28 Aralık 2017 Perşembe

Akşam Karanlığında Cinayet-1

 
Sarı Traktör

1. Sarı Sakız
 
    Karanlık işler, gözlerden ırak yapılası işler, hep gece karanlığında yapılır. Sanki meleklerin uykuya çekilmesi beklenir şeytanların harekete geçmesi için. Buna ek olarak, bir de sesler kısılır, diğer kulaklar duymasın diye.
    Böyle bir akşam vakti, evimizin 'hayatında' gecikmiş akşam yemeğimizi yemekteydik. İşlerin yoğunlaştığı bahar ve yaz aylarında sık sık böyle olurdu. Bitmeyen işler bitsin diye çaba gösterilirken yemek gecikirdi. Yine öyle bir gündü işte.
    Avlu kapısının dışından bir ses geldi: "Hacamat amca!" Hacı Ahmet amca demekti bu. Zaten bizim köyde Ahmetler 'amat, -birinci a uzun-', Mehmetler memet olur. Hacamat amca diye seslenen ses, ancak ve ancak bizim duyacağımız kadar yüksek olan ses, tanıdığımız hatta akrabamız olan birisine aitti. Tanıdık bildiğinden olsa gerek bizim minnoş bile havlamadı.
    Burada adını belirtmeye gerek görmediğim bu kişi, "Amca, sizde üç dört kilo mal vardır. Bir kilosunu ofise ver, görüntüyü kurtarmak için, gerisini de bize ver." diyordu. "İyi para veririz. En azından ofisin iki katı. Sarıysa daha da artar bu. Tarlada gördüm ben. Mal iyi mal."
    Babam teklifi reddediyordu. "Devlet iki çocuğumu parasız yatılı okutuyor. Kazanırsa devlet kazansın." diyordu.
    Söz konusu şey afyon sakızıydı.
 
    Bilirsiniz. Doğada her canlı, duruma göre, görüntüsüyle, kokusuyla veya tadıyla çekicilik veya iticilik özellikleri geliştirir. Haşhaş bitkisi de öyledir. Henüz dal çıkarmamış fide halindeyken lezzetlidir. Hatta salata malzemesi olarak kullanır köylü, marul yerine. Sac böreği yaparlar diğer otlarla karıştırıp; güzel de olur. Dal çıkarırken özsuyu acılaşmaya başlar. Çıkardığı dallar yükselir ve zamanı gelince, cinsine göre, mor veya beyaz çiçekler açar. Kara haşhaş cinsi mor, sarı haşhaş cinsi beyaz çiçek açar. Afyon çiçeği mevsiminde tarlalar lale bahçesi gibidir.
    Bu çiçeklerin ortasında, cevizden biraz küçük veya biraz büyük, çiftçinin kozak dediği bir tohum kapsülü gelişir. Mevsim ilerleyip kozaklar kuruduğunda, bunların içindeki yağlı tohum alınır. Esas ürün bu yağlı tohumdur.
    Kozaklar kurumadan önce, yüzeyleri hafifçe dumanlandığında, uygun bir çizecekle kozağın çevresine yüzeysel bir çizik atılırsa, özsuyu yavaş yavaş sızıp katılaşır. Bu özsu akıntısı kazınırsa, afyon sakızı denen bir mastik elde edilir. Afyon sakızı aslında bu tarım etkinliğinin yan ürünüdür.
    Afyon sakızının içinde yüksek oranda morfin bulunduğundan, hem ilaç endüstrisi hem de uyuşturucu kesimi bu ürünü girdi olarak kullanır.
    Ana ürün, yani haşhaş, yasal sahalarda kullanıldığı ve uyuşturucu özelliği olmadığı için sınırsız alınıp satılabilir. Yan ürün olan afyon sakızı ise uyuşturucu üretiminde de kullanıldığından ticareti devlet kontrolündedir. Bu nedenle de afyon kaçakçılığı doğmuştur.
    Afyon sakızını Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO)  satın alır belli bir kayıt düzeninde fakat malın çoğu 'alaca karanlık borsasında' el değiştirir birkaç misli  bir fiyatla.
    (Kırk yıl kadar önce, 1970 ortalarında, düzen değiştirildiği için, el değiştirirdi demem daha doğru olurdu. Haşhaş alındıktan sonra arda kalan kapsül (kozak - kapçık) kalıntısı kontrollü bir fabrikada işlenerek etkin maddesi çekildiği için ve kapçık fiyatı tatminkar olduğundan kimse kozak çizmiyor artık. Kaçakçılık da sona ermiştir bundan sonra.)

1 Aralık 2017 Cuma

ÖĞRETMENLER GÜNÜ

 
Öğretmenler Günü Kutlaması
 
      Ailede öğretmen çok; buna eşim dahil. Öğretmenler günü gelince, kısaca bir cümleyle kutlama dileğini ifade etmek mümkün. Beklenti, benim benden beklentim de dahil, bunu yetersiz buldu. Biraz daha içerikli veya daha duygusal bir metin yazmalıydım. Önemli olan metnin uzunluğu veya kısalığı değil, içeriğinin doyurucu olması.
      Öğretmenler gününden hareketle, öğretmenin eğitici yanını istemeden ihmal ederek, bilgilendiren yanı bağlamında, diğer bir bilgi kaynağı olan kitapları konuşturup öğretmenler gününe onları da kattım. Bunu yaparken de, aynı zamanda öğretmenin eğitici yanını vurgulayarak, benim okuma alışkanlığımın temelini atan iki öğretmenimi andım ve şükran borcumu ifade ettim. Andığım bu iki isim, öğretmenlerim Cezmi Kaya ve Ahmet Yıldırımdı.
      Cezmi öğretmenimin vefat ettiğini biliyordum. Çocukları tarafından merhuma dede, muhterem eşi Ayşe hanıma babaanne denecek kadar merhumla yakınlaşmış bir Koca Mektep (Denizli Lisesi) mensubu arkadaşımla onu defalarca anmıştık.
      Ahmet öğretmenim ise sağdı ve Söke'de yaşıyordu. Medyada paylaştığım kısa yazımın yanında, onun bu tür medya ile ilgilenmeyeceğini de düşünerek, doğrudan arasam daha iyi olur diye düşündüm. Bir taraftan "hayırsız" dokundurmasına katlanmaya hazırlanarak, diğer yandan da saygıdeğer öğretmenimi mutlandıracak sözler düşünerek telefona uzandım. Ancak elim havada kaldı. Kaybettiğim telefonumla birlikte bütün bağlantı verilerini kaybetmiştim.
      Kardeşime ileti yazdım öğretmenimin numarası için.
      Dün kardeşim telefon açtı. Öğretmenim artık sadece meleklerin telefonunu açıyormuş. İki ay olmuş mekan değiştireli. Kendime çok kızdım. Niye telefon açmazsın! Şunun şurası Söke ne kadarlık yol ki gidip ziyaret etmezsin! Öbür tarafta buluştuğumuz zaman, eminim öğretmenim bana kaş çatacak.
      Bu dünyadaki aydınlık ruhun öbür dünyada da aydınlık olsun değerli öğretmenim.

19 Kasım 2017 Pazar

Ölçmeden Bilemezsin

 
 
Kardan Adam - Heykel
 
      Güzel kar yağmıştı. Okul da tatildeydi.
      Böyle bir durumda çocuklar ne yapar: Kardan adam. Biz de öyle yaptık. Çayıra kadar gitmeye bile gerek kalmamıştı. Bizim avludaki kar yeter de artardı.
      Bildiğiniz gibi, kar kütlelerini üst üste yığarak, bostan korkuluğu şekilli sıradan bir kardan adam yaptık. Boyu boyumuzu aşacak kadar bir şeydi ortadaki kardan adam. Bulduğumuz ilgisiz bir malzemeden burun yaptık. (Kardan adama havuç harcayamazdık.) Küllükten göz uydurduk.
      Dedim ya! Bostan korkuluğu gibi bir şeydi eserimiz. Anatomik yapısı açısından, okul öncesi çocuğun çizdiği baba resmi gibiydi bir başka açıdan. İlk okulu bitirmeye az kalmış, resim nedir, heykel nedir az çok bilen birisi vardı ve bu acayip şeyi kabullenememişti. O bendim.
 
      "Ben heykel yapacağım." dedim. Kardan heykel.
      "Kar toplayın." dedim çevremdeki yaşıtlarıma ve küçüklerime. Ben eve girdim. Niyetim heykeltıraş aletlerini getirmekti. Mutfak bıçağını, maşayı ve çamaşır tokacını alıp geldim.
      Tayfa yeterli miktarda kar toplamıştı başlamak içim. Kar topaklarını üst üste yığarak ve belli aralıklarla, çamaşır tokacıyla vurarak yığını sıkıştırdım; kabaca şekil de verdim yığına. Sıkı olmazsa düzgün tıraşlanamayacağını hissettim her nasılsa. Belki de önceki basit denemelerimde oluşmuştu bu fikir. Bir metre kadar yükseklikte silindiriğe yakın bir kar kütlesi vardı şimdi önümde.
      İnsanın yaşamında sayısız ilkler vardır. Yapmadan bilemezsiniz yeterliliğinizi veya yetersizliğinizi. Sorunlarla ve güçlüklerle boy ölçüşmek gerekir bunun için. Ölçmeden bilemezsin. Ne mutlu bana ki kendimi sınadığım pek çok 'ilk' sırasında, karşıma 'olmaz' diye dikilen büyüklerim olmadı. Şunu şöyle yap diyen de pek yoktu ancak yapma diyen de olmadı. Yeter ki sonunda bir tehlike görmesinler.
 
      Heykel tıraşlamak da denenebilirdi.
      Maşayı kaba tıraşlamada, bıçağı da son tıraşlama ve düzeltmede kullandım.
      Kömür parçaları getirdiler arkadaşlar. Göz yapayım diye. Ben onları ceket düğmesi yerine kullandım. Ceket yakasına gül takmak istedim ; olmadı. Malzeme gül yapmaya uygun değildi, o mevsimde de gerçek gül bulunmazdı.
      Göz yerine de at koşumlarından kestiğim iki mavi boncuğu kullandım. Kendi gözlerimden mi Atatürk'ün gözlerinden mi esinlendim bilmiyorum. Öyle istedim.
      Son düzeltmeleri de yaptığımda eserimle mutluydum. Bu sert havada birkaç saat ayakta kalabilirdi. Sonuçtan heyecanlanan sadece ben değildim. Kardeşim koşup çağırmış anamı ve ablamı. Anam "Çok güzel olmuş." dedi. "Essah gibi." Ablam bana takıldı her zamanki gibi: "Kendine benzetmişsin." dedi.
       Bundan cesaret alan ben. Eserimi köy odasının önüne taşımaya karar verdim.  Hem herkese açık, daha önemlisi aile büyüklerine açık bir sergileme olacaktı böylece. Üçe kesip taşıdık. Malzemeyi kaynatmak kolaydı nasıl olsa.
      Heykelimi pencereden gören birisinin etkisiyle, önce bir kaç ayrı baş görünüp kayboldu pencereden. Sonra dışarıya çıkıp baktılar. Bakışlar ve sözler olumluydu. Sonra, yabancı bir sakal göründü kapıda. Kısa bir an durakladı. Sonra, dedeme dönerek, "Torununun terbiyesini ver." dedi. "Bilmez misin? Heykel caiz değildir."
      Dedem usulünce içeri davet etti sakalın altındaki kola girerek. Bana da, arkasına dönmeden, boştaki eliyle işaret etti. İşaretin yık anlamına mı yoksa taşı demeye mi geldiğini anlayamadım. Anlamama da gerek kalmadı. Ham sofunun birisi bir tekmede devirdi heykelimi.
      Bir günahtan kurtuldum diye sevindim mi yoksa eserimin yıkılışına üzüldüm mü bilmiyorum.
      Ama, gözlerim niye yaşarmıştı dağılan karın arasından mavi boncukları alırken?

18 Kasım 2017 Cumartesi

Aklıma Geldi - 15

 
 
İKİ YANARDAĞ, İKİ DEVİR
 
      Belgesel izlemeye bayılırım.
      Birkaç gün önce, İzlanda denen ülkede bulunan, halen aktif durumda olan iki yanardağdan söz ediliyordu. "Bu iki kız kardeş" deniyordu, " sıralarını atlamadan, uzun zaman aralıklarında harekete geçerler."
      Bu iki kız kardeşin öyküsünden aklıma geldi:
      Küçük kız kardeşte hareket gözleniyormuş. Bu bulguyu, yerdeki gözlem istasyonları yanında, uydulardaki sensörler de destekliyormuş. Bulgulara göre, yanardağ patladığında, uzaktan da olsa canlı yayında bütün dünya izleyecek gibi görünüyor. Öyle ya! Termal ve sismik kayıtlar internet kanalıyla halen izlenebilmekte. Her şey patlamanın canlı yayınlanması için hazır gibi.
      Bu iki kız kardeşten büyüğü, bundan 250 yıl kadar önce püskürdüğünde, Osmanlı ülkesinde, ya da Acem diyarında, bırakalım İzlanda ülkesinde yanardağ patladığını, İzlanda diye bir ülkenin varlığı biliniyor muydu acaba?
      Bu yanardağ patladıktan sonra, atmosfere çok miktarda kükürt gazı yükselmiş. O kadar ki kükürt bulutları oluşmuş ve Ak Deniz havzasından Hindistan'a kadar uzayan geniş bir bölge, yıllarca minik de olsa bir buz çağı yaşamış kükürt bulutları altında. Yağmur yağdığında da asit yağdığı dikkate alınırsa, buz çağı ve asit yağmurlarının etkisiyle, etki altındaki ülkelerde kıtlık ve salgın hastalıklar nedeniyle milyonlarca kişi yaşamını yitirmiş. Bulgular da, daha çok jeoloji bilimince sunuluyor ve destekleniyor.
 
      Merak ettiğim ve kendi tarihimizde izini yakalayamadığım şey, bu mini buzul çağının ülkemizde nasıl karşılandığı ve değerlendirildiğidir. O yıllardan birinde, boğazın donduğu ve yürüyerek karşıya geçilebildiği anlatılıyordu bir romanda. Buna bağlı sıkıntılar olmuştur fakat 'güneş duasına' çıkılıp kurbanlar kesilmiş midir? Din uleması, Allah'ın neye kızdığını vaazlarında belirtmiş midir? Affa mazhar olabilmek için ne önerilmiştir? Bulamadım.
      Bu dönemin sıkıntısından hangi toplum kesimlerinin ne kadar nasiplendiğini bulamadım. Hangi çıkarcı odundan köşeyi dönmüştür? Ne kadar orman yakacak uğruna yok olmuştur? Kaç kişi orman zaptiyesinin sopasından geçmiştir?
      Merak işte! Neye yarar sizce?

6 Kasım 2017 Pazartesi

Benim Çemberim (ve Feleğin Çemberi) - 2

 
 
 
       En iyi çember benim çemberimdi.
      Çemberle benden hızlısı yoktu. Hızda da mesafede de kimse bana yaklaşamazdı.
      Öyle bir heves, öyle bir coşku ki iki elimi de bağlayan türde bir görev olmadıkça her yere çember çevirerek gidiyordum. Ben çevirdikçe çevirirken Felek de kendi çemberini çevirmekteymiş.
 

Feleğin Çemberi
 
      İyi ürün tarlaya saçılan iyi tohuma çok bağlıydı. En dolgun ve iri başağı olan ve içinde çavdar veya arpa tanesi karışmamış tarlanın buğdayından tohumluk ayrılırdı. Hatta, tohumluk olmaya aday araziye, başak çıkarma aşamasında, çoğunlukla ailenin yaşlıları girer ve buğdaydan daha yüksek olduğu için kolayca seçilebilen çavdar başaklarını kırarlardı. Tohumluğa arı ve dolgun buğday hazırlamaktı bütün çabalar.
      Bir de, tarlaya atılan tohumun kayıpsız filizlenebilmesi vardı önemle dikkat edilen. Farelerin, kuşların veya böceklerin saçılan tohumu toplamaması için, tohumluk buğday saçılacağı gün öncesinde gök taşı (bakır sülfat) eriyiği ile ıslatılırdı.
      Yılların birinde, tohumluğun önemini bilen bir devlet kurumu, bir makine getirdi köye. Makinenin bir tarafından dökülen tohumluk buğday elenmiş ve ilaçlanmış olarak, makinenin diğer tarafından çuvala dolduruluyordu. Yeni bir şeydi bu ve kadın erkek, çoluk çocuk herkesin ilgisini çekmişti.
      Bu işlem sırasında kullanılan ilaç, kartondan fıçılarda geliyordu. Bu fıçılardan iki tanesinin boşunu, nasıl olduysa, iki elti ele geçirmişlerdi. Birisi tavuk yemi koyacağını söylerken, diğeri de bu fıçıya uğralık (ince elenmiş) un koymayı planlamaktaydı.
      Un fıçısı yapmayı planlayanın planını, çember sevdasına kapılan büyük oğlu bozdu. Kızdı ancak, çocuğundan önemli değildi ya! Ders olsun diye kaş çatmakla geçiştirdi.
      Büyük elti ise aynı cins diğer fıçıyı söylediği gibi kullandı. Niteliği düşük tahıldan tavuk yemi diye ayrılanı içine koydu ve kümese yakın bir yere yerleştirdi. Bir zaman sonra, yem fıçının dibine doğru indiği sıralarda, tavuklar ölmeye başladı. Öce anlayamadıysa da sorup soruşturduğunda, fıçının dibine dökülen ilacın tavuk ölümüne neden olduğunu anladı. Anlar anlamaz da eltisine koştu.
      Telaşlandırmamak için önce havadan sudan söz edip fıçılara getirir sözü. "Ne yaptın? Uğralık unu eledin mi?" der. "Benim de ince eleğe ihtiyacım doğdu da. Bizimkisi kenarından yırtılmış."
      "Eledim abla." der küçük elti. "Eledim de bez çuvala bastım bile. Eleği hemen getireyim mi?"
     "Dur hele!" der büyük elti. "Kartondan fıçıyı ne yaptın da bez çuvala bastın unu?"
      "Bak orada abla." der küçük elti. "Kara oğlan arkada, sarı oğlan önde. Onların önünde de benim fıçının bir kısmı yuvarlanıyor." Derken, anlatır karton fıçının başına geleni. "Kalanı da bizimkinin alet avadanlığına kutu oldu." der.
      Sadece "İyi etmiş." der büyük elti, çember çeviren çocuklara uzun uzun bakarak.
      Küçük elti bu sözü kinaye zanneder. Sadece gülümser. "Eh işte. Çocukluk." diye geçiştirir.

5 Kasım 2017 Pazar

Benim Çemberim ve Feleğin Çemberi - 1

 
Çember Çeviren Çocuk
 
      Bulabildiği her fırsatta, avlu kapısından çıkar çıkmaz çemberini yuvarlayan çocuk, çember peşinde koşarak köylünün harman yeri olarak kullandığı çayırı hedefliyordu. Köy içi yollar, kışın çamur yazın da toz yüzünden çember çevirmeye uygun olmuyordu. Aslolan çemberi devrilmeden en uzağa kadar ve en uzun zaman yuvarlayabilmekti. Çamur veya toz buna engeldi. Arazinin düzlüğü ve çimenin koyunlar tarafından düzenli olarak tıraş edilmesi, harman yerini en uygun çember çevirme alanı yapıyordu.
      Bu girişi tekrar okurken, kimi okurların "Çember çevirmek de ne ki?" dediğini hissettim... Tamam efendim, tamam. Şimdi açıklayacağım: Haklısınız. Anlattığımda anlayacaksınız. Çember çevirmek için düz ve düzgün alan gerekli. Ayrıca bu alan, çember peşinde koşan çocuk için güvenlikli olmalı. Park olur, çayırlık alan olur vb. ... Özellikle şehirlerdeki, bu olanaktan yoksun nesiller, çember çevirmenin ne olduğunu bilse bile, bunu doyasıya yaşayamamıştır.
      Eni dar bir yuvarlak nesneyi, (halkayı veya kasnağı) amaca uygun şekilde ucu kıvrılmış bir metal çubuk ile iterek ve yönlendirerek ilerletmektir çember çevirmek.
      Zaten anlamışsınızdır. Çember pesinde saatlerce yorulmadan koşan bu çocuk, bu satırların yazarının atmış yıl önceki halidir.
,
 
      Köyde sadece iki üç çocuk çember çevirme olanağına sahipti. Kimisi ailesinin eskiyen at arabasının tekerleğinden almıştı, kimisi yolda gevşeyip düşen çemberi saklamıştı. Günahı anlatanın boynuna, birisi de bir komşularının arabasından sökmüştü; çalmıştı daha Türkçesi.
      At arabalarının tekerlekleri esasen ahşap yapı elemanlarından kurulurdu. En dışına, boyutu ayarlı bir demir çember kızdırılarak (genleşme kuralından yararlanarak) geçirilir, demir soğuyunca ahşap elemanları sımsıkı kavrardı. Aynı yaklaşımla, tekerleğin dingil göbeğini oluşturan ahşap yapı da içten ve dıştan demir çemberlerle güvenceye alınırdı. Göbeği ve dıştaki yapıyı ahşap parmaklıklar birbirine bağlardı.
      Tekerleğin dışına takılan demir çember büyük olduğundan, 'çember çevirme' dediğim bu çocuk oyunu için uygun değildi. Göbek çemberleri ise, eh işte, uygun sayılırdı. Çocukların çevirmekte oldukları da bunlardı işte.
      Çemberi olan çocuklardan birisi, çemberini çevirmeme izin verdi. Başlangıcı hiç kolay değildi: Çemberin neresinden ve hangi şiddetle itileceği ancak deneyerek öğreniliyordu. Gene de hoş bir etkinlikti doğrusu. Keşke benimde bir çemberim olsa diye iç geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Hatta daha sık izin koparabilmek için o arkadaşa daha çok yanaştım. Fakat, daha iki tur atmadan sona eren ve gittikçe bedeli artan izinler doyurucu olmuyordu. Hatır gönül aşaması geçmiş, bir tur bir delikli para denmeye başlamıştı.
      Benim de bir çemberim olmalıydı. Ama nasıl!
      Bir gün, sayvanlığın bir kenarında duran bir karton fıçı ilişti gözüme. Kraft kağıdının üst üste dolanmasıyla oluşturulan bu silindirik yapının iki ucu metal çember sıvanarak sağlamlaştırılmıştı. Bu çember niçin bana yaramasın ki? Bilinenden daha çaplı idi fakat çember çemberdir. Bu çemberi kesip çıkarmalıydım. Mutfak bıçağı ve evsel makas yeterli olmadı. Testere ve teneke makası kullanarak kesmeyi başardım. Çemberden taşan karton çıkıntılarını da katmanları ayırıp makasla keserek ve bıçağın ağzıyla törpüleyerek düzelttim. Bu amaçla çemberi elden geçirirken fark ettim ki benim çember daha çaplı olmasına rağmen bilinen çemberden oldukça hafifti. (Alüminyum denen metali henüz tanımıyordum)
      Bir de, çemberi yönetmek için itme teli gerekiyordu. Dibi delindiği için anamın sadece ocağın külünü atmaya ayırdığı kovanın sapı ne güne duruyordu. Sapı söktüm ve istenen şekle soktum.
      Çemberimi avluda koşturdum önce. Başarmıştım. Üstelik çemberin çapı boyuma uygundu ve hafifti. Sürmesi yormuyordu insanı. (Ötekilerin çemberi ağırdı ve idare ederken iki büklüm eğilmek gerekiyordu. Çok yorucuydu ve rahat koşulamıyordu.)
      En popüler çember benimkiydi ve en hızlı çemberci bendim artık.
      O fıçıya elenmiş (uğralık) un koyma tasarısı olduğu için anamdan serzeniş geldi gelmesine de bir şekilde atlattım o anı. Belki benim mutluluğumu görünce daha fazla üstelemedi anam. Yalnız, kovanın sapı için ablamdan hatırı sayılır bir çimdik yedim. Kül atmak onun göreviydi ve özellikle kül kızgın olduğunda, sapsız kova ile kül taşımak zor oluyordu.
      Ben o çimdiğe çoktan razıydım.
     


9 Eylül 2017 Cumartesi

Yürek Teli Gergin Olur -2

 
Her Gündüzün Gecesi, Her Gecenin Sabahı
Kaderde yalnızlık da varmış.
       Yıllar öyle böyle geçer. Günler ve geceler birbirini kovalarken yıllar geçiveriyor. İlkokul bitmiş; ortaokul başlamıştır. O yılların koşullarına göre, kasaba civarında bir öğrenci evinde (odasında) yalnız yaşamak demektir bu.
       Yaratıcılığın anası gereksinimdir sözü boşa değildir. Günlük gidiş gelişi olanaksız köylerin çocukları kasabaya okumaya gelirse nerede kalacak? Onların da kafalarını sokabilecekleri bir örtü altı gereklidir. Kasabalılar, bahçelerinin bir kenarına, kendi mahremiyet ihtiyaçlarını da karşılayacak şekilde, yan yana sıralanmış, briket duvarlı ve basit çatı malzemeleri ile üstü kapatılmış öğrenci odaları yapmışlar. Ortak kullanılacak basit bir lavabo (hatta sadece çeşme) ve bir WC kondurulmuş bir kenara. Buyurun kiralık odalar... Genelde iki kişilik...
       Gözleri arkada kalmasın diye ailecek çaba sarf edilmiş ve bir akraba ikna edilmiştir. Bu  akraba evinin bir odası, üç ders yılı boyunca mekanı olacaktır İbrahim'in. Kimi öğrenci evlerinin yanında, daha donanımlı ve daha güvenli... Söyleyenlerin yalancısıyım bu konuda.
       Yanlış değerlendirmeyi de önlemek isterim. Söz konusu oda, bir apartman dairesinin bir odası değil. Sığınılan binanın esas planı, iki büyük oda ve önünde geniş ve uzun bir hayat şeklinde. (Hayat, şimdilerde benimsenen veranda  gibi bir şeydir. Üç yanı ve üstü kapalı, önü açık yaz mekanıdır. Genellikle güneye veya batıya bakması tercih edilir.) Daha sonra, ihtiyaç üzerine, hayatın her iki ucuna birer küçük oda eklenmiş. Dört odalı olmuş böylece ev. Odaların tümünün kapıları ortada kalan küçük verandaya açılıyor. Yani, aynı çatı altında fakat birbirinden bağımsız odalar
       İçme suyu mahalle çeşmesinden getirilecek; kullanma suyu avludaki tulumbadan çekilecek. Hela mı? İşte o dert değişmemiş. Hela, avludan bölünmüş olan bahçenin en kuytu köşesinde. Evden bile görünmeyen bir köşede. Tam şeytan mekanı anlayacağınız.
       İbrahim, verilen reçetelerin hepsini aklında tutmaktadır. En fazla da "Sen de gece karanlığından önce , özellikle de 'büyük' ihtiyacını görmeye bak." sözü aklındadır. Denemesini de yapmıştır. En geç, evlerin ışıkları sönmeden önce, ihtiyaç varsa giderilecektir. Yoksa sabaha kadar sıkacaksın.
       Bir gün, gecenin ileri bir saatinde ikaz gelmeye başlamıştır içerden. Gaz atıp rahatlama yolu da işe yaramaz. Gaz atmaya çalışırken donu kirletme riskiyle yüz yüzedir.
      Diğer reçeteleri de gözden geçirip uygun olanı uygulayarak, besmele çekerek ve dualar okuyarak bahçe kapısına kadar gider fakat daha ilerisi zifiri karanlık. Şeytanlar (şeyatiyn) sıralanmış duvar dibine de İbrahim'i bekliyor sanki. Eve dönüp gaz lambasını alınca güvenli yol uzamıştır fakat helanın içi, ya helanın içi! İçi ürperir. Ayakları bağlanmıştır sanki. Eldeki ışığa rağmen içeri adım atamaz. Etrafa bakınır. Ali Dayı'nın sebze karıklarının arasına çömeliverse?.. Olmaz der. Burası ayak altı. Her gün dolaşılır karıkların arasında. Başka bir yol! Kedi gibi deşinip iş bitince eserin üstünü kapatmak nasıl olur? Olur gibi ancak tutmak iyice güçleşmiştir. Zaman yok... "En iyisi, duvardan yan bahçeye atlayıp orada bitirmek işi. Orası nar bahçesi. Nar hasadına kadar doğa temizler izimi." der İbrahim. Baskı da iyice arttığından, son akla gelen en iyi çözümdür deyip atlar öte tarafa. Lambayı yere koyup çömelir diğer eliyle de donu sıyırırken.
       Tam rahatlamıştır ki bir ses gelir yüksekten. Hem ses yüksektir, hem de sesi çıkaran kişi yüksektedir. İkinci kattaki evlerinde, henüz kocası meyhaneden dönmediği için uyuyamayan birisi bağırmaktadır yukarıdan: "Hırsız var komşular! Nar hırsızı!"
       Elinde yanık lambayla ve yarı toparlanmış halde bahçe duvarının öte yanına kaçar çocuk. Telaşlıdır, utanmıştır ve korku içindedir. Hırsızlık yapmadığını bilmektedir fakat dile düşmek korkması için yeterli nedendir. Açıklaması zor bir durumda olduğu için de utanç duymaktadır. Büyüklerden duyduğu ve ne anlama geldiğini bildiği bir söz gelir aklına: Derler ki "Bazı şeylerin şüyu-u (dillendirilmesi) , vuku-undan  (olmasından) beterdir."
       Az kalsın öyle de olacaktı. Sağ olsun Ali Dayı, rahmetli Ali Dayı.

8 Eylül 2017 Cuma

Yürek Teli Gergin Olur-1

 
Ben Gülümü Pamuklarda Büyüttüm
Hayalimdi, masallarla, ninnilerle uyuttum.
Öyle gördüm, öyle bildim. Neyleyim,
Yüreğini hurafeyle, öcülerle kuruttum. 
      Çocuk fidedir, saksıda ve korunaklı ortamda köklendirilir ve bahçeye dikilir. orada büyür, dallanır, çiçek açar ve meyve verir. 
      Her çocuk anasının gülüdür. Analar, olanakları ve bilgisi elverdiği kadar özenle yetiştirmeye çalışır çocuğunu. Nerede doğarsa doğsun, bebek bebektir. Bebeğin bütün duyu organları anaya dönüktür; "zamana ve mekana" bağlı olmayan bir gerçektir bu.
      Bebekten çocuğa geçerken, bu "zamandan ve mekandan" bağımsızlık gerçeği değişir.  Dünün çocuğu bu günün çocuğundan, köyün çocuğu şehirin çocuğundan farklılaşmaya başlar.
      Bir çocuk, anasının yanında, daha bebekken fark ettiği diğer aile bireyleri ile de iletişim başlatır; bu iletişim bebeklikten çıkarken artıştadır. Ancak, yaşam daha çok ev içindedir ve ilişkileri de bu çerçevededir.
      Görsellikle başlayan ilişki, sesler anlam kazandıkça, işitsel alana da etkileşimli olarak kayar.
      Bu satırların yazarı, sırf bir çocuğu geleceğe hazırlayan ortamı belirginleştirmek ve sırf sizleri öyküye ısındırmak için bu satırları karaladı. (Eski alışkanlıkla karaladı deniyor. Aslında ekranda oynaşan, gelip giden sözcüklerdi bunlar.)
      Okul öncesi çocuk yaşına geldiğinde, ev içindeki birikimlerine, sokaktan ve doğadan yararlanarak elde ettikleri de eklenir. Sokağa çıkıp akranlarıyla oynamaya başladığında, farklılıkları ve bunları tolere etmenin yollarını deneyimler. Ev-içi birikimleri ile sokak birikimleri arasından, seçim yoluyla ve hala etkisi süren "aile ahlak süzgecinin" seçtikleriyle, davranış kalıpları geliştirir. Bunların kimisi kalıcı olurken, kimisi, ileri yaşlardaki edinimlerle olgunlaşarak değişir. Bilgiler, görgüler, beklentiler ve korkular gibi birikimlerdir bunlar.
      Bu öyküde adı geçen çocuğun adı İbrahim'dir ancak, öykünün kahramanı demeyi seçmedim yine de. Çünkü, benzer şeyleri yaşayan, adları değişik veya aynı, pek çok çocuk vardır. Adları, yaşları ve hatta köyleri bile aynı olsa da her birinin birikimleri farklıdır. Başka birikimler öykü dışı olduğu için sadece korkular ele alınacak bu satırlarda.
      İbrahim'in iki yerleşik korkusu vardır: Kuduz köpek ve gece tuvalete gitme. Bunlardan  birincisi hala sabit. Dip diri duruyor koskoca adamın yüreğimde. İkincisi ise ilerleyen yaşından mı yoksa değişen koşullardan mı, atlatılmış görünmektedir. Bu yaşında o şartlara dönse ne olurdu bilinmez.
      Köylerde tuvalet, yani hela, daha daha dersen, ayak yolu, avlunun bir ucunda, üç duvar ve kapımsı bir şeyle oluşturulmuş bir mekandır. Üstü açık olanı da vardır, kapatılanı da. Benim bildiklerimin hepsi, özellikle yerleştirilmiş gibi, eve en uzak köşededir. İbrahimlerde de durum buydu. Evle hela arasında elli atmış metre mesafe vardı. Aydınlatma da olmayınca gece tuvalete çıkmak yürek isterdi. Karanlık herkesi korkutur, yetişkinleri bile. Yetişkinler bile ürperir zifiri karanlıkta. Tamam, tamam da mesele bundan ibaret değildi. Büyüklerin dillerinde ve sokak köşelerinde dolaşan öykülere göre, tuvaletler, şeytanların geceleri mekan tutuğu bir yerdi ve adamı çarpıverirler de ağzı kulağına karışırdı. İnsanın dilini bağlarlar da koyun gibi meletirlerdi üstelik. Bunları duyan bir çocuk geceleri tuvalete girebilir mi?
      Bu arada, mısır patlağı eşliğinde anlatılan masallar vardı. Çocuk dediğin masalları yaşar. Ne birikimi ne de bilgisi yeterlidir masalla gerçeği ayırmaya. Bir 'andık' masalı vardır örneğin. Sözlükler sırtlana yönlendirse de masalda anlatılanlar farklı bir yaratık olurdu. Boynuzlu bir yaratık. Kara mı kara. Gece karanlığında görünmez. Ayak yoluna çıkmış çocukları, boynuzu ile sırtına attığı gibi kaçırırdı. Bir çocuk bundan etkilenir mi diye düşünülmez, ballandıra ballandıra anlatılırdı. Sırtlan etkisi, şeytan etkisi kadar kalıcı olmadı. Belki de masalda geçtiğinden. Oysa şeytan, büyükleri bile titreten dinsel öykülerde de çoğu zaman baş köşedeydi. Şeytanı kontrol edebilen bir hocanın, onları ırgat gibi çalıştırdığı, burçağını bile yoldurduğu anlatılırdı. Bunu yaptırabilen neler yaptırmazdı ki.   O bile zor kurtarmıştı şeytanın çarptığı birisini.
      Önceleri, bir büyük elinde fenerle ev kapısında beklerken, hela bölmesine girmeden, her avluda bulunan gübre yığınının (terslik) bir kenarına kuş kondurarak çözülüyordu mesele. Şeytanın etki bölgesinden de uzak duruluyordu böylece. Yaş ilerlerken gelişen haya duygusu ve yetişkinlik özentisi sonucu, bu ihtiyacın özel halledilmesi gerektiğini düşünmeye başladı çocuk. Eski uygulamadan sıkıntı duymaya başlamıştır. Şeytan korkusunu çocuğun yüreğine işleyenler o yetişkinler değilmiş gibi, reçete sunmaya başlarlar. Şeytana karşı en büyük silah besmele çekmektir der birisi. Öyle ya! İçinde Allah'ın anılıyor olması şeytanı besmele çekilen ortamdan kaçırtır. Soyut düşünmeyi henüz bilmeyen çocuk için bu önerme, işi garantiye almak için, avazı çıktığı kadar yüksek sesle ve durmaksızın besmele çekmektir. Bunun yakışıksızlığı ve saçmalığı kısa sürede anlaşılır ve yeni kullanım yönergeleri ile güçlendirilir. "İçinden besmele çekmen bile yeterli." denir. "Şeytan bunu bile duyacaktır yaratılışı gereği."
       Sen gene de feneri al yanına dedi dedesi; şeytan ışığı sevmezmiş. Bütün bunların çocuk ruhunu yatıştırmayacağını bildiği için de, hela kapısının dışında bekleyiverin siz de diye tembihledi aile büyüklerine. İbrahim'e de "Büyük işi karanlıktan önce yapmaya bak. Küçüğü bir köşede halletsen de sorun olmaz." dedi. Sanırım en etkili ilaç da buydu.

1 Eylül 2017 Cuma

Bayramınız Kutlu Olsun

 
İki Kurban Bayramı
 
      Yaşı yetmişe merdiven dayanmış birisi olarak, bir o kadar sayıda kurban bayramı yaşamışımdır. Bunların büyük çoğunluğunda, bayram havasının da etkisiyle, mutlu bayramlar geçirmişimdir.
      İnsan, mutat olan çoğunluğu değil de sıra dışı olan azınlığı anımsamaya daha yatkın.
      Bu bayramda, hiç mutlu olamadığım iki kurban bayramını hatırladım yılların aşındırdığı izlere rağmen.
      Bunlardan birincisi benim koçumun kurban edilmesiydi. Hem de kendi elimle bıçağın önüne getirmiştim iyi bir şey olacağına ikna edildiğim için.
      Bir gece yarısına doğru doğan erkek kuzuya ilk ana sütü verildikten sonra, yapısını beğendikleri için mi ben mi talip oldum bilmiyorum, bu kuzu senin dediler. Gözlerinin çevresi açık kahve renginde olan bir ak kuzuydu benim kuzum. Hayvanlarla haşır neşir olmaya beni alıştırmaktı belki bizimkilerin amacı. Bel ki de bir tür uğur denemesiydi. Her ne ise, ben bu kuzuyu çok sevdim. İlk okul çağlarının daha başında, duyguların en yoğun yaşandığı bu yaşlarda, hep onu aradı gözlerim her ne zaman koyunların arasına dalsam. Cebime bir avuç buğday koymadan da gitmediğim için, bir süre sonra onu aramama gerek kalmadı. O beni bulurdu hemen. Buğdayın cepten çıktığını bile belledi. Avcumdan beslemeyi geciktirirsem, burnunu cebe sokmaya çalışırdı.
      Seçilmiş bir kuzu olduğundan, tarafımdan destekli beslenme sonucu ve onun anasının diğerlerine göre az sağılması nedeniyle, benim kuzu iyi gelişti. Onu koç adayı seçmişler; ben se, beni kırmamak için satmadılar sanıyordum. Evet! Büyüdü ve koç oldu. Koç salımı öncesinde haftalarca pancar tarlasında besledim onu. Pancar kemirmesine bile göz yumardık. Koç salımı öncesi kendi elimle boyardım damat adayını. Bir kaç yıl sürdü bu saltanat.
      Yeni koç adayının varlığından hareketle, benimkinin tahttan indirilmesine karar verilmiş. Onu kurban etmeye karar vermiş dedem. Bayramdan bir kaç gün önceden belliydi bu niyet. Üzüldüğüm görülünce, sırat köprüsü girişinde beni bekleyeceği anlatıldı. Beni sevdiğine göre, köprüden geçiş kolaylığı vaadiyle ikna olmuş göründüm. Ama kalbim de sızlıyordu. Kesilen koçun bana bakan gözlerine bakıp gizli gizli ağladım.
      İkinci olayın doğrudan içinde değildim ancak o daha çok yüreğimi yakmıştı. Kendi adı da Bayram olan bir arkadaşım, tam da kurban bayramı arifesinde anasını kaybetmişti. Bayram'ın bayram günü, "Bayram gelmiş neyime, Kan damlar yüreğime." türküsünü söyleyişini unutamadım. Herkesin anası kıymetlidir. Onunki de öyleydi elbette.
      Güzel duygularla anacağınız bayramlarınız bol olsun. Hepsi kutlu olsun.

31 Ağustos 2017 Perşembe

Esintilerden-2: Iran Gate

 
 
      Bir roman okurken aklıma geldi. (Clear and Present Danger - Tom Clancy) Bu bir roman. ABD yönetimi Kolombiya'da bir örtülü operasyon yürütüyor. İşler sarpa sarınca, üst kademeleri temize çıkarmak için çaba sarf ediyorlar. Tom Clancy'nin kadolu kahramanı Jack Ryan ortaya çıkıyor ve masumları kurtarıp yukarıdakilerin foyasını ortaya çıkarıyor.
      Bu, nihayette bir romandı. Benim aklıma yaşanmışı geldi. Bana göre dün gibi, belki kimine göre, 'bir varmış bir yokmuş'.
 
İran Gate
ya da İran - Kontra Skandalı
 
      Humeyni sonrası İranı... ABD ile gergin ilişkiler sürüyor. Ambargo konmuş İran'a. Şah döneminden kalma ABD yapımı  askeri teçhizat kullanılmaz durumda. İdame ihtiyaçları korkunç seviyede.
      Öte yanda, Nikaragua'da solcu bir hükümet var ve bunu devirmeye çalışan 'Kontra' var. Kontra, ABD tarafından destekleniyor çünkü solcu yönetimler ABD çıkarlarına aykırı ve kötü örnek olma potansiyeli taşıyorlar. En kısa zamanda devrilmeleri gerekiyor. ABD yönetimi böyle düşünüyor.
      Bir gün ABD'de, halkın parasının Kontra'yı desteklemekte kullanılmaması yönünde parlamento kararı çıkıyor. Ancak, Reagan yönetimi Kontra'ya desteği sürdürmekte kararlı. Üç kaynak seçiliyor fon yaratmak için: (1)- Reagan politikasını destekleyen şahin sermayedarlar, (2)- ABD'ye göbekten bağlı, Saudi Arabistan, Malezya, Bruney Sultanlığı gibi ülkeler ve buna dikkat, İran. İran'a örtülü yollardan malzeme satılacak ve yaratılan fon Kontra'yı desteklemekte kullanılacak. Bu arada, fırsattan istifade, Lübnan'daki tutsak Amerikan askerleri kurtarılacak. Plan, Başkanlık Güvenlik Konseyi tarafından planlanıyor ve konsey çalışanı Deniz Piyade Yarbay Oliver North operasyonun yönetimiyle görevlendiriliyor.
      Bir süre iyi işleyen sistem, iki nedenle açığa düşüyor. Birincisi, Kongrenin aksi yönde kararına rağmen İran'a askeri malzeme satışı, iç ve dış basının diline düşüyor. Ve haliyle, konu kongrenin gündemine giriyor. (İran Gate)
      Diğer taraftan, aksilik bu ya, Nikaragua'da bir nakliye uçağı düşürülüyor. Askeri malzeme yüklü ve pilotu CİA mensubu. Böylece, örtülü Kontra desteği de dile düşüyor. (Kontra skandalı)
      Her iki olay, bu kez birleştirilmiş olarak (İran-Kontra skandalı), basının, Sivil Toplum Kuruluşlarının ve kongrenin diline düşüyor. Başkan Reagan, İran'la sınırlı(!) ilişkiden, insani ölçülerde olmak koşuluyla, haberdar olduğunu fakat Kontra desteğinden habersiz olduğunu belirtiyor. Kabak Oliver North'un başına patlıyor. Başkana kadar uzayan yukarıdakiler  (14 kişi) izlerini siliyorlar. (Bence 'Kurulu Düzen' silinen izleri de görüyor fakat bir günah keçisi yeterli görülüyor.)
      Yarbay North, iddianamenin en alt sınırından cezalandırılıyor ve bir süre sonra, Başkan Bush tarafından, suçların tümü kayıttan çıkarılmak üzere affediliyor.
      Ortaya dökülen bu skandal nedeniyle, hiç bir gazeteci veya STK mensubu suçlanmıyor. Ama tarihe, ABD başkanları ile ilgili önde gelen on skandal arasında İran-Kontra skandalı yerini alıyor.
      Masal gibi değil mi?


30 Ağustos 2017 Çarşamba

Kurtuluş Savaşı.

 
Göz Yaşları Karıştı
 
      Dedem ve arkadaşları bir aradaydı. Bizde toplanmışlardı. Hem yatalak arkadaşlarını ziyaret etmişlerdi hem de bana hoş geldin demişlerdi.
      Çaylar içilirken konu savaş yıllarına kaydı. Üçü de o yılları farklı biçimde yaşamışlardı. Konu gerektirdiği için, sözünü ettikleri ve ihtilafa düştükleri bir konuyu açıklamak üzere, yanımda bulunan Nutuk'tan, Atatürk'ün ağzından işin doğrusunu okuyuverdim onlara. Hoşlarına gitti ve Büyük Söylevin kurtuluş savaşı ile ilgili bölümünü okumamı istediler. Gözyaşları içinde ve zaman zaman iç geçirerek sonuna kadar dinlediler. Onların duygusal hali, zaman zaman benim okumamı da güçleştirdi elbette.
      Bu gün, Yılmaz Özdil'in köşesini okurken, kurtuluş Savaşı gazisi Albay Hulusi Atağ'ın anılarından alıntıyı okudum ve göz yaşlarımı tutamadım. Yutkuna yutkuna bitirdim yazıyı.
      Okumayanlar için özetliyorum: Kurtuluş Savaşı sırasında, ikmal konvoyunda, bir genç kadın doğum yapar. Konvoydan ayırmak isteyenlere itiraz eder. "Babası cephede silah bekler. Ayrılamam." der. Yeni doğmuş bebeğini tedarik edilebilen ne varsa ona kundaklar ve yola devam eder.
      Bunları yazarken bile gözlerim yaşarıyor. Ben duyduklarımla ağlıyorum, dedem ve arkadaşları yaşadıkları ile ağlıyorlardı.
      Bu gün göz yaşları birbirine karıştı.

18 Ağustos 2017 Cuma

Esintilerden-1: Bir Olmak

 
BİRLİK OLMAK, BİR OLMAK
ve ' Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.' sözü
 
      Kemal Sayar'ın bir öyküsündeki kahramanlardan birisi, 'kendine yeterli' bir yaşlı kadının evlenme isteğinden söz eder ve "Bu durumdaki insanlar niçin başkasıyla bir arada olmaya can atar?" diye sorar. Sorusunun yanıtını da kendisi verir. "Kitle ruhu bireysel sorumluluk yükünü hafifletir." der. Geniş değerlendirildiğinde, bu yanıttan, birliktelikle, yaşamı kolaylaştırmak için yükün paylaşılması da akla gelir. Ancak esas vurgulanan, bireyin kendisini yetersiz bulduğu konularda, kitle içinde iken tek başına veremeyeceği kararları ve girişemeyeceği eylemleri rahatlıkla gerçekleştirebildiğidir. 'Öyle ya! O da öyle yapıyor. Demek ki yaptığım doğru.' kolaycılığı buluyor bunda kişi. Verdiği örnekten bu sonuca nasıl ulaştığını anlamasam da kitle aidiyetinin, bireyleri bu doğrultuda rahatlattığını ben de kabul ederim.
      Bu konu üzerinde düşünürken aklıma geldi: Kitle aidiyeti davranış kalıplarını da etkiler. Birey, ceza veya ayıplanma korkusuyla yapamadığı şeyleri kitle içinde yapma eğiliminde olabilir. Ceza veya ayıplama gerektirecek bir eylem, kitle içinde anonimleşebildiği için, bireyin çekinceleri zayıflar; yeter ki ait olunan kitle o eylemi onaylasın veya görmezden gelsin. Aynı şekilde, uğradığı haksızlık karşısında tek başına ses çıkaramadığı bir duruma, kitle içinde iken gür sesle itiraz edebilir birey. Kitle onun kendisini güçlü hissetmesine ortam sağlar. Bir de, her seviyede yasal otorite, bireyi çok daha kolay cezalandırırken, aynı kabahati aynı anda veya yakın aralıklarda çok sayıda kişi tekrarlarsa, toplumsal huzursuzluk kefesindeki ağırlık artacağından, dengeyi tutturmak için kamu otoritesi birey seçeneğinde uygulanabilenden farklı çözümler arayacaktır.
      Örneğin, son günlerde medyada akan bir öykü var. (Aylar önce de okumuştum onu.) Güzel anlatılmış o öyküyü özetlemek zorunda oluşum beni üzüyor ancak özetlemek zorundayım.
      İnsanlar koli postalamak için sıradadır. Sıradaki kadını saçma nedenlerle sıradan çıkarıp bir sonrakini çağırır posta görevlisi. Çağırılanın kıpırdamadığını görünce de bir sonrakini çağırır; o da yerinden kıpırdamaz. Ve onlardan birisi, o kadının kolisini kabul edinceye kadar bekleyeceklerini söyler. Kuyruktaki 30 kişiden biri de doğan bu fırsatı kullanmaya yeltenmez. (Düşünen olduysa da kitle ruhu belirğin olduğu için, cesaret edemez.) Burada, otorite yutkunur ve mesele çözülür. Çünkü sorun bir üst otoriteye yansıma eğilimindedir artık ve bunu da o istemez.
      İlk tepki veren kişi kendisine teşekkür edildiğinde, "O keyfiliğin bana karşı yapıldığını varsaydım." der. Burada, bizim çok bilinen bir atasözümüz var hani, aklınıza geldi mi? Gelmediyse düşünedurun. Ben şimdi, son zamanlarda çok kullanılan bir kelimeye geçeceğim: EmpatiYani kendisini başkasının yerine koymak. O kişi tam da bunu yapmış işte! Bulmanızı istediğim atasözümüz de tam bunun tersi: Bana dokunmayan yılan bin yaşasın. Bir tane daha var, haydi onu da söyleyeyim: Gemisini kurtaran, kaptan.
      Empatiyi de kapsayan ve bilimsel bir terim de olmayan bir kelime var: Ubuntu yapmak. Hemen sözlüklere veya klavyeye saldırmayın. Anlatacağım.
      Afrika'da bir yerde araştırma yapan bir antropolog, bir grup çocuğa, "Karşıdaki ağaca asılı duran poşette çikolata var. O ağaca ilk varan onu yiyecek." der. Çocuklarsa yarışmak yerine, el ele tutuşup giderler ve ağaçtaki çikolatayı paylaşıp yerler. Merak eden gözlemciye 'ubuntu yaptık' derler. Ubuntu bir öğretiymiş. 'Biz' olunmadan 'ben' olunmaz demekmiş. Biz olmadan ben olunmaz.
      Benden yola çıkıp bize ulaşan örnekler çoktur yaşamımızda. Çoğu zaman da geçici bir konumdur ulaşılan nokta. Örneğin yukarıdaki öyküde, birisinin uğradığı haksızlık 30 kişilik 'biz' yaratmış ve orada teşekkür edip ayrılmıştır her bir 'ben' oradaki 'biz'den. Gazap Üzümleri'nde daha kalıcı bir bize dönüşümü anlatır Steinbeck. Orta eyaletlerden kopup gelen aileleri acılar, olanaksızlıklar ve haksızlıklar 'biz' yapar. Bu dönüşüm de kamu otoritesinin hiç sevmediği bir şeydir. Çünkü, bireyi kontrol altında tutmak, kitleyi kontrol altında tutmaktan çok ama çok kolaydır.
      Gazap Üzümlerinde çekirdek karakterlerden olan Joad ailesinin anası, şartlı tahliye olup gelen oğluna önce firar edip etmediğini sorar. Şartlı tahliyeyi öğrendikten sonra, aklını oynattın mı hiç diye sorar. Olumlu yönde cevap alınca rahatlar fakat o arada anlatır: Bildikleri bir genç, hata etmiş ve kolculardan kötü muamele görmüş. Kötü muamele görünce daha büyük hatalar yapmış ve bunların karşılığı daha büyük kötülükler olmuş. "Sonunda, çakal avlar gibi avladılar çocuğu." der ana. Sonra da haksız yere topraklarını kaybedip göçmek zorunda kalanları düşünerek, "Hepimiz çıldırsaydık hepimizi birden avlayamazlardı." der. Aklından geçen ve yapılamadığı için hayıflandığı şey 'biz' olamamaktır.

      Ah bir birleşebilsek diye iç geçirdiğimiz durumlar vardır. Hemen hemen her zaman, tek başımıza yetersiz kaldığımız hallerde düşünürüz bunu. Kimi zaman gücü, kimi zaman sesi, kimi zaman da olanakları büyütme gereksinimimizdir böyle düşündüren.
      Haydi bir düşünelim arkadaşlar! Yarından endişen var mı? Zarar gördüğünü düşündüğün  değerler var mı? Yarınlarını veya değerlerini korumada kendini güçsüz, çaresiz veya kararsız buluyor musun? Yasal desteğe gereksinimin var mı?
      Seslen ekrandan. Var mı bana el verecek birisi diye haykır. İki kişi, üç kişi... Bireyler bir olabilir. Çözüm birlik olmakta.
      Bir'den birlik yaratmanın en belirgin ve başarılı örneği 'Kuva-i Milliye' dir. Yöresel ve bölgesel 'bir'lerden doğan 'birlik'leri, 'Hakların Savunması - Mudafa-i Hukuk' derneklerinde yoğurup bir birlik yaratmışlardır Kurtuluş Savaşının önderleri. Bu birliğin ruhu da Kuva-i Milliyedir.
      Vazgeçilmez değerler vardır ve onları savunmak için, 'armudun sapı üzümün çöpü' demeden,  bir olmanın zamanıdır.
      

4 Ağustos 2017 Cuma

AKLIMA GELDİ- 14: Ceride

 
Arşiv Unutmaz
 
      Üzerinden bir yılı aşkın zaman geçti ve hala neyin ne zaman olduğu tartışılıyor. Böylesi bir tartışmaya kulak kabartırken aklıma geldi bu kelime: Ceride
      Bilirsiniz eski dilde gazete yerine kullanılan bir sözcüktür Gazete.
      En iyisi bir anımdan söz edeyim önce. Sanırım, bu çağrışımı dile getiriş nedenim daha anlaşılır olacaktır bununla.
      1974 Temmuzunda (bir Temmuz daha) Kıbrıs'a asker çıkardığımızda, Yunanistan donanmasının da harekete geçmesi üzerine, savaş hali geçerliydi ve ben de öğrenim (mastır) izninden göreve çağrılmıştım. Katıldığım şubede çaylak oluşum nedeniyle, 'savaş ceridesi' tutma görevi bana verildi.
Bundan beklenen, söz konusu şubenin durumla ilgili etkinliklerini tarihi ile ve saati ile kayda geçirmek. Örneğin 45 yıl sonra arşive girerseniz, o şube o günlerde neye dair ne zaman emir almış, bu emirin gereğini ne zaman yapmış gibi bilgileri günüyle ve saatiyle bulabilirsiniz. Bunu sağlayan tutulan ceridedir.
      15 Temmuz girişimi ile ilgili açılan davalarda da böyle bir izlenebilirlik açıkça görülüyor asker kanadın eylemlerinde. Çünkü, kayıt tutma orduda sistematik hale gelmiştir.
      Bu noktada şu akla geliyor: Ordu dışındaki diğer devlet kurumlarında ve birimlerinde sistematik kayıt tutma etkinliği yok mudur?

18 Temmuz 2017 Salı

IH Demiri 3/3

 Çapalı Motur

      Koşuşuyordu çocuklar cıvıl cıvıl, birbirine çarpa çarpa. Önde giden bir traktör vardı ve onlara göre bu bir moturdu; çapalı motur. "Çapalı motur geldi!" diye bağıran birisinin sesi, "Islıklı motur! Tren gibi!" diye bağıran ötekinin sesine karışıyordu.
      O zamanlar traktör tekerleklerinde lastik kullanılmıyordu. Onun yerine, çekiş sağlamak için, çelik tekerler üzerine sıralı tırnaklar yerleştirilmişti. Çapalı denmesi bundandı. Uzunca bir dikey egzostu vardı. Fazla etkili olmayan susturucunun ucuna konan bir eklenti sayesinde, bir yandan gürülderken aynı zamanda tiz bir ıslık sesi de veriyordu. Islıklı denmesi de bu yüzdendi. Bu ses karışımına bir de demir tekerleklerin sert zeminde çıkardığı sesleri eklemek gerekir.
      Doktor Şerif Beyin motosikleti dahil her türlü motorlu araç köyün çocuğu için kaçırılmaz bir oyun olduğundan, köyü terk edinceye kadar traktör takip edildi. Önde Hacı Ahmet amcanın at arabası, ardı sıra traktör, şangır şıngır, gürültü patırtı ve cıyak cıyak bağıran bir kervan gibi köyden uzaklaştılar.
      Hacı Ahmet amcanın tarlasındaki gebire (kapari) kökleri o gün söküldü.

      Hüseyin amcanın motorunu soran çocuğa, büyük annesi bu traktörü anımsattı. İşte öyle bir şeydi onlarınki de. "Ne bileyim neden, çalıştıramadılar." dedi. "Borçlarını ödeyemeyince de tarlaları icradan satıldı. Duyduğun doğru. Kör Hüseyin'i motur batırdı."
      Büyükannenin boş bıraktıklarını dede doldurdu ve çocuk, anlatıcınızın da katkılarıyla, Hüseyin amcanın motorunun ve batışının öyküsünü tamamladı:

      İkinci Dünya Savaşı, Amerika Birleşik Devletleri'nin sanayi kapasitesini önemli derecede büyüttü. Savaş araç ve gereçleri üretirken büyüyen sanayi, savaş sonlanınca da bu kapasiteyi sürdürmeliydi. Çöken Dünya ekonomisi yanında, büyüyerek ayakta kalan ABD ekonomisi, büyüyen siyasi gücü de kullanarak, çeşitli finansal manevralarla dünyayı pazar durumuna getirdi.
      Bu gelişen ortamda, bilgiye köylüden önce ulaşan şehirli etkisiyle, kasabada oturan kayınbiraderinin telkinleriyle, Kör Hüseyin diye anılan Hüseyin amca traktör almaya karar verir. İpoteğe konan tarlalar karşılığı çekilen Ziraat Bankası kredisi kullanılarak bir traktör alınır.
Çok eker ve çok hasat eder fakat finansal akışı kontrol edemez. Düşen piyasa koşullarında, takvimli borç ödemelerini karşılayabilmek için, ürünü bekletemeden elden çıkarmak zorunda kalır. Ucu ucuna o yılı kurtarmıştır.
      İkinci yılın ekimi başlamışken, belki de yeterli kullanıcı bilgisine sahip olmadıklarından, motorda ciddi bir arıza ile karşılaşırlar. Aslında ciddi sandıkları arıza basittir fakat kasabada ve yakın şehirde motordan anlayan yoktur. Biraz bildiği sanılan da, 'ben bulamadığıma göre önemli bir sorun olmalı' havasında, "Hımm!" diyordu başını iki yana sallayarak. "Durum ciddi." Böyle diye diye, basit bir onarım için, taa Adana'ya, evet, Denizli'den taa Adana'ya götürülür traktör. Geri getirilebildiğinde, kış yağışları bastırmış ve ekim yapılamamıştır.
      Ekilemeyince biçilememiş ve ikinci yıl taksiti gecikince, banka tüm alacakları için icraya başvurmuş ve tarlaları sattırmıştır. Tarla olmayınca elde kalan traktörle işi çevirmek mümkün olmamış ve sonunda Hüseyin amcanın elinde, koca bahçe diye anılan arka bahçenin bir kenarında yatan 'IH demiri' kalmıştır. Evet, Hüseyin amca demi yüzünden batmıştır.
      Çocuk biraz telaşlanır da. Babasını yokladığında, onun umursamadığını görür. "O devir başka. Şartlar değişti." deyip geçiştirir. Yanıt ona pek doyurucu gelmemiştir o zaman fakat yetişkin gözle değerlendirdiğinde, öncülerin bir kısmının felaket yaşadığını fakat arkadan gelenlere de yol açtığını görür. Dokuz gemilik filosuyla engin denizleri başarıyla aşan rahmetli babası haklıdır. Yapılan işin zamanı ve etkin koşullara uyum çok önemlidir başarı için.

15 Temmuz 2017 Cumartesi

IH Demiri 2/3

 
II - Demir Demiri Çeker
      Hüseyin amcanın IH demiri, tartışmayı saptıramamasına rağmen, bizimkinin aklına, aklının boğazına, koca bir sazan kılçığı gibi takıldı demiştik. Benim bildiğim o çocuk bu konuyu araştırıp soruşturacaktır.
      O soruşturadursun, bilgiler bağlamında boşluk kalmaması için, anlatıcınız size gerekli ön bilgileri vermeye karar verdi.
     Önce şu soruya yanıt verilecek: Köylü, sulama imkanı olmamasına rağmen, pancarın su sever bir bitki olduğunu bile bile,  niçin pancar eker? Yanıt tek ve yalın: Nakit akışı. Nasıl mı:
     Pancar Kooperatifi ekiciye, ekim için, gübreleme için veya çapa için farklı aşamalarda nakit yardımı yapıyor. Avans diye anılan bu yardımlar, nakit sıkıntısı içinde olan çiftçinin elini rahatlatıyor. Örneğin, kendi emeğiyle çapa yaptığı için, bu aşamada aldığı avansla gidip manifaturacının hesabını kapatıyor, aynı doğrultuda, gübre avansı ile de bakkal borcu kapatılıyor vs. Yani sırf bu amaçla pancar ekiliyor ve şansına bir iki yaz yağışı olursa, teslim edilen pancar yeterli olabiliyor avansı karşılamaya. Aksi halde, ekilen pancar ya tamamen kuruyor ya da yetersiz miktarda ürün teslim edildiği için avans borca dönüşüyor. Bunu önlemek için bizimkinin babası sondaj ve sulama işine girişiyor. (Köyde ilk)

      Diğer bir ön bilgi 'kapari' hakkında: (1. İsteyen ansiklopediye veya vikipediya'ya bakabilir. 2. Bu yörede kaparinin adı gebiredir.) Bu bitki, toprağın dip suyu çok derinlere kaçan arazilerde yaşar. Kökü çok derinlere inebildiği için diğer bitkilere üstünlük kurar bu tür arazilerde. Arazi işlenmiyorsa, karpuzlarından dökülen tohumlar ile her yıl yeni kökler salar ve bulunduğu araziyi kaplar. Böyle bir araziyi tarıma açmak zordur. Sabanla sürerek köklenemez; saban kesemez köklerini ve hatta güçlü bir köke saban takıldığında iki atın gücü sabanı kurtarmaya yetmez.

      Orak adlı tarım aracını bilirsiniz; ekin biçmeye yarar. İki büklüm eğilerek toprağa yakın seviyeden ekin demet demet kesilip toplanır. Zor iştir bu demir aletle çalışmak. İşi kolaylaştırmak  ve hızlandırmak için, insanoğlu tırpanı buldu. Tırpan da demirden bir aletti. Bu aletlerin her ikisi de insan gücüyle kullanılırdı.
      Hayvan gücünü ve makine kolaylığını kullanmanın sırası geldiğinden, 'biçer-desteler' makine kullanılmaya başlandı. Daha büyük ve donanımlı bir demirden sistem:
      Biçer desteler makine, at gücüyle çekilen ve çalışan bir makineydi. Çekilirken çapalarıyla toprağa tutunan tekerleğin torku makineyi işletirdi. Tekerlek milinden aldığı güç ile işleyen şerit testere ekini biçer, biçilen ekin döner tırmıklarca sandığa yatırılarak istiflenir, deste büyüyünce, bir kolla verilen komut veya otomatik çevrim sonucu, sandıktan toprağa düzgün desteler halinde kaydırılırdı ekin destesi. Artık ekin biçimi en az on kat hızlanmıştı.
      Öykümüzdeki çocuğun babası bu makineden almış ve gelir payı vererek yanına aldığı ortakla birlikte, günde on beş saat durmaksızın ekin biçer olmuşlardı. Doğal olarak, kendi ekinleri dışında bol vakitleri vardı ve ücretle başkasının ekinini de biçiyorlardı.
      İşler iyiydi ancak bir baş belası vardı: Kapari. Biçilen ekin arasında kapari varsa, iki de bir şerit testereyi koparıyordu. Başkasının tarlası olunca "Bu tarla gebireli. Makineyi sokmam." diyebilirsin. Ya aynı sorun kendi tarlanda da varsa?  Bu yüzden, kapari köklerinin kurutulması gerekiyordu.
      Bu nedenle veya kıraç vasıflı tarlaları tarıma açmak için, ya her bir kapari kökü toprak derince kazılarak kesilecek ya da traktör gücüyle birkaç kez derince kazınıp kökler kurutulacak. Bunlardan birincisini, yani iğne ile kuyu kazmayı deneyen baba, alın teriyle, mümkün olmayan yolu bulmuş ve bundan hareketle, komşu köydeki bir traktör sahibi ile anlaşmış ve tarlasını sürdürerek gebire örgüsünden kurtarmıştır.
      Demir demiri çekmektedir. Bir demir aletin veya makinenin yararını maksimize etmek demek bir başka ileri donanımlı makineyle tanışmak demektir.

12 Temmuz 2017 Çarşamba

IH Demiri 1/3

 
 
I - Horoz Döğüşü
      İki çocuk, iki oğlan çocuğu, iki adım aralıkla durmuş karşılıklı laf yetiştiriyorlar:
      "Onlar oynuyor kum yığınında ve suyun içinde. Beni niye almıyorsun?" diyor birisi.
      "Keyfimin kahyası mısın! Tarla bizim, su bizim." diyor ve devam ediyor diğeri. "Hem sen de beni, o konuklarınızın öğrettiği yeni oyununuza almamıştın." Belli ki esas mesele son cümledeki duruma dayanıyor. Buna kuyruk acısı derler; karşılığı verilmeksizin geçmezmiş.
       Çocuk kavgası böyledir. Özel yetiştirilen ve teşvik edilenler hariç, saldırganlık göstermeden, karşılıklı şişinme ve atışmayla güç gösterisi yaparlar. En yalın deyimle, 'benim babam senin babanı döğer' türü bir atışmadır. Zaman zaman da bu olaydaki gibi, 'sen bana, ben sana' kavgası yapılır.
       Buradaki mesele, köyde ilk kez görülen, çocuk ağzından bir anlatımla, bir motorun yerden su fışkırtmasıdır. Motopompun sekiz santimlik türbin ağzından fışkıran mille karışık soğuk su, seçilmiş çocuklara özel oyun alanı olmuştur. Bir kaç kişi dışında...
       Mülk sahibi olduğu anlaşılan çocuğun babası, kurumaya yüz tutmuş pancarını kurtarmak için elden düşme bir 'su motoru' almış. Şansına ilk sondaj noktasında bol su bulunmuş. Başlangıçta kumla karışık akan su, hatırı sayılır oylumda kum yığdıktan sonra durulmuştur. Belki de yüz tulumbanın aynı anda çekebileceği miktarda suyu sürekli akıtmaktadır motopomp. Çocuğun seçkin arkadaşları, tepesine buz gibi suyun aktığı kum yığınında oynamakta, dışladığı birkaç çocuk da uzaktan izlemektedir. Bunlardan birisinin kendisini kabul ettirme girişimi üzerine başlayan yukarıdaki diyalog şöyle sürer. Kabul görmeyen çocuk, aşağılanmışlık hisseder, canı yanar ve karşısındakinin canını yakmak ister:
       "Ebemgil (büyükanneye ebe derler) ne dedi biliyor musun? Sizin sülale böyleymiş. Demirli işlere dalar dalarmışsınız da batarmışsınız sonunda." Karşıdakinin bağlantı kuramadığını görünce de, "Hüseyin amcaları gibi dediler." der.
      Demir ve Hüseyin amca bağlamında, Hüseyin amcanın arka bahçesinde gördüğü IH demirini anımsar çocuk fakat güncelle bir bağ kuramaz. Bu saldırı biraz sarsmıştır ancak kararını değiştirmeyecektir. O an kararı değişmeyecektir lakin zihnine yerleşen soru işaretini de unutmayacaktır.
      IH demiri de neymiş diyenler olabilir. Hiçbir mühendislik elkitabına bakmayın boş yere; bulamazsınız. Bahçede yıllardır yatan, kimsenin kaldırıp götüremediği bir demirden kütle vardır ve bu kütlenin görünür bir yerinde, kabartma harflerle, 'H' harfi üzerine  'I' harfi bindirilmiştir. Bu nedenle, onlar, yani o neslin çocukları, o yatmakta olan heyulaya IH demiri adını takmıştır. Ih deyince çöken develer gelirdi akıllarına ve elin gavuru bu kütleye neden ve nasıl ıh demiş de buraya çökmüş diye aralarında masallar uydururlardı.
      Doğal olarak o çağlarda, Amerika Birleşik Devletleri diye bir ülke olduğunu, bu sanayi ülkesinde 'International Harvester' adlı bir şirketin ürettiği traktörlerin Türkiye'ye de satıldığını, o şirketin armasının üst üste binmiş I ve H harfleri olduğunu bilmezler. H harfinin Hüseyin'den geldiğini, I harfinin de İzzet'ten geldiğini fakat noktasının bir şekilde silindiğini bile savunur kimisi. Ne de olsa o demirin sahibi Aşağı İzzetlerden Hüseyin idi  ve iddia edilen şey gerçeği andırıyordu.
      Bütün bildiklerine rağmen atışmada alta düşmeyi kabullenemeyen bizimki, bildiklerini bilmezden gelir ve saldırıya yanıt verir: "Senin eben masal uydurmayı bilir sadece. Ne demirden haberlidir ne de kömürden. Yarın bizim pancarlar testi gibi olduğunda görürsün sen demirin yararını. Eben de görür. Ayrıca, bizdeki tek demir alet bu değil ki. Orak makinesi de var. Kaç yıldır para desteliyor buğdayları biçip destelerken." Karşı saldırı sarsıcı oldu fakat rakip başka taraftan da olsa bir daha saldırdı:
      "Baban dikili ekin kalmayıncaya kadar ekin biçerken sizin harman da en arkaya kalıyor amma buna ne dersin."
      "Geç de olsa bizim ambar sizinkinin kat be kat fazlasıyla doluyor. Orak makinesinin kazancı da üstüne kaymak."

      Bu sülalenin demire dalmışlığı doğrudur ancak daldıkları bir alan daha vardır, bunu da ben söyleyeyim: Hidro-kültür. Öyküdeki çocuğun dedesi de, adı geçen Hüseyin amcanın babası da ticari amaçla sebze bahçesi yapmışlardır zamanında. Birincisi Menderes nehri üzerine kurdurduğu su gücüyle çalışan dolaptan, ikincisi de halen koca bahçe diye anılan arka bahçesine kazdırdığı dolap kuyusundan hayvan gücüyle çekilen suyu kullanarak dört beş dönümlük bahçelerinde sebze yetiştirmişler ve çevre köylerde sattırmışlardır. Pancar sulaması doğaya yaptıkları ilk müdahale değildir yani. Diğer çocuğun ebesi bunu da bilmez.


2 Haziran 2017 Cuma

Sinek, 2/2

 
-II-
Nerede Kalmıştık?
 
      Benim anımsadığım en eski sinek muhabbeti on yaşlarımızda olmalı. Bir bahar günü, muhtemelen Nisan sonlarıydı, çayırda geziniyor, bir yandan kazlarımızı kolluyor, bir yandan da yenebilir çayır bitkilerinden topluyorduk. Taze hindiba veya keçi sakalı bulan birisi kuzu bunlar kuzu diye bağırıyordu. Bir diğeri, şeker bunlar, bal bunlar diyordu. Veli de her seferinde kaymak bunlar diye bağırıyordu. Kendimizce eğleniyorduk işte! Böylece, Güneş dağa doğru yaslanınca, yani batıya kayınca, kazları eve sürmenin zamanını anladık. Bir şey daha hatırladık: Acıkmıştık.
      Veli, "şimdi abiciğim" dedi, "bir tabak kaymak olacak önümde..."  Bu bağlamda konuşma sürerken, "Biraz sonra akşam sütleri pişecek." diye yeniden söze girdi Veli. "Kaymak bağlasın diye güveçler sütlüklere konacak. Gece yarısına doğru kaymak tutar. Ağalardan birinin sütlüğüne dalmak var o saatten sonra..." dedi ve durakladı. " O avlulara da hiçbir yürüyen canlı giremez ki anasını sattığım köpeklerden. Kuş olsam; göveçlerin üzerine sepet kapatılmıştır, ulaşılmaz... En iyisi sinek olmak." dedi. Bilerek mi yoksa bilmediğimizden mi bilmiyorum; sinekler gece uçmaz demedik.
      Veli'ler kalabalık bir aileydi ve sağmal hayvan bir yıl bulunsa iki yıl bulunmazdı. Kaymağı çok özlemiş olmalı ki sözü sineğe dönüşmeye kadar getirdi.
     Dedim ya; Veli sinekliği iyice benimsemişti. O kadar ki duygularını belirtme aracı haline getirmişti sinek oluvermeyi. İçinden sinek geçmiş bir öykü uyduruverirdi de biz anlardık onun niye veya kime kızdığını örneğin. Sinek olup sofradaki yemeğe batacak bir sinek ayarladığını ve buna kızan babasının anasının başında tahta kaşık kırdığını söyledi bir keresinde. Biz biliyorduk ki, bir nedenle anasına kızdığında, babasını kışkırtmayı düşünmüştür. Bir sinek yakalayıp yemeğe atıverecektir. Öte yandan, hepimiz biliriz ki hiçbir sıradan çocuk anasının dövülmesine kıyamaz. Hiçbir sıradan baba da incir çekirdeğini doldurmaz bir olayda dahi karısını dövmeye hazır bekler değildir. Bizim Sinek de sıradan sinek değildi zaten.
      Sözü uzatmayayım: Amcasına kızmıştır: Sinek olup tam amcası sıcak çorbasını ağzına koyduğunda, burnuna girip hapşırtır. Ustasına kızar, hınzır sineğin bir manevrasıyla usta tıraş ettiği müşterinin yanağını keser. Kavga ederler. Nasiplenemeyeceği baklava sinisine iç geçirir, sinek lokmasıyla da olsa tadına bakmanın yollarını arardı. Ve saire, ve saire.
      Çocukluktan ergenliğe geçerken dikkat çekici değişimler yaşandı, onda ve hepimizde. Bir kere dağıldık dört bir yere. O kasaba da berber kalfası oldu, ben okumak için başka bir şehire gittim. Ötekiler de öyle... İkincisi fiziksel değişimler oldu. Velini tombulluğu gitti, yüzü uzadı, hafiften dişlek oldu ve gözleri büyüdü ve pörtledi. Artık sivri sineğe benzemişti. Kendisi de bunun farkındaydı. Üçüncüsü de hormonal değişiklik etkisi ile değişen öykülerdi.
      Son görüşmemizdi. Çayırda dolaşıp dereden tepeden konuşuyorduk dört beş arkadaş. Söz nereden dolaşıp geldi hatırlamıyorum. Sinek, sivri sinek olup köyün en alımlı kadınının (ismi bende kalsın) yatak odasına girmeyi ve onu kocasıyla dikizlemeyi ayrıntılaştırmaya başladı. (Ayrıntı bende kalsın. Rüyasında yaşadıkları da bende kalsın.) Ahlakçı bir aileden geldiğimden mi nedir, ahlakçılığım tuttu. Hem ahlakçılığım hem de bilgiçliğim tuttu desem de olur. "Ne görmeyi umuyorsun ki!" dedim. "Böcek gözleri insan gözü gibi görmez ve böcek beyni insan beyni gibi algılamaz ki." İtirazım onu şaşırttı. Kastettiğimi de tam olarak anladığını sanmıyorum. Ancak muhabbetin tadını kaçırmıştım ve bir süreliğine söyleşi kesiliverdi.
      Dedim ya son görüşmemizdi. Yarıyıl tatiline girdiğimde hasta olduğunu duydum. Nesi olduğunu bilen pek yoktu. Çok zayıflamış, çarpıntısı da varmış dediler sadece. Ders yılı sonunda döndüğümde Veli öldü dediler. Sinek ölmüştü işte. Kalp çarpıntısı ve nefes darlığı çekmişmiş. Ancak şimdi koyuyorum derdinin adını: Haşimato.
      Aslında Haşimato ikincil neden, bilinçsizlik ve imkansızlık ana neden. Yoksa Haşimato tiroid bezlerinin sırrını henüz çözmemiş miydi?

Sinek, 1/2

 
 -I-
Dönüşüm
 
      Ülkenin dört bir yanına dağılmış eski arkadaşlar, uzun yıllar sonra bir araya geldiklerinde, ortak yaşamışlıklarının en yoğun olduğu yıllara dönüverirler birkaç nezaket sözlerinin arkasından. Önce, fazla özele girmeden, çoluk çocuk, sağlık sıhhat ve iş güç durumlarının karşılıklı aktarılmasından ve iyi dilek sözlerinden sonra, sözler kendiliğinden, hatta farkına bile varılmadan çocukluk ve ilk gençlik yıllarına kayıverir. Yoldan geçen bir at arabası veya bir saçaktan ötekine uçan serçe veya arada birisinin hapşırması bile konuyu o dönemlere kaydırıverir. Öyle ki, konuşan kişi bile sözünün sonunda, "Nereden gelmiştik bu konuya?" diye sorabilir.
      Aynı nesilden dört kişi, sadece birisi köyde oturan dört kişi, köy kahvesinde toplanmıştı bir bayram aralığında. Uzaktan gelenlere hoş geldin dendi, hal hatır soruldu. Torundan torbadan, tarladan tapandan, ekinden dikinden söz edildi. Uzun zamandır bir araya gelmemiş eski arkadaşların genelde yaptıkları gibi, özele girmeden, yaşamlarının çeperinden bilgi aktardılar birbirlerine.
      Ve işin adabına uyarak köyde oturan emsal, ev sahipliği görevini hatırlayıp çay söyledi köşede oralı değilmiş gibi bekleyen kahveci çırağına. Biraz sonra tepside üç çay bir çiçekle gelen garson bardakları elimize tutuşturdu. Çiçek bardağını sunarken de, ben işimi bilirim dercesine, "Memet dayım çiçek içer." dedi. Sonra, ellerde tutulan bardaklara dönüp baktı ve durumu uygun bulmadı ki, bir sandalye getirip dördümüzün ortasına koydu sehpa yerine. Bardaklarımızdan birer yudum çekerek sandalyeye oturttuk biz de bardaklarımızı.
      Bardağımı sandalyeye koyar koymaz bir sinek -kara sinek kastedilir sinek deyince- bir tur atıp geldi ve bardağıma yönlendi. Niyetini sezdiğimden, sineği uzaklaştırmak için elimi salladım çay bardağının hemen üstünden. Kaçtı fakat uzaklaşmadı sinek. Sırnaşık birine çatmıştık belli ki. Bir kez daha kovaladım. Bu kez daha geniş bir alanda harmanlayıp benim bardağıma yöneldi gene. Bir şekilde, dört bardağın içinde şekerli olan tek bardağın benimki olduğunu anladı anlaşılan. Dostlardan ikisi, şeker sorunundan şikayetle tatlandırıcı kullandığından söz etmişti baştan. Garson da şekerlerini geri götürdü. Diğeri ise ise çayını kıtlama içiyordu.
      Bu kez niyetim ciddiydi. Madem o bu kadar sırnaşık, ben de dersini vermeliydim. Şapkamı siperliğinden tutup gerindim. Niyetim, sinek uygun noktaya gelince, hızla şapkamı çarparak ona niyetinin maliyetini gösterecektim. Tam kolumu savurmak üzereyken birisi kolumu tuttu. "Dur yahu!" dedi. "Belki bizim Sinektir o. Kıyma arkadaşımıza."
      Kastını anlamıştım. Hepimiz anlamıştık aslında. Gülüştük kimse kimseye bir şey hatırlatmadan. 
  
      Zaman zaman dönüşme hayali kuran bir arkadaşımız vardı. Çokça başvurduğu dönüşüm de sinek (kara sinek) olmaktı. Esmer ve tombulca bir çocuk olduğundan ona Sinek adını takmakta da gecikmedik biz de. O da bundan hiç rahatsız olmadı ve aksine dönüşümde çeşitlemeler yapmaya başladı. Hayallerinin çoğu gene de sineğe dönüşüm üzerineydi. Sinek olup yapacaklarını anlatırdı başlangıçta. Sinekliği benimsedikten sonra, yapmış gibi anlatmaya da başlamıştı. Dönüşüme hiç inanmamışızdır ancak muhabbete tat katmak için gerekli çeşniyi de ihmal etmemişizdir. Eminim anlattıklarına o da inanmamıştır fakat dönüşüm olayları hoşça vakit geçirtiyordu bize.
      Kolumdan tutan arkadaşımızın aklına gelen de o günler, o hayallerdi işte. Gülüştük ve ardından da bir süre sessizleştik gülüşmenin yersizliğini kabul edercesine. En çok da konuyu açan sustu, daha '... kıyma  arkadaşımıza' derken çatallaşan sesini geri getirmek için defalarca yutkunduğundan belliydi bu.
      Bu arada, gerçek sinek de muradına erdi. Bardağın en son kullandığım kenarından çekebileceğini çekti ve bardağın içine yöneldi. Ben de "Al Veli! Senin olsun hepsi." deyip çay bardağını ortaya bıraktım. Bu kez sadece gülümsedik ve her birimiz o günlere ait sinek anekdotları anlatmaya koyuldu, yarım asırdan fazla yılların gerisine giderek.

11 Mayıs 2017 Perşembe

Kelimelerin Ruhu-13: Atatürk'e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği

 
Çirkin İnsanlar Çirkin Laflar  Ettiler
(Metin başlığı nedeniyle Taner Kışlalı'yı saygıyla anarım)
 
      Çirkin insanlar çirkin laflar ettiler güzel insan hakkında ve güzel  kalplerde derin yaralar açtılar. Milyonlarca güzel kalplerde neler neler köpürdü de güzel ağızlarından çirkin söz çıkmadı.
      İzleyicisi az kanallarda ve dinleyicisi az konferanslarda benzer çirkinlikler sürekli işleniyor. Bunu biliyorum. Çoğunuz da biliyorsunuz. Sosyal medya kanallarında akmaya başladığında bu tür 'sosyal virüsler', duyulmayanı duyuran olmayayım diye bir duraklıyorum, amaçları bilinir olmaksa diye; ilk patlayan ben olmayayım amaçları ajitasyonsa diye. Ekmeklerine yağ sürmeyeyim istiyorum. Hatta benim sabrım kimi dostlarca kınanıyor.
      Bir vesileyle söylediğim gibi ben de çok üzgünüm, çok ama çok öfkeliyim. Çirkin sözlere karşı çirkin sözler sıralamak benim doğamda yok. Ama, içimden geçenleri bir bilseniz. Birkaç okkalı küfür belki rahatlatıcı olabilir fakat sorunu çözmez. Hata birilerinin yüzüne haykırmak, hatta dövmek veya hapislere tıkmak da sorunu çözmez. 'Ucuz kahramanlıkları' önleyebilir belki fakat sorun gene orada durur.
      Peki! Nedir sorun: Sorun bu gibi sözleri etmenin kıymet ifade ettiği ortamdır. Sorun benzer şeyleri üreten, büyüten ve yayan verimli(!) arazidedir. Bu verimli arazi 'siyasi islamcılık' akımıdır.
      Siyasi islam akımı, Atatürk kadrosunun çoğulcu demokrasi inşa edilebilecek bir temel atmasından rahatsızdır oldum olası. Yıllardır bu temelin altını oyarlar. Çok partili siyasal rejimin oy kaynağı olarak ve saf dindar insanlarımızın temiz duygularını kötüye kullanarak, ihmal edilemeyecek sayıya ve güce ulaştılar. Buradan elde ettikleri güçle pervasızca konuşuyorlar. Sıradan insanın duydukları tamamın yanında küçük kalır. Ortaya çıkan bazıları, söze ben raporluyum diye başlıyor zaten. 'Delidir. Ne yapsa yeridir.' demek oluyor yani. Cezai ehliyeti yok yani. Olmayan da bir rapor uyduruverir. Bu tür olayların haberleri, çoğu zaman, 'meczubun biri...' diye başlar oldum olası.
     Diyeceğim şu ki, bizi bir an rahatsız eden sivri sinekten kurtulmak sorunumuzu çözmez. Sivri sineği üreten bataklık olmalı uğraşacağımız şey. Bu bataklık da Atatürk Cumhuriyetine karşı olduğu bilinen ve demokrasiden de hiç hoşlanmadığı açık olan Siyasi İslamcılıktır. 

28 Nisan 2017 Cuma

Sabaha Karşı-3/3

,
-V-
Çocuk Ne Düşünüyor?
      Anası yat dizime dediğinde, anasının dizini yastık yapıp kıvrılıveriyor çocuk.
      Bu, birisinin dizine ilk yatışı değildi. Dedesi ile anneannesi gece oturmasına gittiklerinde, çok zaman uykusu gelir ve anneannesinin dizine yatardı. Gözüne ışık gelmesin diye anneanne de önlüğünü çocuğun yüzüne örter ve burada yanındayım dercesine sırtını sıvazlardı.
      Fakat bu diz, bu geceki diz eskilerden farklı gelmişti çocuğa. Zaten yarı uyur durumdayken, ana sıcaklığı ve okşaması da katılınca, uykuya daldı hemen. Dalmadan önce, en son ne zaman yatmıştım anamın dizine sorusu dolaşıyordu zihninde fakat sorusuna yanıt bulamadan uyku teslim aldı onu. Uyku ağır basmasaydı şöyle düşünecekti: Anamın dizine en son ne zaman yattığımı bilmediğim gibi, çocukluk anılarımın tamamına yakınında, çoğunlukla dedem ve anneannem çıkıyor karşıma, biraz da ablam. Anamın kim olduğunu ve babamın kim olduğunu biliyorum elbette fakat dedemin evine 'bizim ev', baba evine ise 'sizin ev' diyorum kardeşlerimle konuşurken. Biraz o tarafta biraz bu taraftayım anlayacağınız. Ne kadarımın o tarafta ne kadarımın da bu tarafta olduğunu ben de bilmiyorum. Anne ve babamın sevgi tartısında ne kadar çektiğimi düşününce, örneğin küçük kardeşimle tartıldığımızda, benim kefemin hafif kaldığını düşünüyorum. Onunla ilgili çocukluk anıları daha zengin anamın. (Babasınınkini bilmiyordu. O sevgisini kolay göstermezdi) Bundan benim daha az sevildiğim sonucunu çıkarıyor ve üzülüyordum.
      İyimserim şu an ve iyimserlikle değerlendiriyorum her şeyi. İlk kez bu gün, anılar havuzundaki seviye farkının benim dede evine taşınmamdan kaynaklandığını düşündüm. Bir zorunluluk vardı. Ortak yaşanmışlıklar azalınca ortak anılar da azalıyor belli ki. Ben ona iki hane ötedeki evde hasretken o da beriki evde kendi hasretini çekiyormuştur mutlaka.
      Ay doğarken uyuyan çocuk, gün doğarken uyandı.
      Ana kokusuyla esrik ve mutlu halde dalınan derin uyku, arada görülen belirsiz ama mutlu düşler de dahil, mutlu ve dinç bir uyanış ile sonuçlandı. Tatlı tatlı gerindi ve gözünü anasına çevirdi. İki çift mavi göz mutlu ışıltılarla selamlaştılar.
      Hayvanlar da ayaklanmış ve otlamaya başlamışlardı.
      "Hadi bakalım, kalkalım." dedi ana. Çocuk hemen doğruldu ve dikildi. Aynı konumda uzun zaman oturduğundan ve çocuğu uyanmasın diye kıpırdamadığından ananın sağ bacağı uyuşmuştu. Bu nedenle, bacağındaki karıncalanma geçinceye kadar bekledi ve "Ya Allah, bismillah" diyerek o da kalktı. Ananın çıkından çıkardığı peynir dürümlerini yiyerek hayvan pazarına çıkan arka yollara sürdüler hayvanlarını. "Biraz erken varırsak gölgeli bir yer yakalarız." dedi ana. "Hadi bakalım, aynı düzen, ben sol yana, sen sağ yana. Koyunlar bağlara sapmasın."

      Baba da zahire pazarında satışı yapıp onlara katıldı çok geçmeden. Böylece görev tamamlandı. Dürümlerini yediklerinden emin olmasına rağmen sadece çocuğa köfte-ekmek aldı baba. Bu bir ödüldü. Sevindirmek istemişti onu. Bilmiyordu ki, hiç bir ödül bu çocuğu sabaha karşı aldığı ödül kadar sevindiremezdi.
 
 


27 Nisan 2017 Perşembe

Sabaha Karşı-2/3

-III-
Çay Başında Mola
      Ancak Küfü Çayının kurumuş yatağını geçtiklerinde, yani yolun beşte dördünü aştıklarında, doğuda ufuk kızarmış ve ay doğacağını işaret etmişti. Yol boyu otlayan hayvanlar doymuştu. Az öncesinde, çayın öbür yanındaki bir kuyudan sularını da içtiklerinden yorgunluklarını anımsadılar. Hayvanlar da yolcular da yorgundu. Koyunlar  sürülmediklerini anlar anlamaz yattılar. Durunca malak da anladı mola verildiğini; o da yattı. Atlar ayakta uyur bilirsiniz. Başlarını aşağı salarlar sadece. Tay da öyle yaptı.
      Durunca dinlenmeyi hatırlayan yolcuların bedeni de gevşemeye başladı. Çok geçmeden ikisi de uyuklamaya başladılar. Oturma konumunda uyku bedeni sarınca, gevşeyen kaslar bedeni desteklemediği için, iki de bir devrilecek gibi oluyorlar, devrilmek üzereyken doğal denge sistemince uyandırılıyorlar. Bu böyle yinelenip giderken dizime yat bari oğlum diyor ana. Çocuk ikiletmeden yan geliyor. Ana oğlunun başını sıvazladıktan sonra omzundaki atkıyı örtüyor çocuğun üstüne.
 
      Okurlarım, bundan sonrasını kolay anlayabilmeniz için kısa bir açıklama yapayım bu noktada:
      Çoğunuz bilir köyde kadının omzundaki yükü. İşler, kadın işi erkek işi diye sınıflandırılırken hiç de adil davranılmamıştır. Bir kere ocak başı, ekmeğinden aşına, sofra açmasından bulaşığına şaşmaz çizgilerle kadınlar bölgesindedir. Çapa kadın işidir, kürek genelde erkeğin. Erkek harman savurur ama eline kalburu alıp dane çalkalamaz. Ahır temizliği erkek ağırlıklı olmakla birlikte, pisliğin tersliğe (gübre yığınına) taşınması iki kişi gerektirir. Çoğunlukla ikinci kişi kadındır. Sütün sağılmasına ve işlenmesine erkek hiç karışmaz. Çocukların bakımı ve temizliği gene ananındır. Kısacası zordur kadınlık köy yaşamında. (Zordu deseydim daha mı isabetli olurdu, bilmiyorum.)
     Öykümüzdeki ana da o zor yaşamı yaşayanlardandır. Şu an dizinde uyuyan oğlundan önce üç kız doğurmuş, dördüncüsü oğlan gelince bayram edilmiştir. Oğlu olmak çok önemsenir. (Nedenleri üzerinde toplum bilimsel bir çözümlemeye girmeyeceğim.) Onun arkasından bir oğlan daha ve sonra iki kız daha gelmiştir.
      İş yükü ve hanedeki kafa sayısı dede tarafından değerlendirilir. Kendi çocuğunu, (tek çocuğu olan anayı) zamanında şımartamadığı için, torunlarından kızların en büyüğünü ve oğlanların en büyüğünü evine almıştır. Bakım ve ilgide yeterince cömert davranılmış, hatta diğerlerinden daha rahat imkanlar sunulmuştur.
       Öte yandan, haneler ve sofralar ayrılmasına rağmen, iş dağıtımında her zaman çizelgeye alınmışlardır hepsi sıra geldikçe.
      İşte o ana, kuru çayın batı yakasında oturdukları yerde, oğlunun başını sıvazlarken düşünür. İçin için şöyle der:
-IV-
Ana Düşünür
      Sen doğduğunda oğlum, dünyalar benim olmuştu. İtibarım artmıştı, havalardaydım. Sen de öyle güzel bir bebektin ki bakan dönüp bir daha bakardı. Kendi nazarımdan bile sakınırdım. Bir düğün yerinde yaşlı bir kadın, aş kazanının isinden sürmüştü yüzüne senin. "Allah korusun kızım. Bak o kadın gözlerini alamıyor çocuktan." demişti. "Nazarı değecek kör olmayasının."
      Sonra kardeşin geldi. Daha üç yaşını tamamladığında deden istedi seni. "Arada ihmal edilmesin, ezilmesin çocuk." dedi. Kabul ettik. Aksi mümkün değildi zaten.
      Sevgide kısa kaldıklarını söylersem Mushaf çarpar. Tövbe tövbe!
      Fakat senesine varmadan gelişmen bozuldu senin. Hara güre arasında günlük izleyemesem de kardeşlerinle oynarken görüyordum arada bir. Kavruluyordun gün be gün. Yazılmadık muska, okunmadık dua bırakmadık. Sarardın. Zayıf ve şiş karınlı, cansız bir çocuk oldun. Bir boncuk boncuk ışıldayan gözlerin kaldı sanki ayakta. Bir seneyi aşkın bir süre işte böyle böyle eridin. (Bunu söylerken işaret parmağını kıvırıyordu yavaş yavaş.) Sonunda anladık ki soğulcan (solucan) basmıştı seni. Etin kemiğin semirecekken, içinde solucan ordusu beslemişsin. Nankörlük etmek istemem amma işin gerçeği bu: Soğulcanlı elden beslenen çocuk soğulcanlı olur. Neyse, Allah'ıma şükürler olsun kurtuldun. Bu sefer de avlu duvarına tırmanmakta köpeğin minnoş ile yarışmandan şikâyetçiydim. Bilesin bunu da. Bunu söylerken, uyandırmamak için hafiften sıvazladı başını ve sırtını oğlunun. Aslında şikayeti sevinciydi. Hafiften puslandı mavi gözler. Çekisinin ucuyla sildi gözlerini.
      Ne çok korkmuştum asalaklar çocuğun kanıyla birlikte aklını da çektiyseler diye. Çocukça amma korkuyor insan, söz konusu kendi çocuğu olunca. Şükür Allah'a ki bir şey olmamış. Okuldan, arkadaşlarından ve öğretmenden güzel işaretler geliyor. Maşallahın var.
      Kimi zaman kendime kızmaktan alamıyorum kendimi. "Olmaz baba. Alma benim can paremi." deseydim. "Gündüz oyna gezdir. Akşam yanımda olsun." diye dikilseydim. Takdirat işte. Böyle yazılmış. Hayırlısı olur inşallah.
      Gene de, çocuklarımın yetişme anılarını gözden geçirdiğimde, senin ve ablanın geçmişinde kısa kalıyorum. Geçmişim gasp edilmişçesine üzülüyorum. İçimdeki adalet duygusu kabarıyor, vicdanım sızlıyor. Özellikle yaz bahar günlerinde haftalarca görmediğim olurdu seni. "Hiç olmadı her gün uyurken görseydim yanımda olsaydı da." diyorum.
      İki hane ötesi değil mi deme. Yorgun bedene iki adımlık yol bile çok geliyor sırasında. Geçmişin boşa geçen bazı anların değerini, gençliğinde anlayamıyor insan. Şimdiki aklım olsa, ya vermezdim ya da... Euzu billah mineş şeytan. Şeytan durduğu yerde günaha sokuyor insanı; isyana yönlendiriyor. 

Sabaha Karşı-1/3

 
İki Yolcu
-I-
Ar Belası
      Borcunu ödeyememenin önemli kusur sayıldığı yıllardı. Bu nedenle borçla alış verişten bile çekinilirdi.
      İşte o yıllarda, köyde bakkal işletme yolunu seçen birisi, kasabadaki toptancıya -aslında yarı toptancı dense uygun olur- gider; düşüncesini anlatır. Toptancı ancak kefil bulabilirse kredili mal verebileceğini söyler ve o köyden kimlerin kefaletini kabul edebileceğini de belirtir. Verilen isimlerin arasında, öyküsünü anlatacağım ailenin babası da vardır.
      Durum uygun bir dille anlatılınca ve yemin billah yüz karası olunmayacağı anlatılıp dil dökülünce, yumuşak yürekli olan ve insana güveni esas alan baba, 'bir muhtacın yarasına merhem olursam hayrına' diye düşünür ve kefaleti kabul eder. Ayrıca, kendi bakkallık geçmişinden hareketle, mesleğin incelikleri üzerinde tavsiyelerde bile bulunur.
      Bakkal dükkanı açılır açılmasına da işler iyi gitmez. Okur-yazar olmayan bakkal, fiyatları karıştırır, alacağını vereceğini belleğinde tutamaz. Kimi açıkgözlerce istismar edilir bu gibi zafiyetleri. Üstüne üstlük, bakkala inen malı sattığından çok ailece yedikleri söylenir.
      Kendi işiyle meşgul olan baba, bakkalın gidişatından habersizdir. İcradan ihbar gelmese aklına bile gelmeyecektir kefaletin yükümlülüğü. Oysaki, bakkaldan düzgün ödeme gelmeyince, toptancı senetleri bankaya kırdırmış ve mal vermeyi kesmiştir. Durumdan mahcup olan bakkal haber vermediği gibi  toptancının selamını da iletmemiştir. Ve bir gün icra dairesinden ihbar gelir.
      'kapısına icra dayanan adam' durumuna düşmek istemeyen baba,  ana ile baş başa verip çare arar. Belayı def edecek bir plan yaparlar: İlk perşembe günü, koşum yaşı gelmiş tay, bir yaşını geçmiş manda danası (o yörede malak denir), yirmi koyun ve elli dolu buğday satılırsa konu komşuya mahcup olmayız denir.
      Hayvanlar geceden yola çıkarılacak, buğday arabası da sabah yüklenip yola çıkarılacaktır.
Hayvanları sürme işi anaya ve büyük oğluna düşer. Otlata otlata hayvan pazarına götürecekler, baba da zahire pazarında buğdayı satıp hayvan satışı için hayvan pazarına yetişecektir.
 
-II-
Birazdan Ay Doğar
      Çalar saat yerine kınalı horoz vardır; ilk horozlarda yola çıkılacak. Ve kınalı öter.
      Çocuk uyandırılırken dede de uyanır. "Daha erken." der ufka bakarak. Gözünün bebeği kızını ve mecburen adam yerine konan henüz on yaşındaki torununu düşünmektedir. Endişelidir ve için için damadına kızmaktadır. "Derdin yoksa kefil ol demişler, bilmez mi bu adam." diye söylenir.
      Bu yolculuk planlanırken, yola çıkıştan hemen sonra, daha pazar yolu çatına varılmadan ayın doğacağı hesaplanmıştır. Yolun sadece dörtte biri karanlıkta olacaktır, gerisi yarımayın soğuk aydınlığında...
      Dede gerçekten haklıdır. Horozun biyosaati erken çalmıştır nedense. Yıldızlardan başka ışık kaynağı yoktur ve bu ışık da ancak bastığınız yeri yarım yamalak görmenizi sağlar.
      İki yolcu, birinin karaltısı kısa, diğerininki daha uzun. Kısa olanı diğerinin üç dört metre sağında yürüyor; önlerinde bir miktar beyazlık dalgalanıyor. Onların arkasında da, üç beş adım gerilerinde iki karaltı, biri tay diğeri malak.
       Malak ve tayın yuları ananın elinde. Karanlıkta bir şeyden ürkerlerse çocuğu sürüklemesinler diye ana tarafından alınan bir önlem bu.
      İçgüdüsel olarak koyun sürüden ayrılmaz dense de otlaya otlaya ilerlerken, hoş gelen bir ot kümesi birkaç koyunu zaman zaman geride bırakabilir veya doğrultudan saptırabilir. Bunu önlemek için ana koyunların sol arkasında, oğlu da sağ arkasında yürümekte.
      Gözlerden çok kulaklar dört açılmak zorundadır karanlıkta kırda yürüyorsanız. Etrafı algılamakta kulaklar gözlerden üstündür bu durumda. Ancak her iki duyu da bol bol yanılgıya düşerler. Bir ses duyarsınız, o sese neden olan şeyi anlayamazsınız. Rüzgarın birbirine sürttüğü diken dallarından da olabilir gece avına çıkmış bir vahşi hayvandan da. Bir karaltı görürsünüz. Yol kenarındaki bir deve gülü kümesi de olabilir, orada bekleyen bir adam veya başka bir canlı da.
      Ana dualarla kendisini yatıştırmaya çalışsa da çocuğun hayal gücü masallar diyarındadır. Onun  için algıları abartılı, korkusu da daha şiddetlidir. Bu nedenle de ikide bir adımları anasına doğru kayar, aralarındaki mesafe azalır. Anasının kokusunu alabileceği kadar yaklaştığı bile olur.
       Birbirlerini oyalayarak, cesaretlendirerek ve korkularını bastırmak için dereden tepeden konuşarak yola devam ederler.
      

12 Nisan 2017 Çarşamba

Kelimelerin Ruhu-12: Bütçe

 
Bütçe Yapma Hakkı ve Parlamento
 
     Anayasa değişikliği ile birlikte gündemimize oturan deyimlerden birisi bütçe yapma hakkı.
     Bütçe yapmak, harcama kalemlerinin (yatırımlar, masraf, borç vs.) gelir kalemleriyle (vergiler, harçlar, alacaklar vs.) dengelenmesidir.
     Bunu aileler de yapar, şirketler de, devletler de. Şirketler genel kurullarında veya yönetim kurullarında kararlaştırır ve onaylar. (İcra direktörü olan genel Müdür veya benzeri değil.) Demokratik devletlerde ise meclisler bütçeyi kararlaştırır ve onaylar. Meclis onayıyla kararlaştırıldığı için de adı bütçe kanunudur. Bu kendiliğinden bir şey getirir: O da keyfiliğin önlenmesi ve bir önceki yılın uygulamasının da mecliste tartışılıp onaylanması (ibra- aklama) ...
      Hesaplı aileler bu işi evlerinde de yaparlar fakat yazılı hale pek getirmezler çünkü işin akıldan takibi mümkündür ve bir gün dışardan birisine hesap verilmeyecektir.
      --.--
      Dünya demokrasi tarihinin başı, yani parlamento kurulmasının nedeni bütçe yapmaktır. Bunun da, başlangıçta, harcamalar kısmı değil gelirler kısmıdır esas mesele. Çünkü İngiliz halkı, krallarının durmadan vergi salmasından şikayetçidir. (kefe vergisi bile vardır.)  Toplanan paranın nasıl harcandığıyla daha sonra ilgilenmiştir. Yani demokrasiyi başlatan şey, vergi salınmasını halk adına kontrol altına almaktır. Bunu tartışırken de kendiliğinden, oraya şu kadar, buraya bu kadar harcansın demeye başlamışlar ve sonuçta, hem harcama kalemleri hem de gelir kalemleri kararlaştırılır olmuştur. Hasılı, bütçe yapımı, hem tarihi kökü itibariyle, hem de, harcamalar da vergiler de halkı ilgilendirdiği için, halkı temsil eden meclisin ayrılmaz bir parçası olmak zorundadır.
      Önerilen anayasa maddelerinde, meclisler bütçe yapımında maliye bürokrasisinden yararlandığı için, meclisin rolü olmasa da olur noktasında değerlendirilmiş ve bütçe yapma yetkisi yürütmenin başı (her şeyin başı) olan başkana bırakılmıştır. Başkan halk tarafından seçilmiş olsa da halkı temsil etmeyecektir. Çünkü seçilme gayesi o değildir. Milleti temsil edenler ise millet vekilleridir. Bu şekilde, bütçe yapma ile millet vekillerinin, dolayısıyla milletin bağı koparılmış ve sadece meclis onayı seviyesine indirilmiştir. Meclis onayı alınamadığında da eski bütçeyi eskale ederek (enflasyon ayarlaması yaparak) uygulama yetkisi verilmektedir. Yani başkan millet vekillerinin nazını çekmek zorunda değildir.
      Rakamlar söylenerek, başkan şu kadar parayı istediği gibi harcar denmektedir. Yukarıda ifade edildiği çerçevede bu doğrudur.
      Beni bu yazıyı yazmaya iten şey, işin harcama tarafı olduğu kadar, bence daha önemli olan gelirler kısmıdır. Çünkü bütçe yapma yetkisi olan makam, gelir kaynaklarını da belirleyecektir. Tekrarlamak gerekirse nedir gelir kalemi: Beni (elbette sizi de) ilgilendiren kısmıyla vergiler ve harçlar. Sözün özü, başkana vergi salma yetkisi de verilmektedir.
     Vergi salma yetkisi, meclis onayı alamamak fazla önemli bir risk de olmadığına göre, ölçüsüzleşebilir, cezalandırmaya dönüşebilir, baskı aracı haline gelebilir. Başkanın vergi salma yetkisi çok tehlikelidir. Silaha da dönüşebilir.
      Bütçe yapmanın bu kısmı yeterince vurgulanmıyor endişesiyle yazdım. Umarım açıklayabilmişimdir.
     Şunu da belirtmeliyim: Meclisi gündemine gelmek zorunda olmayan her şey gizli kapaklı yapılacaktır. Örtülü işler kısa zamanda yozlaşma haline dönüşecektir.

10 Nisan 2017 Pazartesi

Topçu Çavuşu- 3/3

 
 
-IV-
Ana, Raziye! Raziye Nerde?
 
      Yarı uyur yarı uyanık, yarı top mevziinde yarı memleketinde Afyon'a varırlar. Kara trenin içinde, açık pencereden gelen isin etkisiyle, yarı yüzü kara yarı yüzü ak...
      Kütahya afyon arasında bir rüya görmüştür. Devrin adabına uygun olarak, anne babanın manevi varlığıyla buluştuktan sonra, sıra yâre ve ağyara gelmiştir.
      Karısı Raziye'den ayrıldığında, o hamiledir ve ilk çocukları Molla Ahmet, dedesinin adı, etraflarında koşturmaktadır. Hamit de düşünde Raziye'sini ve iki çocuğunu görür. Her üçü de yatar vaziyettedir nedense. Doğrulup kalkmazlar. Ellerinden tutup onları doğrultmaya çalışırken, uyandırılır. Karşısındaki askerin elidir tutup çektiği el. "Hayırdır inşallah!" der yüreği ağzında. "Hayırdır inşallah. Bu nasıl rüya!"
      "Uyumayacağım bundan sonra." der. "Zaten ne kaldı şurada. Afyon'da aktarma yaptıktan sonra, vardık say." 
      Oysa ki daha dört saatlik bir yol ve Dinar'dan sonra bir aktarma daha vardır. Bunun farkındadır ve "Olsun!" diye düşünür. "Bu yolu ayakta geçiririm de gene uyumam."
      Menzile yaklaştıkça, Ayvalık etkisi daha az ziyaret etmektedir zihnini. Yol boyunca rüyalarında gördüğü yakınlarını anılarında tazelemektedir, heyecanla ve sevinçle. Sağ salim varıyordu işte helallaşarak ayrıldıklarına.
      Yapar da dediğini. Direnir ve uyumaz. Tahta bavuluyla Savranşa'ya yakın bir istasyon olan İnceköy istasyonunda indiğinde akşam karanlığı çökmüştür.
      Yirmi dakika kadar yürüdükten sonra yuvasına ulaşacaktır. Ulaşır ancak yuva yuvalıktan çıkmıştır; yaslı ve suskun.
      Anadolu alışkanlığı, gurbettekine kara haber gönderilmez. Gurbette kara haberin kahrı çekilmez olur çünkü. Bu nedenle, askere ulaşmayan kara haberler, akşam karanlığını, karaların en karası haline getiren bir kara bulut gibi çökmüştür haneye. Neler mi olmuştur:
      Babası Molla Ahmet, o devrin ortalamasından yüksek bir yaşta, atmış dört yaşında yaşlılıktan vefat etmiştir. Hadi o yaşlıydı. Allah rahmet etsin. Abisi Mustafa! O Çanakkale'de şehit düşmüştür. Hadi savaş ortamıydı, şehit olmuş, ruhu şad olsun. Ya karısı Raziye! Genç yaşında, ikinci çocuğunun doğumunda kaybedilmiştir doğuramadığı bebeğiyle birlikte. Oğlu Molla Ahmet'se, adını aldığı dedesinden az önce bir çocuk hastalığı sonucu kaybedilmiştir. İki Molla Ahmet ardı sıra...
      Ümmü ana tek başınadır hanede. Onun için mavi gözler pusludur. Onun için o güler yüzün gerisinde derin bir hüzün yatmaktadır.
      Bir yanda vatanını ve özgürlüğünü kaybeden Hamit, diğer yandan da sevdiklerini yitirmiştir. Bütün bu kayıplar nedeniyle kendini kaybeden genç adam, kendisini şişelerin dibinde arar olmuştur. Aylarca boşalttığı yüzlerce şişenin dibinde ne kendisi vardır ne de sevdikleri. Her boşalan şişe, anasının yüreğine hüzün doldurmaktadır sadece. "Bu böyle gitmez." der Gök Ümmü. "Bu oğlanın başını bağlamalı tezinden. Aradığı, kaybettiği yuvasıdır belki."
      Öykünün bu kısmını kısa kesmek gerekecek. Yani, aranan bulunur ve bir kız babası olur Hamit. Kızının sarı saçlarında ve mavi gözlerinde sakinleşen denizde, diplerden gelen bir dalga sonucu, eşini boşar fakat kızını bırakmaz. Kızını kollayıp yetiştirecek bir hanım arar bundan sonra. Birkaç resmi ve gayri resmi ilişkiden sonra, çocuk sahibi olamayan fakat analık duygusunu yaşamaya hazır birisi çıkar karşısına. Böylece tek çocuklu bir aile olurlar, inişleriyle yokuşlarıyla.
      Öykünün başındaki çocuk da dedesinin Kurtuluş Savaşı sırasındaki yerini bu anneanneden öğrenir. (Biyolojik anneannesini hiç bilmeden.)
      İç güvenlikte görev alan Hamit, asker kaçaklarını yakalayıp cepheye göndermekle ve çoğu asker kaçağı, yani başı bozuk olan eşkıyaya karşı bölge köylerinin korunmasıyla uğraşmıştır. Kendisine sorulduğunda dede, gönlü başka yerdeymişçesine, "Eşkıya kovaladık." demekle yetinmiştir. Kır atlı eşkıyayı doru atlı korumalar kovalamış yani.
      Bu satırların yazarına göre, o nesil mutluluğu en çok hak edendir çünkü çok ağır bedeller ödemişlerdir. Mutlu mudurlar öbür dünyada, bilinmez. Ancak, onların ödediği ağır bedeller karşılığı  elde edilenler, bir ihmal veya bir yanılgı sonucu, hatta aymazlıkla kaybedilirse, en derin acıyı o zaman çekeceklerdir.