığı güçle, çevre ülkelerden de benzer şartlarda alımlar yapıyor.

Ülke dışı telefon görüşmelerinde ortaya çıkan kayıtlara dayanarak, tekelleşme şikayeti yapılıyor. Meksika devletinin ilgili komisyonu durumu inceliyor ve tekelleşmenin varlığını tesbit ediyor. Fakat, uzun zaman önce, insan hakları kapsamında çıkarılan geriye işlemezlik (muafiyet) öne sürülerek ne ceza veriliyor, ne de elde edilen statü bozuluyor. Eskiden devlet tekeli olan Telemex, artık Carlos Slim tekeli oluyor.
Biliniyor ki Meksika ekonomi sisteminde, girişimcinin önüne bariyerler ve labirentler çıkar. Gerekli fedakarlığı yapanın önünde yollar açılır. Bulunulan noktaya gelinceye kadar Bay Slim de fedakarlık yapmıştır.
Hatta iki "ülkenin hikâyesi"dememin nedeni bu anlatılanlarda. İki ülke de başkanlık sistemiyle yönetiliyor. İkisinde de benzer adlarla anılan siyasi kurumlar var. Birisinin daha şeffaf, daha kapsayıcı olmasına karşın diğeri daha baskıcı, daha kapalı ve daha sızdırıcı. Bunu yaratan da kurumlara verilen görevlerdeki, güç kullanma yetkisindeki ve yetkileri denetleyip frenleyen kurallardaki fark.
Başkanlık sistemi adını vermek, her sorunu çözen sihirli değnek değil. Öyle olsaydı, Latin Amerika baştan sona refah cenneti olurdu.

Öğretmenim - 12

At Denize, Yüzme Öğrensin
Daha önce de belirtmiştim: Benim şansıma su motoru düştü. Yaşca bana akran, ikinci el (belki daha fazla) tek silindirli bir benzinli motor. Motopomp olarak sulamada kullanıyoruz. (Köyde ilk uygulama ve boşa yatırım olmadığını kısa sürede kanıtladı.)
Sorun şu: Ben evin büyük oğluyum ve henüz üçten dörde geçmişim. Babamın yaz aylarında işi çok. Faydası kanıtlanmış bu makineyi kim kullanacak. İlk iki yıl, anladığı iddia edilen bir operatör tutuldu. Ben de onun çırağı.
Motorun yenilenme (rektifiye) ihtiyacı vardı. Babam ve aynı motora sahip bir arkadaşı, İzmir'e götürerek motorlarını yenilettiler.
Motor kolay çalışır hale gelince, operatörü değiştirmek daha maliyet etkin bulundu ve yeni operatör ben oldum. (müstakbel makine mühendisi.)
İki yıllık operasyon deneyimim ve mecburiyetten adam sayılmam sonucu aldığım bir görevi anlatacağım.
Orta ikiden üçe geçtiğin yaz başlarıydı. Motoru sezona hazırlıyoruz. Bir parça gerekti. Afyon'da bulunduğunu öğrenmiş babam. Bana bir kâğıt parçası uzattı: Yarın Çivril'e git, bu numaraya telefon et, parçayı sor. Eğer varsa, ertesi gün sabah treni ile almaya git.
Bu görev benim için ilklerle doluydu.
İlk kez telefon edecektim.
İlk kez kendi başıma seyehat edecektim.
Afyon'u ilk kez görecektim. Vb.
Her yerde telefon yok 1960'lı yılların başında. Posta haneden telefon edilecek. Önce gözleyerek bekledim. Gülünç olmak da vardı aksi halde. Yol belli oldu. Deneyimli adam edasıyla telefonu yazdırdım görevliye. Sadece normal mi yıldırım mı sorusu şaşırttı biraz.
Afyon! İkinci kabin.
Önceden gözlediğim gibi ikinci kabine girdim, ahizeyi kaldırdım, alo demeye başladım. Karşıdan da alo gelince, derdimi anlattım.
Var, dedi. Gel al.
Ertesi sabah trenle Afyon Karahisar'a yolculuk. Tren yolculuğuna tamamen yabancı değildim. Dededen kalma birkaç deneyimim vardı. Ayrıca, nerede aktarma yapacağım, nerelerden geçeceğim de anlatıldı. Coğrafya atlasından da bir çalışma yapmıştım.

Sağ selamet vardık menzile. O zamanlar gar ile şehir arası belki bir kilometre boş. Gardan çıkınca baktım, yürüyen de var, taksi kullanan da, fayton çeviren de. Nereye gideceğimi bilmediğim için yürümeyi düşünmedim. Taksiden çekindim, çok pahalı olur diye. Faytonu seçtim. ( Bu da bir ilkti.)
Dehh! Çarşıya.
Hani o ünlü anıtın da bulunduğu meydanda indirdi faytoncu. Sorarsın dedi. Ben de bilmiyorum.
Baktım sağa sola. Bir dükkan, süslü yazıyla " Meşhur Afyon kaymağı ve vişne reçeli – kahvaltı " yazıyor. Buraya sorayım dedim. Kuru kuruya sorulmaz, kahvaltı da yapmalı dedi gönlüm.
Gideceğimiz yeri de öğrendik kaynak reçel arasında.
Dükkanı buldum. İki adam tavla oynamakta. Ortaya anlatıyorum meramımı. Birisi kafasını kaldırdı, o parça yok dedi. Dün, dedim. Dün vardı dedi. Başkası diye sordum, yoktur dedi.
Neyse, elimiz boş döndük köye.
Vişne reçeli ve kaymaktan hiç kapak açmadım.
Bana kalan, biraz deneyim, biraz özgüven.

Denize at ki yüzme öğrensin.

Öğretmenim –11

Bit Kapanı
Çıkarın kâğıtları yazılı...
Bu söz telaşlandırır öğrenciyi. Telâşlandım. Bir de çıkarın önlükleri bit yoklaması... Bu söz mideme bıçaklar batırır hep.
Çıkarın gömlekleri bit yoklaması yapılacak dedi müdür.
"Allah Allah!" dedim, "orta okulda da mı varmış bu." İlk okulda alışmıştık; aklına esince ( veya gerektiğinde ) bit yoklaması yapardı öğretmen. Ve her bit yoklamasında karnım ağrırdı.
Ortada da varmış bu uygulama demek ki.
Garip, öğretmen hemen bana yöneliyor. Daha garibi, A şubesinin kızları da bizim sınıfta. Eyvah, bir de bit çıkarsa. Yerin dibine battığım kesin. İlk okulda zaman zaman işe yarayan numaramı çekiyorum: Karnım ağrıyor öğretmenim desem de kurtuluş yok. Biz yutmayız der gibi gülüyor. Ter basıyor her yanımı ve omuzlarım donuyor.
Üşüyerek uyandım. Halâ karnım ağrıyor. Bakındım, sınıfta olmadığımı anladım. Rüya gördüğümü anlayınca rahatladım.
Rahatlamam uzun sürmedi, yan taraftaki boş yatağı görünce.
Mesele şuydu:
Dedem koyunlarından bir kısmını satmak için getirmişti çarşamba akşamı. Yandaki yatakta çoban yatmış, benim yatağı da dedemle paylaşmıştık.
Dedeme söylemedim ancak aklıma akşamdan beri takılan bir endişe vardı. Çoban, bitliliği çokca konuşulan bir aileden geliyordu. Ya bit taşımışsa ve bana bulaşırsa.
Belli ki dedemle çobanı erkenden kalkıp gitmişlerdi ben uyanmadan.
Demek ki bu yatak uzunca bir zamandan beri, böyle yarı açık durumdaydı. Tekrar bit dağılırsa telaşı.
Fırlayıp kalktım. Yatak çarşafını da içine sokuşturarak, yorganı, altı içe gelecek şekilde katladım. Yüklüğe kaldırdım ve üzerine, kapı durdurucusu olarak kullanılan taş dahil, bulabildiğim her ağırlığı çepe çevre yerleştirdim.

Giysilerimi dışarıda şiddetle çırptıktan sonra giyindim ve bir kaç lokma atıştırdıktan sonra okula gittim.
Öğle yemeği arasında eve geldiğimde, beni, birbiriyle yarışan temizlik kokusuyla, ocakta tıkırdayan yemek kokusu karşıladı.
Anam gelmiş, aynı endişeyi hissetmiş olmalı ki, köklü bir temizlik yapmış, yıkanabilenler yıkanmış, yıkanamayanlar bahçeye çıkarılıp silkilmiş, dövülmüş ve havalandırılmıştı.
Taşları sordu anam gülerek.
Bitleri hapsettim dedim.

Okuduğum bir kitaptan...

Dünkü Çin öyküsünü, halen okuduğum bir kitaptan aktardım.
( Kapağının fotoğrafı aşağıda )



Dünya ülkelerinin gelişme, demokrasi ve refah yolundaki serüvenlerini anlatıyor.

Tarihten çok çarpıcı örnekler de vererek, kritik kavşaklarda alınan yönetim kararlarıyla, ülkelerin harekete geçişini, şahlanışını veya aksi yönde geriliğe sürüklenişni, en iyi ihtimalle yerlerinde saydıklarını anlatıyor. Bunu, demokratikleşme çabalarını, yönetim gücünün dağılımı ve dengelenmesini, güç yoğunlaşmasının getirdiği felaketleri, kötüye kullanımları ve yolsuzlukları anlatarak örnekliyor.

430 sayfalık kitabı özetlemenin güçlüğünü bilerek noktalıyorum.

Kitabın tercümesi de benzer bir isimle yayınlandı. Aslını veya tercümesini okumanızı öneririm. Katılmadığınız çözümlemeler çıksa da yer yer, aydınlatıcı bir yayın olduğunu düşünüyorum.


....


Pusulayı keşfeden ve devasa gemiler yapan Çin, toplumsal istikrarsızlık korkusuyla içine kapanmışken, Portekiz ve İspanya gemileri yeni dünyayı keşfetti. Keşiflerin arkasından bu ülkeler, orta ve güney amerikanın büyük kısmını kolonileştirdiler. Hazinelerini ve değerli kutsal emanetlerini yağmaladılar. Yerlileri köleleştirip gümüş ve altın madenlerinde çalıştırdılar. Akan değerli metal bolluğundan İspanya'da enflasyon bile patladı.

Buna rağmen bu ülkeler bilim ve sanayi devrimini yaşamadı.

Çünkü, keşiflerin ve kolonizasyonun kazancı, geniş halk tabanı yerine, kraliyet ailesi ve seçkinler elinde birikti. Onlar hallerinden memnundu ve durumu halkı baskı altında tutarak sürdürmeyi seçtiler.
Engizisyon mahkemeleri de baskı aracı olarak kullanıldı.

Bilim ve sanayi için şart olan aydınlanma ve özgürlükler olmayınca, gelişme arzusu da bilgilenme arzusu da gelişemedi. Zenginlik, görkemli saraylar ve devlet binaları yaptırmak ve erinç içinde sürdürülen saray yaşamı ile sınırlı kaldı. Kısacası, eksik olan, aydınlanma, özgürlükler ve demokrasi idi. Baskıcı ve seçkinci (despotik ve ekstraktif) yönetim gelişmeye yol açamazdı çünkü gelişmenin getireceği değişim onların istikrarı için tehlikeydi.

Öte yandan, korsanlık yaparak İspanyol altınlarına el koyan İngiliz'ler, bilim ve sanayi devrimini başarmış ve her sahada dünya hakimi olmuşlardır.

Bu ve benzerleri ileride ele alınacaktır.

Neden kimi ülkeler başaramadı?

Neden kimi ülkeler başaramadı?
Tarihte okuruz: Barutu, pusulayı, kağıdı, seramiği, demir filizinden demirin ayrıştırılmasını ilk yapanlar Çinlilerdir.
Büyük gemiler inşa edebiliyorlardı. Aynı dönemde üretilmiş iki gemi, grafik olarak çizilmiş.( aşağıdaki fotoğraf )


Görmekte güçlük çekeceğiniz küçük gemi, Kristof Kolomb'un Amerikayı keşfederken kullandığı.
Büyük gemi ise Çin tarafından yapılıp Hint okyanusunda yağma seferlerinde kullanılan gemi.
Kolomb'un gemisinden yarım asır önce.
Neden Portekiz'liler ve İspanyol'lar bilinen keşifleri yapıp yeni dünyada koloniler kurdular da bunları Çin yapmadı.

Nedenler:
Çin'de buluşlar sarayın isteğiyle ve çoğu zaman şov amaçlıydı. Ticaret konusu değildi bunlar. Çünkü, sadece iç ticaret serbestti. Dış ticaret saray tekelindeydi.
Toplumunu dış dünya ile temastan kaçırıyordu saray. Sonra, bu koca gemileri yaptıran saray, açık deniz gemiciliğii iki yüz yıl boyunca yasaklamıştır.
İlginç değil mi?

Öğretmenim – 9

Gemide İsyan
Anı yazmak, samanlıkta iğne aramak gibi, aradığın küçük bir şey için evde her köşeyi karıştırmak gibi. Yaşamının bir dönemini gözden geçirirken, karışık dosyalanmış bir belgeyi buluncaya kadar, amaç dışı başka belgelere de göz atmak zorunda olduğunuz gibi, karma karışık bellek parçalarının da öne çıktığını görüyorsunuz. Siz hedefinize yönelseniz de her köşe başında önünüze çıkan isysncılar yüzünden ilerleyemiyorsunuz. Kurtulmak için onları da önbelleğe atmak zorundasınız. Gemideki isyanı, geçici de olsa bastırmanın başka yolu yok.
Yaşamımın önemli dönemlerinden birini oluşturan "koca mektep" yıkılacakmış haberi, aldı götürdü beni yıkılan ilk okulumun binasına.
Burada Koca Mektep'ten söz açmadan geçmeyeyim. Koca Mektep, Denizli Lisesinin şimdi kullanılmayan eski binasının halk arasındaki adıdır.
İşte buyurun! Gemide bir isyan daha. Koca mektep diyor ki "Ablaların beklesin, ilk okulun da beklesin. Zaten yıkılmış. Beni yıkmak isteyenler var. Ondan söz aç."
Bu koca mekteplilerin işi, kendi gurupları var FB'de, orada tartışsınlar, desem de olmadı, sen de koca mekteplisin oldu cevabı.
Haklısın ey koca mektep! Haklısın, hem de yerden göğe kadar. Sana çok şey borçluyum. İsteğin emirdir benim için.
Koca Mektep, Cumhuriyetin aydınlanma atılımının simge binalarından biridir. Bu nedenle ayakta kalmak hakkıdır. Yenilenmesi gerekebilir, onarım yetmiyorsa restorasyon yapılabilir. Hatta, restore edilemiyecek durumdaysa, yıkılıp aynısı yapılmalıdır.
İş gereği Kanada'daydım. Kebek şehrini gezerken, Kanada'lı arkadaşım bir anıt gösterdi. Anıtın simgeleştirdiği olay, dedemin doğum yılından üç beş yıl daha eskiydi sadece. Şaka ile karışık bu ilişkiden söz ettiğimde, siz çok hoyrat bakıyorsunuz tarihinize demişti Kanada'lı.
Yeri de mimarisi de tarihi de saygıyı hak eden bu bina, bir anıt gibi gelecek nesillere devredilmeli, okul veya kültür kurumu olarak yaşatılmalıdır.

Öğretmenim – 8

Fener mi gassaray mı?
Yatır vücudunu, kalçadan salla bacağını, diz ve bilek kilitli.
Toptan ayır gözünü, etrafına bak.
Çalım bilekten atılır, pas dizden.


Bunlar ve benzeri şeyler öğretiyordu, Celal ağabey. Celal Cerit, köyde bir futbol yıldızı, bana göre. ( Aşağıdaki fotoğrafta şapkalı olan. )
Celal ağabey benim çocukluk idolümdü. Onunki gibi bir şapka giyeceğimi hayal ederdim, delinen çorabımın onunkiyle aynı hızda olmasını önemserdim, vs.
Fotoğraftaki diğer kişi, o sıralar muhtemelen üniversiteye başlamış olan, amcaoğlum, Mehmet Çorbacıoğlu. O da benim ilk okul dönemi idolümdü.
Ben orta okula başladığımda, sizlere kısaca tanıttığım iki kahramanım da Galata Saray taraftarı idi. Düzensiz de olsa elime geçen gazetelerdeki bir dönemlik haberler nedeniyle, biraz fener sempatisi gelişse de takımım belliydi: Gassaray.
Orta okula, Çivril'in kimi mahallelerinden daha yakın olan Kızılca Söğüt mahallesindeydi kaldığım ev.
Top oynamak için köy çayırına çıkıldığında, top oynamak isteyen ya fenerli olacak ya da beşiktaşlı bu köyde.
Bizim köyde de gassaray ve beşiktaş arası maçlar oynanırdı. Fener yoktu.
Top oynama isteği ağır bastığından, sorulduğunda fenerliyim dedim. Bir yıl boyunca, sayısız fener bjk maçı yaptık. Yendik veya yenildik.
İkinci yılın başlarındaydı. Beşiktaşlılar benim köyde galata saraylı oynadığımı duymuşlar. Benim rakipleri olmamı istemiyorlardı. İtiraz ettiler.
Ben hiç yalan söylemem veya söylemedim diyecek biri var mı? Varsa, ben onların arasında yokum.
Yalan söyledim: Aslında ben köyde yalandan cimbom oynuyorum.
Bu yalandan kimse kalıcı zarar görmemiştir umarım.

Öğretmenim – 7

Tarih Şeridi ve Matbaa

      Bir dostla Türk aydınlanma tarihini konuşuyorduk. Aydınlanma ile düşünce özgürlüğü, fikir üretimi ve düşüncenin özgürce yayılması arasındaki ilişki nedeniyle konu matbaaya geldi. Matbaanın hayatımıza girişi konusunda, tarih bağlamında, fikirlerimizin dağınık olduğunu gördük.
      Konuyu bir de Dünya uygarlık tarihi içinde, karşılaştırmalı olarak ele almanın daha aydınlatıcı ve etkili olacağını düşündüm.
      Konuyu birkaç referans yayından kısaca inceledim ve kronolojik sıraya koydum. Yani ilk okul öğretmenim Emin Dereli'den aldığım tarih şeridi disiplinine yerleştirdim önemli olayları.

      Çok gerilere ve çok ileriye de gitmedim. Durum şöyle:
1299, Osmanlı Devleti'nin kuruluşu
1445, matbaanın icadı
1453, İstanbul'un fethi
– 1460, Fransa'da ilk matbaanın kurulması
– 1465, İtalya'da Roma, Venedik, Floransa, Milano ve Torino'da matbaanın kurulması
– 1473, Budapeşte'de matbaa kurulması
– 1474, Cracow'da matbaa kurulması
– 1476, Londra ve Oxford'da matbaa kurulması
– 1485, Osmanlı idaresinden matbaa başvurusuna red, ikinci Beyazıt dönemi
– 1492, Kolomp Amerika kıtasını keşfediyor
– 1515, Yavuz Selim dönemi, matbaa iznine red
– 1517, Martin Luther protestan bildirisini açıklıyor
– 1530, Kopernik göksel cisimlerin hareketini kanıtlıyor
– 1628, İngiliz parlementosu haklar bildirgesini kabul ediyor ve krala imzalattırıyor
– 1632, Galile, Kopernik'in bulgusunu destekleyen "diyalog" adlı eserini yayınlıyor
– 1666, Newton gravitasyonu (yerçekimini) keşfediyor ve matematik esaslara bağlıyor
– 1727, İbrahim Müteferrika matbaa izni alıyor
–1729, Müteferrika matbaayı açıyor. İcadından neredeyse 300 yıl geçmiş.
– 1743, Müteferrika, 14 yılda sadece 17 kitap basabiliyor ve matbaayı kapatıyor
– 1776 Amerikan devrimi
– 1789, Fransız Devrimi
– 1797, Müteferrika ailesi, yeniden açtıkları matbaayı, sadece 7 kitap basıp kapatıyor
– 1798, Mısır'da matbaa kuruluyor

      Osmanlı'da matbaanın kalıcı kurulması Islahat dönemine (1830 lar) kalıyor. Demek ki icadından 400 yıl sonra sınırlı da olsa Osmanlı ülkesinde matbaa kullanılmaya başlamış. Tekrar ediyorum: 400 yıl gecikmeyle!

      Tarih bilimi, matbaadan kaçınmanın nedenlerini, arapça ve kur'an üzerinde bağnaz korumacılık, okur yazar elitlerin statü savunması, elle kur'an yazmakla geçinen geniş kesimin çıkar savunması ve okur yazarlık seviyesinin %2'lerde olması olarak değerlendiriyor.
Buna karşın aynı dönemde, okur yazarlık oranları İngiltere'de %70, Fransa'da %60, İspanya ve İtalya'da %50'lerdedir.
      Olaylara mukayeseli bakmak daha etkili oluyor. önemli menzil taşlarıyla daha kolay ölçülüyor geri kalmışlığın derecesi.
      Matbaa örneği ve benzeri adımlarda Osmanlının çağı kaçırmasının sonucudur ekonomik ve askeri çöküş.
     

Öğretmenim – 6

Hırsız vaar!

Henüz rahatımın yerinde olduğu günlerdeydim. Akşam yemeğinden sonra, dedem kahveye çıkmış, Anneannem de komşuya geçmişti. Ben de sakin sakin çalışıyordum. Boşaltım sistemi aniden
ayaklandı.
Bahçede bulunan helâya gitmem gerekiyordu ancak orada şeytan beni bekliyordu, çarpıp ağzımı yamultmak için. Besmele oku demişlerdi büyüklerim. Beslemeye takviye olarak gaz lambasını da alıp çıktım. Tam teçhizatlı halimle bile şeytan sanki oradaydı. Giremedim helâya.
Bahçede uygun yer aradım ancak Ali dayının bahçesi sebze doluydu. Bu nedenle her gün tarhlar arasında dolaşılırdı. Orayı kirletmeye kıyamadım veya cesaret edemedim.
En iyisi, yan bahçeye geçmekti. Orası sadece nar bahçesiydi. Nar hasadı zamanına kadar bırakacağım izleri doğa silerdi.
İki bahçe arasındaki alçak duvarın üzerinden atlayıp geçtim.
İşim bitti biter derken, karşıdan bir kadın bağırmaya başladı: Hırsız vaar! Bahçe sahibinin kızıydı.bağıran. Telaş ve utançla toplanıp eve kaçtım.
Olayı anneanneme de anlattım. Eminim konu büyükler arasında konuşulmuştur.
"Durum göründüğü gibi değil " denmiştir.
Mazeret ne kadar ikna ediciydi bilmiyorum. Bana tekrar açılmadı konu. Durum yatışmış görünüyordu. Acaba göründüğü gibi miydi?

Öğretmenim – 5 (devam...)


Kurulan düzen yeterince iyi çalışıyordu. Eve gelince, sıcak yemek, temizlenmiş ve ısıtılmış ortam, gülen yüzler ve ebeveyn ilgisi, köylerden okumaya gelen pek çok öğrencinin imrendiği bir konfordu.
Faruk Bayramoğlu'nun çizdiği plan işleyip dururken düzeni Tanrı eli bozdu: Dedem hastanmıştı. O zamanlar tam gün olan eğitim düzeninin verdiği öğle yemeği arasında eve vardığımda, dedemi ateşler içinde yatar buldum. Zaten önceki gece, topçu çavuşu Hamdi Savran'ın bataryasına istikamet açısı ve menzil verişini duymuştum uyku arasında. Yüksek ateşten sayıklıyormuş anlaşılan.

Köye haber gönderilmiş. Ben tekrar okula gittiğimde gelmişler. Dedem doktora götürülmüş. Sonuçta, hasta bakımı açısından daha uygun olacağına karar verip köye götürmüşler ikisini de.
Yapa yalnız kalmıştım. Evet, ev bir akrabamızın eviydi, öksürsem Ali dayı duyardı, Ayşe cice sevecendi ancak ben gene de yalnız hissediyordum. Yemek yapamazdım, sobayı yakamazdım, bahçede bulunan helâya gece gitmeye korkardım, o güne kadar, bir odada tek başıma yatmamıştım hiç.
Anamın pişirip bıraktığı yemeği çok zaman ısıtmadan yiyecektim, bitene kadar ve kaç öğün yeterse. Yemek bitince, peynir, zeytin, pekmez, Allah ne verdiyse.
Soba sorununu da yatakta çalışarak çözmek tek yoldu. Vücut ısınınca uyuyup kalmak gibi yeni bir sorun vardı. Onu da ödevim bitmemişse dalamamak huyum sayesinde atlattım büyük oranda.
Yalnız yatmaya da alıştım.
Ancak gece tuvalete çıkmaya çare bulamadım.

Öğretmen(im) – 4


ORTA OKULA DOĞRU
      Parasız yatılılık başlamadan bitti. Benim öğretmenimin planı, dedemin öğretmeni tarafından sonlandırıldı.
      Bununla birlikte, sonlanan bir başka şey de benim rahatımdı. Sınav hazırlığı mazeretiyle iki haftadır bana arazi görevi verilmiyordu. Hemen ertesi gün görevim belirlendi. Gölgede oturmak bitmişti.
      Kendi işlerimizde çalışmanın ötesinde, o yıl, babamla karşılıklı hukuku olan, başka bir köyde oturan birine, pancar sulamakta yardım gerekmişti. Boşta olduğu bir ara motoru götürmüşlerdi. Diğer bir dönemde, motorla birlikte benim de gitmem gerekmişti. İki hafta, köyünden on kilometre uzakta, tanıdığım ancak bana yabancı olan insanların arasında, Ağustos ayının sıcağında, gün boyu gözetmenlik yaptım. Görevim soğutma suyu akışının kesintisizliğini güvenceye almaktı.
      Haftası dolmadan özlemek ne demekmiş öğrendim. Bizim köyün yönüne dalıp gidiyordum zaman zaman. Unutmayın, henüz on iki yaşında birinden söz ediyoruz. İnsan neleri neleri özlüyor bir bilseniz! Uzaktan gördüğüm her at arabası siluetini umutla izliyordum, umudum boşa çıkıncaya kadar. Son izlediğim bizimki çıktı sonunda.
      Aslında, haftası dolmadan dedem de sayıklamaya başlamış. Sonunda, orta okul kayıtlarında erkenci olmayı seçmiş ve kayıt bahanesiyle beni almaya gelmiş.
      Hızlı bir dış temizlik ve dış giysi değişimiyle çıktık yola.
      Orta okula uğradık, kayıt sürecini öğrendik. En çok uğraştıran şey "veli" bulmaktı. İlla Çivril'de oturan birisi olmalıydı öğrenci velisi.
      Okulda hizmetli olarak çalışan birisi razı oldu sonunda, akrabalık hatırına. (Öğrencilerden pek çoğunun velisi Çivril'deki dava takipçileriymiş, sonradan öğrendim.)
      Velim, dedem ve ben birlikte girdik müdür yardımcısının odasına. Meseleyi öğrenince, müdür yardımcısı çıkıştı bizim veliye: "Böylelerine(!) veli olursunuz, daha ilk yarı yıl bitmeden okulu bırakırlar. Boşa uğraştırıyorsunuz bizi burada." Eyvah! Bende bir şeyler eksik olmalı. Devlet beni beğenmedi.
      Dedem bir şeyler söylemeye çalışsa da o sözünü kesip yaz dedi yanındaki okul katibine. Böylece kayıt yapıldı. Okul No: 222 .
      Gözüm yılmıştı, neredeyse bir ay süreyle herkesi benden üstün sandım. Üstelik müdür yardımcısı Tansu Bey İngilizce öğretmenim oldu.
      Sonra ne oldu derseniz: Birinci yarı yılın karnelerini (bizim sınıf hariç) Tansu beyle beraber yazdık. İngilizce notum yüksek ve yazım düzgün olunca, müdür yardımcısının yardımcısı seçilmiştim.
      Tansu Bey kayıt gününü hatırlayıp 'ilk izlenim yanıltabilir' demiş midir bilmiyorum. Ancak, öyle olduğunu ben biliyordum.

Öğretmenim – 3


PARASIZ YATILI
(Başlamadan bitti.)
      İlkokul dördüncü sınıfa geçmiştim.
      Önce fırının sonra caminin kurulduğunu biliyordum, henüz derin anlamını kavramış olmasam da. İslamın beş şartını biliyordum; altıncısı henüz gelmemişti. Üç yıl daha geçmesi gerekiyordu bunun için. Öğrenmenin yaşı olmadığını örneğiyle öğrenmem için 60 yıl daha bekleyecektim.
Her kusur hemen yüze vurulmamalı, altında çok masum bir gerekçe bulunabilir. Öğrenilmeye çalışılmalı; tekrarlanmayacaktır.
      Öğrenmek çok zevkli ve sonu yok. Okumak etkin bir araç bu hususta.
      Ve o günlere bu günden bakarak düşündüğüm bir şey: Japonların yaptığı gibi, sık öğretmen değiştirme, ilişki geliştirme becerisi açısından çocuklara yararlı mıdır? Ben beş yılı üç ayrı öğretmenle tamamladım. Yararlı buluyorum bu günden geriye bakınca.
      Şu nedenle sordum bu soruyu; öğretmenim yine değişti. "Ev danası öküz olmaz" gerçeği, köyümüzün insanı olan Ahmet öğretmenimin köydeki hizmetini zorlaştırdı. O da atama istedi ve istediği oldu.
      Yerine Emin Dereli atandı. Denizli'den bilirdik. Neresindendir, şimdi bile bilmiyorum.
      Sınıfı dersler kapsamında süslemek aklımda kalan en önemli şeydi. Tarih şeridine büyük emek verildi. Çağları gösteren en üst sıra büyük harflerle ve en büyük puntolarla ve kırmızı siyah, gölgeli yazı. İkinci satırdaki dönem (çağ) başlıkları iri küçük harflerle yazılıyordu.
      Bunları yapabilmek için, kartondan harf şablonları kesiliyor, sonra, kamış kalem kullanarak, çini mürekkebiyle harfler dolduruyordu. Böyle söylediğim için öğretmen yaparken ben seyirciydim sanılmasın. Beraber yapıyorduk.
      Yaşamımın hiç bir döneminde bu kadar çok güzel yazı çalışması yapmadım.
      Bir gün yurttaşlık bilgisi dersi işliyorduk. UNESCO ve UNİCEF anlatılıyordu. Birleşmiş Milletlerin bir organı oldukları, isimlerinin aynı anlamdaki İngilizce kelimelerin baş harflerinden geldiği anlatılıyordu, Türkçe isim verilerek. Sınıftaki bir meraklı, esas olan İngilizce kelimeleri sorsa öğretmen ne yapar? İleride öğrenirsin diyebilir örneğin. Emin Dereli öğretmenim öyle yapmadı. Öğle arasında, sözlük karıştırıp, kelime kelime yanıtları bulup, liste halinde verdi bana. Onun bir saatte yaptığına ben iki dakika bakıp defterimin arasına sıkıştırdım notu. Bu zahmete ve sabıra, öğretmenimin "merakı törpülememe" kararı ile katlandığını düşünürüm.
      Okul bitmiş, ben mezun olmuştum. Tatille birlikte bana uygun görülen göreve dalmıştım çok geçmeden. Bu arada, öğretmenimin beklediği atama gerçekleşmiş. Gitmeden bir şey yapmak istemiş: Gerekli evrakı hazırlayıp bir mektupla edeme göndermiş.
Bir gün iş dönüşü, dedem mektubu önüme koyunca öğrendim öğretmenimin planını."... Bu çocuğu okutun. Parasız yatılı sınavına girsin. Belgeler hazır, ... "
      Ertesi gün Çivril'deydim dedemle birlikte. İlçe Eğitim Müdürlüğünde işlemleri tamamladık, Denizli'ye gidip başvuruyu tamamlamak kaldı geriye.
      Bir öğretmenin planını bir başka öğretmen bozdu. Çarşıda karşılaştığımız dedemin tanıdığı bir öğretmen, "Nasıl kıyarsın buna, yumruk kadar çocuğa" dedi. "Bir ev tut, yengemle gel, Çivril'de okut. Öğretmen mi yok burada." Üstelik, "Hamit Ağa, ben de seni akıllı bir adam zannederdim." deyince dedem can evinden vuruldu.
Evrak hemen katlanıp dedemin cebine yerleştirildi ve bir daha çıkmadı.

Öğretmenim–2


KÖY DANASI

Öğretmenimiz Cezmi Kaya'nın tayin edildiği duyuldu. Üzüldük, meraklandık. Çok geçmeden, yerine bildiğimiz birinin, kendi köylümüz Ahmet Yıldırım'ın atandığını duyduk ve sevindik.

O yıl yeniden rendelenmiş sıralarla başladık ders yılına. Marangoz çırağı bir gence temizletmiş sıraları; hatır mı koydu para mı verdi bilmiyorum.
Köy kaynakları zorlanarak, orta boy bir dolaptan ibaret okul kütüphanesi yapıldı. (Kuruldu mu deseydim, bilmiyorum.)
    
"KÖY DANASI ÖKÜZ OLMAZ; HEP DANA KALIRMIŞ"

      Okul bahçesinde önceden başlayan bir uygulama geliştirildi ve tamamlandı. Bahçe kapısından okul kapısına uzanan giriş yolunun her iki yanına, ince uzun bir şerit halinde çiçek alanı hazırlandı. Yolun okul binası yakınına da, he iki yana birer tane, üç metre kadar çapta dairesel bir alan da hazırlandı. Dairelerin içine birer yıldız oturtuldu; yıldızın içi bir cins dışı başka bir cins çiçek düşünülüyordu. Dördüncü beşinci sınıflar alanı bellerken benim gibi alt sınıflar ot köklerini topluyordu. Ekmeden önce toprak kalitesini geliştirmek önemliydi. Yabani ot ayıklamasından sonra evlerden getirilen hayvansal gübre de serpildi. Her şey hazırdı fakat köyde bulunabilen çiçek cinsleri sınırlıydı. Hem yeterince farklı cins bulunamadı hem de fidan sayısı yetersiz kaldı. "Bunlar anaç olsun, bunlardan çoğaltarak gelecek yıl doldurabiliriz." dedi öğretmen Ahmet Yıldırım.
      Önceki öğretmenlerden kala kitaplara yenileri eklenerek bir kütüphane oluşturuldu. Gözünüzde büyütmeyin. Hepsi iki yüz civarında çocuk kitabı; hepsi bir tahta dolap içinde. Kütüphane yönetimi için bir başkan ve yardımcısı gerekli görüldü. Yaşım küçük olduğu için başkan olamadım ancak, ilgimi ödüllendirmek için olsa gerek, öğretmenim yardımcı yaptı beni.
      Köy okulları Nisan sonunda kapanırdı. Nedeni, baharla birlikte hızlanan tarımsal etkinliklerde çocuklara bile iş düşmediydi. Çocuklar çayırda kaz güder, kuzu güder, çapa tarlasına yemek ve su taşır, sırası gelince bostan bekçiliği yapar vs.
İkinci sınıf ile üçüncü sınıf arasındaki yaz boyunca benim işim okula iki adım mesafede bir tarladaydı. Sulama yapıldığı günler makinist çırağıydım ve o bahçenin tam gün bekçisi.
Sulanacak kısım küçük olduğundan, çoğu zaman sadece bekçiydim ve boş vaktim çoktu. Defterlerin boş kalan sayfalarına resim karalamaktan bıktığım bir gün, kütüphane başkan yardımcılığım aklıma düştü. Düştü ama okul kilitli. Tek yol öğretmeni rahatsız etmek veya uygun bir an yakalamak. Okula bitişik olan lojman kapısını tıklatmak yerine öğretmenin görünmesini beklemek daha uygun geldi bana. Artık bir gözüm bostana musallat olan kargalarda diğeri okul yolundaydı. Sonunda fırsatı yakaladım ve bir kitap istedim. Ahmet öğretmenim bana kitap vermedi. Onun yerine okulun ve kütüphanenin anahtarını verdi. Birkaç kez de uğrayıp laf arasında ne okuduğumu ve ne anladığımı kontrol etti. Yaz boyunca mütevazı kitaplığı harmanladım hatta ikilediklerim de oldu.
      Muz denilen bir meyve olduğunu ve kabuğu soyularak yendiğini, kabuğunu ayak altına atmanın başkaları için tehlikeli olduğunu, ayrıca, çevre temizliğinin önemli olduğunu öğrendim. Çevre temizliği öyle önemliydi ki buna uymayan bir anda delikanlıyı göz koyduğu kız terk etmişti. Bu cezanın şiddetini dokuz yaşında bir çocuk bile anlayabilirdi.
      Bir iyilik veya ikram karşılığında, verene teşekkür edilmesi gerektiğini öğrendim. Uygulamasını da yaptım. Bir Perşembe günü, pazardan babasının getirdiği kestaneden birini bana veren arkadaşıma teşekkür ettiğimde, bana uzaydan gelmişim gibi bakmıştı.
      Poğaça gibi bir yiyecek olduğunu öğrendim. Bizim çöreklere benzer bir şeydi belli ki ancak sinema denilen bir yerde bulunan kantin adlı bir kişiden veya yerden, para verilerek alındığını ve yanında gazoz içildiğini öğrendim.
      O zaman adını koymadığım, hatta adlandırma ihtiyacı duymadığım şey "kendi kendini yetiştirmek" imiş. Ahmet bey yıllar sonra, ben senin kendini yetiştirişini izliyordum deyince adını buldu durum.
      Hatta bu gün derim ki bilgiye ulaşmak için tek yol okul değildir. Okul hayatı bir gün biter ancak yaşam boyu bilgi kaynağı kitaplar, okunmayı bekler.

Baş Öğretmen.

 
BAŞ ÖĞRETMEN -ANA OKULU

      Dün öğretmenim–1 diyerek başladım. Niyetim, sırayla devam etmekti ancak rüyamda ana okulunu gördüm.
      Pek çok ciddi sorunu rüyalarla çözen bir kültürün mensubu olarak, bunu bir işaret kabul ettim ve bu gün "ana" okuluna döneceğim. Onu sıra sayısı ile sınırlamamak için baş öğretmen diyeceğim.
      Soruya meydan bırakmadan açıklayayım; bu günkü anlamda ana okulu yoktu. Kastım aile içi eğitim.
       Elbette aile fertlerinin her birinden, küçüklerimden bile, az çok bir şeyler almışımdır. Ancak dedem ve anam bu konuda öne çıkıyorlar. Baş öğretmen dedemdi.
      Ciddi din eğitimi almış, eski ve yeni harflerle okuyup yazabilen, konuşmayı seven ve bilen, kuvvetli din bilgisine karşın uygulamada eksik (ihmal mi seçilmiş bir davranış mıydı bilemem) fırsat buldukça içmekten de kaçınmayan biriydi dedem.
      Tek çocuğu olan anamdan ilk doğan torununun adını koyup hayır duasını ettikten sonra, keşke oğlan olsaydı da okutsaydım demekten kendini alamayan dedem, ilk doğan erkek torunu olan benim üzerimde hayallerini gerçekleştiriyordu adeta.
      Gerektiğinde omzunda taşıyarak beni birkaç kilometre uzaktaki tren istasyonuna götürür, beraber Çivril pazarına giderdik. Çivril'de bir araya geldiği arkadaşlarına torunum diye beni tanıtmaktan gurur duyardı.
      Ben ilk okula başlamadan önce dedemin okulundaydım.
      Lokantada yemek yeme adabını ve merak edilen şeyleri, aval aval bakmak yerine, göz ucuyla süzmenin 'efendilik' olduğunu, büyüklere karşı uygun davranış yükümlüklerimi ve benzeri nice şeyi, evde, köy odasında veya pazar yerinde dedemden öğrendim.
      Yaygın namaz surelerini ve dualarını ezberletti bana okul öncesi yaşlarımda. Ödülü, her birinden sonra bir lokum ve sıcak bir dede kucağı idi.
      Din eğitimi bir gün aniden kesildi. Bunun nedeni koyunlardaki kene salgınıydı. Gündüz merada olan koyunlar gece elden geçiriliyordu. Yapılan şey, koyunların tüyleri bir düzen içinde karıştırılıyor ve rastlanan keneler ayıklanıyordu.
      Biraz daha ileri yaşlarda din dersini kesiş nedenini sorduğumda, zaten bildiğim kene baskınından söz edip "dünyada önce fırın sonra cami yapılmıştır" diye bağlamıştı sözü. Ben bunu laik dünya görüşümün temeli sayarım.
      Ondan aldığım pek çok şeyin arasından, bir de şu konuyu öne çıkarmak isterim: Uzun uzun yazmayacağım, 'islamın şartı beş' diyerek öğretilirdi o eğitimlerde. Dedem de öyle öğretti. Biraz daha yetişkin bir yaşımda, bana bunu soru olarak yöneltti. Şaka mı yapıyorsun dercesine, gülümseyerek yanıtladım sorusunu. "Hayır" dedi dedem, "Ciddiyim. Artık bilecek yaşa geldin. İyi dinle şimdi. Yaygın olarak beş denir ancak altıncı şart vardır ve bu olmazsa diğerlerinin varlığı bir şey ifade etmez. Bu şart, haddini bilmektir."
      Anam ise uygulamalı sahalarda yol gösterici oldu yaşadığı sürede.
      Bütün yavruları yuvadan uçurduktan sonra, yani yetmişinden sonra, takvim yapraklarından, akıl yürüte yürüte, kendi  kendine okumayı söken bir merak ve cesaret abidesi.
      Erkek işi sayılan pek çok tarımsal faaliyetin tekniğini dahi ondan öğrenmişimdir. Nedense onun dilinden olunca daha kolay öğreniliyordu.
      Hayata soğukkanlı ve iyimser bakmayı ondan öğrenmişimdir. Ve en önemlisi: Öğrenmenin yaşı yoktur.
      Babam için tek bir şey söyleyeceğim: Çalışmak. Sessiz sessiz ama sürekli ve şikayet etmeden. Ben bu muyum diye düşünürüm zaman zaman. Genetik bu olmalı.
      Her ikisini ve fedakar babamı rahmetle ve minnetle anıyorum.

Öğretmenim–1

 
ÇİZMELİ KEDİ

      Birinci yarıyıl tatilindeydik. Köy çocuğu tatilde ne yapar: Sokakta ve harman yerinde oynar. Burada, iki konuyu hemen dile getirmeliyim. Birincisi:  O sene son bulan uygulamaya göre öğrenim üç dönemliydi. İkincisi, oyun özgürlüğü sadece ara tatiller için geçerlidir.
      İşte öyle bir gündü. Öğretmenim Cezmi Kaya köy kahvesinden çıktı. Elinde büyükçe bir paket vardı. Oralarda oynamaktaydım o sıra. Beni çağırdı ve bir kitap verdi: Çizmeli Kedi. Ödev anlamında da bir şeyler söyledi. Sonradan anladım ki söyledikleri bir kulağımdan girip diğerinden çıkmış.

      Kitabı okudum fakat daha fazlası belirsizdi. İleri sınıflardan kendisine de kitap verilmiş birine sordum. Kitabı deftere yazacaksın dedi. Bu kadar şeyi... deyince, getir yazıvereyim dedi.

      Okul açıldığında, diğerlerinden önce beni çağırdı öğretmen.

      Beş sınıfın bir arada okuduğu koca salonda, heyecanla defterimi okumaya başladım. Emine ablanın yazısı da çok bozuktu. Okumakta güçlük çekiyordum. Bir şeylerin ters gittiğini öğretmenim anladı. Defterdeki yazının benim olmadığını da anladı. Sordu ve çocuk saflığıyla anlattım.

Kitabı okudun mu dedi. Evet deyince, hiç bir şey olmamış gibi, hadi İbrahim sen bu masalı arkadaşlarına anlat dedi. Anlattım.

Aferin dedi ve bana bir silgili kalem hediye etti.

Dünyalar benim oldu.

O kalemi mecbur kalmadan kullanmadım. Üçüncü sınıftayken henüz yarıda olan kalemimi kaybettim ve çok üzüldüm.

Yaşama Dair...

İbrahim ÇORBACIOĞLU'nun kaleminden yaşam...