8 Eylül 2017 Cuma

Yürek Teli Gergin Olur-1

 
Ben Gülümü Pamuklarda Büyüttüm
Hayalimdi, masallarla, ninnilerle uyuttum.
Öyle gördüm, öyle bildim. Neyleyim,
Yüreğini hurafeyle, öcülerle kuruttum. 
      Çocuk fidedir, saksıda ve korunaklı ortamda köklendirilir ve bahçeye dikilir. orada büyür, dallanır, çiçek açar ve meyve verir. 
      Her çocuk anasının gülüdür. Analar, olanakları ve bilgisi elverdiği kadar özenle yetiştirmeye çalışır çocuğunu. Nerede doğarsa doğsun, bebek bebektir. Bebeğin bütün duyu organları anaya dönüktür; "zamana ve mekana" bağlı olmayan bir gerçektir bu.
      Bebekten çocuğa geçerken, bu "zamandan ve mekandan" bağımsızlık gerçeği değişir.  Dünün çocuğu bu günün çocuğundan, köyün çocuğu şehirin çocuğundan farklılaşmaya başlar.
      Bir çocuk, anasının yanında, daha bebekken fark ettiği diğer aile bireyleri ile de iletişim başlatır; bu iletişim bebeklikten çıkarken artıştadır. Ancak, yaşam daha çok ev içindedir ve ilişkileri de bu çerçevededir.
      Görsellikle başlayan ilişki, sesler anlam kazandıkça, işitsel alana da etkileşimli olarak kayar.
      Bu satırların yazarı, sırf bir çocuğu geleceğe hazırlayan ortamı belirginleştirmek ve sırf sizleri öyküye ısındırmak için bu satırları karaladı. (Eski alışkanlıkla karaladı deniyor. Aslında ekranda oynaşan, gelip giden sözcüklerdi bunlar.)
      Okul öncesi çocuk yaşına geldiğinde, ev içindeki birikimlerine, sokaktan ve doğadan yararlanarak elde ettikleri de eklenir. Sokağa çıkıp akranlarıyla oynamaya başladığında, farklılıkları ve bunları tolere etmenin yollarını deneyimler. Ev-içi birikimleri ile sokak birikimleri arasından, seçim yoluyla ve hala etkisi süren "aile ahlak süzgecinin" seçtikleriyle, davranış kalıpları geliştirir. Bunların kimisi kalıcı olurken, kimisi, ileri yaşlardaki edinimlerle olgunlaşarak değişir. Bilgiler, görgüler, beklentiler ve korkular gibi birikimlerdir bunlar.
      Bu öyküde adı geçen çocuğun adı İbrahim'dir ancak, öykünün kahramanı demeyi seçmedim yine de. Çünkü, benzer şeyleri yaşayan, adları değişik veya aynı, pek çok çocuk vardır. Adları, yaşları ve hatta köyleri bile aynı olsa da her birinin birikimleri farklıdır. Başka birikimler öykü dışı olduğu için sadece korkular ele alınacak bu satırlarda.
      İbrahim'in iki yerleşik korkusu vardır: Kuduz köpek ve gece tuvalete gitme. Bunlardan  birincisi hala sabit. Dip diri duruyor koskoca adamın yüreğimde. İkincisi ise ilerleyen yaşından mı yoksa değişen koşullardan mı, atlatılmış görünmektedir. Bu yaşında o şartlara dönse ne olurdu bilinmez.
      Köylerde tuvalet, yani hela, daha daha dersen, ayak yolu, avlunun bir ucunda, üç duvar ve kapımsı bir şeyle oluşturulmuş bir mekandır. Üstü açık olanı da vardır, kapatılanı da. Benim bildiklerimin hepsi, özellikle yerleştirilmiş gibi, eve en uzak köşededir. İbrahimlerde de durum buydu. Evle hela arasında elli atmış metre mesafe vardı. Aydınlatma da olmayınca gece tuvalete çıkmak yürek isterdi. Karanlık herkesi korkutur, yetişkinleri bile. Yetişkinler bile ürperir zifiri karanlıkta. Tamam, tamam da mesele bundan ibaret değildi. Büyüklerin dillerinde ve sokak köşelerinde dolaşan öykülere göre, tuvaletler, şeytanların geceleri mekan tutuğu bir yerdi ve adamı çarpıverirler de ağzı kulağına karışırdı. İnsanın dilini bağlarlar da koyun gibi meletirlerdi üstelik. Bunları duyan bir çocuk geceleri tuvalete girebilir mi?
      Bu arada, mısır patlağı eşliğinde anlatılan masallar vardı. Çocuk dediğin masalları yaşar. Ne birikimi ne de bilgisi yeterlidir masalla gerçeği ayırmaya. Bir 'andık' masalı vardır örneğin. Sözlükler sırtlana yönlendirse de masalda anlatılanlar farklı bir yaratık olurdu. Boynuzlu bir yaratık. Kara mı kara. Gece karanlığında görünmez. Ayak yoluna çıkmış çocukları, boynuzu ile sırtına attığı gibi kaçırırdı. Bir çocuk bundan etkilenir mi diye düşünülmez, ballandıra ballandıra anlatılırdı. Sırtlan etkisi, şeytan etkisi kadar kalıcı olmadı. Belki de masalda geçtiğinden. Oysa şeytan, büyükleri bile titreten dinsel öykülerde de çoğu zaman baş köşedeydi. Şeytanı kontrol edebilen bir hocanın, onları ırgat gibi çalıştırdığı, burçağını bile yoldurduğu anlatılırdı. Bunu yaptırabilen neler yaptırmazdı ki.   O bile zor kurtarmıştı şeytanın çarptığı birisini.
      Önceleri, bir büyük elinde fenerle ev kapısında beklerken, hela bölmesine girmeden, her avluda bulunan gübre yığınının (terslik) bir kenarına kuş kondurarak çözülüyordu mesele. Şeytanın etki bölgesinden de uzak duruluyordu böylece. Yaş ilerlerken gelişen haya duygusu ve yetişkinlik özentisi sonucu, bu ihtiyacın özel halledilmesi gerektiğini düşünmeye başladı çocuk. Eski uygulamadan sıkıntı duymaya başlamıştır. Şeytan korkusunu çocuğun yüreğine işleyenler o yetişkinler değilmiş gibi, reçete sunmaya başlarlar. Şeytana karşı en büyük silah besmele çekmektir der birisi. Öyle ya! İçinde Allah'ın anılıyor olması şeytanı besmele çekilen ortamdan kaçırtır. Soyut düşünmeyi henüz bilmeyen çocuk için bu önerme, işi garantiye almak için, avazı çıktığı kadar yüksek sesle ve durmaksızın besmele çekmektir. Bunun yakışıksızlığı ve saçmalığı kısa sürede anlaşılır ve yeni kullanım yönergeleri ile güçlendirilir. "İçinden besmele çekmen bile yeterli." denir. "Şeytan bunu bile duyacaktır yaratılışı gereği."
       Sen gene de feneri al yanına dedi dedesi; şeytan ışığı sevmezmiş. Bütün bunların çocuk ruhunu yatıştırmayacağını bildiği için de, hela kapısının dışında bekleyiverin siz de diye tembihledi aile büyüklerine. İbrahim'e de "Büyük işi karanlıktan önce yapmaya bak. Küçüğü bir köşede halletsen de sorun olmaz." dedi. Sanırım en etkili ilaç da buydu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder