31 Ocak 2016 Pazar

AKLIMA GELDİ-7, Dede ile Torunun Gecikmeli Vedası

KIRKBEŞ YILLIK MEKTUP
Son birkaç yılını yatakta geçiren ihtiyarın dış dünya ile tek bağlantısı, kalın kerpiç duvar oyularak sonradan açılmış olan, gazete yaprağı boyutunda bir  pencereydi. Duvar o kadar kalındı ki ışık derinden geliyor duygusu verirdi insana.
İyice zayıflamış, kemikleri, sadece deri ile kaplanmış gibi belirginleşmişti. Çakır gözler geriye kaçmış, ışıltısı azalmıştı.
Geceler uzun, uykular kısaydı. Herkesin uyuduğu saatlerde uyanık olmak zordur; sadece anılarınla konuşabilirsin.
Geçici olduğunu daha sık düşünür olduğu için, dünyada bırakacağı tek çocuğunu ve ondan doğan yedi torununu daha sık ve daha şiddetli özler olmuştu. Yabandakilerin durumunu da dikkate alarak, kendisine göre sıraya koyuyor, umduğu gibi buluşulursa mutlu oluyordu. "Şükürler olsun Allah'ıma, bu günü de gösterdi." diyordu.
Bu günlerde dilinden düşürmediği İbrahim'di.
1971 yılındaki öğrenci olayları nedeniyle bahar döneminin daha başlarında üniversite tatile sokulmuş, temmuz ayında, kaldığı yerden devam ettirilmişti. Öğrenim takvimi, sıkıştırılarak bir yılda neredeyse üç dönem okutulmak üzere düzenlenmişti. Kasım ortasında sonlanacak  finaller ile sarkan dönem tamamlanacak, Aralık başından itibaren esas yılın güz dönemi başlayacaktı.
İbrahim dedesine yazdığı mektupta ayın on altısında son sınava gireceğini, bir sonraki gün köyde olacağını yazmıştı.  Heyecanın kaynağı buydu. Sarı oğlu, dedenin  burnunda  tütmeye başlamıştı.
Seyahat seçenekleri de dikkate alındığında, bütün güne yayılırdı kavuşma saati.
"Tren ile gelirse, gece yolculuğu yapar, ilk Çivril treninden iner. Bu da sabah saat dokuz demektir, yaklaşık." diye düşündü  Hamit Dede. Sobayı tazelemeye gelen torunu Ayşe'den duvarda takılı olan yeleğini istedi. Amaç mektubu yeniden okumaktı.
"Dede," dedi Ayşe, "ellerim kirli. Maksat mektupsa ezberledim onu."
"Tren demiş miydi? Çivril treni geçti de..."
"Mektupta o konu açıklanmamış dede."
Bütün gün bu örnekteki gibi geçer. Her motorlu araç sesine kulak kabartılır.
Çivril'e kadar otobüsle gelirse, köye ulaşmak için Çivril'den dönen akşam treni son olasılıktır. Trenin uzaklardan duyulan düdüğü öteli bir saati bulmuştu neredeyse. "Gelmedi sarı deyyus." der  Dede, derin bir hayal kırıklığıyla.
Ve o gece, Dede ruhunu teslim eder.
_ ._
 
Sevgili Dedem,
Çivril'de dolmuş bakınırken duydum. Vefatına üzüldüm, duyduğumla kahroldum. Gözleri açık gitti dediler.
Bilmiş ol ki gecikmede benim bir kusurum yok. Sınavlarımdan birisi ertelendi. Üç günlük gecikmeyi haber vermeye de zaman yoktu.
Eve geldiğimde, yerin boştu. Hiç olmamışsın gibi... Gelenek gereğiymiş. Boş odaya baktım, baktım... Varmışsın gibi minderin o kenarına oturdum bilmeden.
Bir de son gün olup bitenler anlatılınca içimdeki volkan patladı.
Beni affetmişsindir, bundan eminim. Bizi nasıl sevdiğini bilirim.
Allah senden hoşnut olsun. Işığın bol olsun.
sarı oğlun İbrahim

30 Ocak 2016 Cumartesi

ÖĞRETMENİM-27

ANJİN
Anjin, geniz eti ve/veya bademcik iltihabı (tonsilit) olarak anlatılıyor sözlükte. Genel olarak bilinir de acısını ancak yaşayan bilir. Ben de bunlardan biriyim.
Mevsimsel griplerden biri gibi başladı ve sağ bademciğe  oturdu. Zirve yaptığında, insan lokmasını ağzına koyacak kadar bile açamaz ağzını. Konuşmak işkence olur; yutkuna yutkuna zorla çıkar kelimeler. Neyse ki işim yazmak, ağzımı açmama gerek yok.
Elli iki yıl önce de böyle olmuştu. Anjinle daha önceden tanışmışlığım yoktu. Halimi gören Ali Kamil "Anjin olmuşsun." dedi. Baba ocağı kültürü. Bu işlerden biraz anlıyordu. Pastil önerdi. Ona da aldırmadım aslında. Genç beden onu da yener diye düşündüm sanırım. Dinlenince hafifliyordum, ya da tam aksine, spor yapıp terleyince açılıyordum biraz. Bu arada, bu halde iken derslere de devam ediyordum.
İngilizce dersindeydik. Nihal Hanım not defterini çıkardığına göre bu gün sözlü sınav vardı. Birinci yarıda öğrendik: Nihal Hanım, her zaman hazır öğrencileri ile başlar sözlüye. Diğerlerine kendinizi tartın der gibi.
Piyango bana vurdu. Boynumda tülbent bağlı ve ateşten hafif kızarmış vaziyetteyim. Önce karatahtaya yazılarak yanıtlanacak sorular sordu. Mesele yoktu. Arkadan, ağızdan yanıt verilmesi gereken sorular gelince, beynim, çene kaslarına ve ses tellerine doğruyu söylüyor, ancak onlar, ıstırapla ve gecikmeli yansıtıyordu. Nihal Hanım, muhtemelen yutkuna yutkuna çıkan kelimelerden hareketle, "Sen hasta mısın evladım." dedi ve yanıtımı beklemeden, "Sen otur. Sonra sınava alırım." dedi.
Aynı gün, İngilizcenin arkasından fizik dersi vardı. Fizik amfisine gittik. Neden amfide işlenirdi bilmiyorum. Sadece bir kez deney yapıldı. Amfinin işe yarar bir tarafı vardı gene de: Hamdi Beyin göz teması kurmasını kolaylaştırıyordu. Hamdi Bey göz gezdirmeye başlamışsa, eninde sonunda bir meraklı göz ile çakışır ve "Sen çocuk," derdi. "Gel bakalım karatahtaya."
Günün şanslısı bendim. Nihal Hanım azat etti fakat bu sefer de Hamdi Beye yakalandım. 
İlk sorusu tahtada çözülecek bir problemdi. Çözdüm. Arkadan, sözel açıklama gerektiren bir soru sordu.  Açıklayabilecek durumdaydım fakat açıklayamıyordum. Ağzımdan zorla çıkardığım bir takım sesler Hamdi beyi tatmin etmedi. Soyadımdan hareketle, "Çorbaya çevirdin.Otur. Beş." dedi. Hoşlanmamıştım ve açıklamaya çalıştım. (Ne kadar becerebildimse.) İtirazım dikkate alınmadı. "Hastaysan rapor alır evinde iyileşirsin. Buraya geldiğine göre sağlamsındır." dedi.
Bu uyarıdan hareketle, hemen revire başvurdum. Sağlık memuru beni üç gün yatırdı. Doktor derseniz, görmedim. Kimse devamsızlığımı sormadı. Demek ki dağlık memurunun raporu yeterliydi.
Bir öğretmen var ki anaç, korumaya alıyor. Bir öğretmen var ki sert baba, acı da olsa gerçeği yüzüne vuruyor.

26 Ocak 2016 Salı

ÖĞRETMENİM-26

MÜZİKAL DİL
Farz edin ki bir kürsü var ve kürsüde Burhan Saraçoğlu bulunsun. Arkasına gelmiş geçmiş tüm Koca Mektep öğretmenleri sıralansın. Kürsünün karşısına da tüm Koca Mektep öğrencileri sıralansın. Hem öğrencilikten hem de öğretmenlikten Koca Mektepli olanlar kendisini nasıl hissediyorsa orada bulunsun.
Bu bir yeniden buluşma toplantısı olsun. Burhan beyin kürsüye çağırdığı öğretmeni öğrencileri selamlasın. Bir süre selamlaştıktan sonra, " ve karşınızda İsmail Acar." desin.
Öğrenciler, yüzlercesi birden, "müzik öğretmenimiz" diyerek alkışlayacaktır. Arada on bir kişi, evet, sadece on bir kişi "Fransızca öğretmenimiz" diyecek. Diğerleri, "şaşkın bunlar" diyecekler.  "Yılların müzikçisi, Fransızca nereden çıktı?"
O on bir kişiden birisi de ben olacağım.
Mesele şu: Bilirsiniz, seçmeli derslerimiz vardı lisede. Resim, müzik vb. gibi. Bir gurup öğrenci, seçmeli ders olarak Almanca almak ister. İdare inceler ve yeterli Almanca öğretmeni bulamaz. Konu öğretmenler arasında da konuşulur. İsmail Bey, Fransızca isteselerdi ben verirdim der. Değerlendirilir ve Almanca öğretmeni bulunamadığı, öğrenciler isterse Fransızca sınıfı açılacağı duyurulur. On bir lise bir öğrencisi Fransızca isteğini dilekçe ile bildirir. Sayı düşük bulunarak sınıf açılamaz denir. İsmail Bey çok isteklidir ve ısrar eder. Sonunda idare kabullenir ve sınıf açılır.
Dediğim gibi sadece on bir kişiydik. Sınıf olarak bize 6Fen-A sınıfının yanındaki toplantı odasını verdiler. On beş kişilik toplantı masasının etrafında ders yapıyorduk. Toplantı salonuna gereksinim duyulduğunda da boş sınıf arıyorduk.
Derslerimiz çok renkli geçiyordu. İsmail beyin Fransızca müzik ve aşk dilidir sözleriyle başlamıştık. Bire bir temas şansımız yüksekti. İsmail bey de bu yönde coşku veriyordu. Merak olmazsa dil öğrenilmez diyordu. Soru sormaya teşvik ediyordu bizi. Öğretmenimizin dil derinliğini tartma olanağımız yoktu fakat interaktif ders işlemeye örnekti sınıfımız.
Bu örnekten hareketle, liselerimizde yabancı dil öğretimindeki en büyük engelin, kalabalık sınıflar olduğunu düşünürüm. Öğretmenle bire bir temas olanağı ortadan kalkınca, ders ezbere bağlı kalıyor ve hem öğrenciye hem de öğretmene ıstırap veriyordu.  
İkinci ve üçüncü sınıflarda, Fransızca öğretmeni Nilüfer Baklan (yoksa Balkan mıydı?) devraldı sınıfı. Güçlük çekmeden sürdürdüğümüzü düşünüyorum. Demek ki İsmail beyin verdiği temel yeterince sağlamdı.
Liseden sonra Fransızcayı ihmal ettiğime üzülürüm. Daha sonraki yıllar, İngilizcenin yanında, Almanca ve Arapça çalışmalarım oldu. Hayli yol aldığımı da düşünürüm. Ne yazık ki üç yıl emek verdiğim Fransızca sadece bir anı oldu. Bir de Latin kökenli İngilizce kelimelerin Türkçe karşılığını bulmada çapraz kontrol kaynağı... 

AKLIMA GELDİ-5

İLETİŞİM
Yakın bir zamanda,geçmişte olan ivedi bir hali anlatırken, yeni kuşaktan birisi "hemen 155' arasaydınız" dedi. Ona anlattıklarımı, biraz daha bütünleyerek yazmaya karar verdim.
İlk iletişim aracı insanın kendi sesi, kendi kulağı, kısaca kendi duyularıdır. Halen geçerliliğini koruyor ve beşikten mezara kullanılıyor. İletişim karşılıklılık gerektirdiğine göre, ikinci tarafta da bunların karşılığı var.Bunların hepsini, birincil araçlar kabul edersek, muhataplar birbirinden fazla uzaklaşmadıkları ve başka kümelerle ilişki kurmadıkları takdirde, başka bir iletişim aracına gereksinim duymayabilirler. Bu binlerce yıl sürüp gitmiştir.
Ancak yaşam topluma evriliyor, ikincil iletişim araçlarına, ileti taşıyıcılara gereksinim duyuluyor. İlk ileti taşıyıcılar gene insan: Tellal veya okuyucu (okucu). Okumasız-yazmasız bir toplumda, kulaktan alınıp ağızdan iletiliyor iletiler.
Yazının ve taşınabilir yazı ortamlarının keşfiyle, kulaktan kulağa iletişimin zayıf yanları yazılı iletişime yer açıyor. Aynı zamanda doğrudan kanıt da olabildikleri için, yazılı iletişim devlet ilişkin hayata yerleşiyor. Özel ulaklarla başlayan mektuplaşma, giderek devlet olmanın gereklerinden görülen posta sistemi üzerinden yapılıyor. İnsanlık bu noktaya binlerce yılda geliyor. Bir başka yeni  aracın kullanılır olması için, iki bin yıl kadar daha bekleyecektir.
Bundan 150 yıl kadar önce, özel bir alfabe kullanılarak elektro-manyetik sinyallerle yazılı ileti gönderiliyor. Buna telgraf deniyor. Bir elli yıl kadar sonra, elektro manyetik sinyallerin dönüştürülmesi ve teller üzerinden iletilerek ses sinyalleri taşınıyor. Bu da telefon.
Telefon üzerinden fazla zaman geçmeden, hatta eş zamanlı olarak, ses sinyallerinin telsiz taşınması, radyo ve telsiz telefon olarak karşımıza çıkıyor. Hemen peşi sıra görüntü iletimi mümkün oluyor. Radyo sistemi ile birleşip televizyon oluyor.
Sadece yirminci yüzyılda olup bitenler baş döndürücü.
Yirmi birinci yüzyıl henüz tarih olmadığından o döneme değinmeyeceğim.
!969 yılında, patlayan bir bent sonucu Çivril civarını sel basmıştı. Köyde telefon yoktu. Telgraf işe yaramıyordu çünkü, ulaşım sorunu nedeniyle, benim iletim Çivril'de kalacaktı. Çaresiz mektup yazdım.  İki hafta sonra, yarıyıl tatilinde köye gittiğimde kendi mektubumla buluştum.
O zaman durum öyleyken, şimdi Hollanda'da yaşayan çocuklarımla görüntülü bağlantı kuruyoruz. Görüp dinliyoruz da bu kesmiyor, torunum Arya'nın kokusu iletilse diyorum. 
Koku molekülleri bozulmadan taşınabilirse bir gün, peşi sıra canlı moleküllerinin ve giderek canlının taşınması mümkün olacaktır. Buna çok uzak olmadığımıza inanıyorum.


25 Ocak 2016 Pazartesi

AKLIMA GELDİ-6

GAZ LAMBASI
 
Cafer İbanoğlu arkadaşımız paylaşmış "bunu yaşamışsanız yorumlayın" diyen bir sayfayı.
Öncelikle belirteyim ki parasız yatılı hayatımdan önce, yani liseden önce elektrikle aydınlanmış bir ortamda ders çalışmadım hiç.
Çocukluğumda, lambanın camsızı, bir şişe ve bir fitilden ibaret olan "kandil" denen bir aydınlatma aracı da vardı.
İlk gaz lambası ve odun sobası, statü yükseltmek amacıyla evimizde yapılan tadilatın tamamlayıcısı olarak girdi bizim eve. Ben henüz okula başlamamıştım.
Nişanlanan ablam elişlerine yoğunlaşınca da lamba bir numara büyütüldü ve aynalısı yeğlendi, yansıtma özelliği nedeniyle.
Orta okula göreceli rahat başlamıştım. Çivril'e bitişik olan Kızılca Söğüt köyünde, bir akraba evinin bir odasına yerleşmiştik. Dedemler de beraberdi. Yani rahattım.
İkinci yarıyıl başında, dedem rahatsızlanınca, yalnız kaldım. Sobayı yakamıyordum ve hava soğuktu. Çare yatak içinde çalışmaktı. Gaz lambasını gereği kadar aşağıya asıp uygun mesafeye yatağı serdikten sonra, yorganı omzuma kadar çekip çalışıyordum. Isınan beden gevşiyor ve bir süre sonra ben uykuya dalıyordum. Ödevim tamamlanmamışsa, gecenin bir zamanından veya sabah erken uyanıp tamamlıyordum. Bu durumda, benim lamba, hemen hemen her zaman, gazını bitirip sönüyordu.
Komşumuz Bekir amca, geç saatlerde işlettiği kahvehaneyi kapatıp evine geldiğinde, geçerken benim ışığı yanık görünce, evde uyuyan çocuklarına söylenirmiş. " Bak okuyacak çocuk nasıl belli, nasıl da çalışıyor. Bizimkiler çoktan zıbarmış."
Orta üçte Çivril'de ev tuttuk. Kardeşim de katılmıştı bana. İlçe merkezine taşınınca elektrik vardı sanmayın. Gücü sınırlı bir güç santralı vardı ve çok az sayıda ev enerji alabiliyordu. Ayrıca, sürekli çalıştırılmıyordu. Kısacası orada da gaz lambası etrafında çalıştık dersimizi.
Nerden nereye, dostlar. Büyükler unutmasın, küçükler bilsin diye yazdım.
Bununla, halinize şükredin ve daha iyisini istemeyin demek istemiyorum.

23 Ocak 2016 Cumartesi

AKLIMA GELDİ-4

 


MAVİLİ



 Önce diksiyon yönergesi: "mavili" ma-vili şeklinde okunacak. İsim maviden gelmesine rağmen biz ma-vili şeklinde seslendirirdik. Nedeni bilinmiyor.
İkinci yönlendirme: Bebeği üç dört yaşlarında hayal edin.
Üçüncü hatırlatma: Bu öykü, bildiklerimden, bana anlatılanlardan ve yaşadıklarımdan  süzülenlerdir. Gördüğüm boşlukları da ben doldurdum, tadı tuzu olsun diye.
 
Dedem, girişken ve çevresine sıcak bir ihtiyardı. Davet etmeyi de severdi davet edilmeyi de. Anne annemin, "çingene çadırında kahve içen adam" diye serzeniş dile getirdiğini anımsarım. Evde değilse, köyün ortasındaki köy odasında olurdu. Bu nedenle, yol şaşıran ya da dara düşen çoğu yabancı dedemi bulurdu. Bir bakıma da o, onları bulurdu. Kar kapatınca bizim köyde mahsur kalan bir sığır tüccarına ve onu aşkın sığırına, bir hafta süreyle, hayrına baktığımızı hatırlarım.
Çocukluğumda, Ege veya Akdeniz bölgesinde kışlayan yörükler, bahar aylarında orta Anadolu yaylalarına göçerlerdi. Köyümüz de onların uğrak yerlerinden biriydi.
Yörük beylerinden birinden, cins bir çoban köpeğinin neslinden gelen bir enik istemiş dedem. Tatlı dil ve acı kahve hatırına, son bahar dönüşlerinde bir enik bırakmış dedeme yörük beyi. İşaret olsun diye, mavi renkli kilim ipi bağlanmış eniğin boynuna.
"Enik dişi amma memnun olursun ileride. Anası çok cesurdur ve de güçlüdür. Allah'ın hikmeti, tek yavru doğurur. O da bu işte," demiş. Dedem, keşke erkek olsaydı diye düşünse de almış ve ablam da adını mavili koymuş. Maviden gelmesine rağmen, hepimiz ilk heceyi kısa tutarak, ma vili şeklinde seslendirdik hep adını.
Mavili geldiğinde ben üç yaşlarındaydım. (Öyle anlatıldı.) Beraber oynadık, beraber büyüdük. Oynarken, eğlenirken, ayırımına varmadan birbirimizi eğittik. Çok geçmeden, bana karşı yapılan ani hamlelere tepki vermeye başladı. önüne konan süt ekmek karışımına hemen dalmaz yüzüme bakardı. Bu gibi alışkanlıklar içselleşmiş ki yetişkinliğinde de yabancı elden bir şey yemezdi ve dost bildiklerini korumaya hep hazırdı.
Ona göre değil amma bana göre arkadaşlığımız aksar oldu giderek. Nasıl olmasın ki bir yıl sonra o yetişkindi ben hala çocuk. Karşılaşmalarımızda, eskisi gibi oynamak, güreşmek istiyordu, beni yıkıp yalamak istiyordu. Yalancıktan ısırmak istiyordu. Buna karşın benim gücüm yetmiyordu ve kaçıyordum. Onu bile oyun sayıyordu. Sonunda, ikimiz de büyüklerden azar işitiyorduk.
Baharla birlikte koyun sürüleri kırda gecelemeye başladı. Mavili nerdeyse iki yaşındaydı artık. Kurtla güreşi destan olmuştu çobanlar arasında. Her çobanın ve sürü sahibinin imreneceği seviyede.
Yaz ortalarında bir gün, sürüden hiç ayrılmayan mavili, sağım için köye dönen sürü ile birlikte gelmedi. Yokluğu hemen fark edildi çünkü dönüşte ilk yapılan işlerden birisiydi köpekleri beslemek. Dedeme haber verildi. Dedem çobanı sorguladı. Gece yarısından beri görünmediğini söyledi çoban. Bütün gün sürüyü nerelerde otlattığını sordu dedem. Aklının bir kenarından da çobanın maviliyi satmış olabileceği geçermiş.
Sorgulamadan sonra dedem eşeğine bindiği gibi gitti
Bütün gün kırda köpek aramış. Akşam boş ve umutsuz döndü.
Ertesi gün, gelip geçen bir yabancı, komşu köyden kestirme gelmek istediğinden fakat yolunu beyaz bir köpeğin kestiğinden söz edince, o tarafı aramaya karar vermiş. Tam evden ayrılacağı sırada, dedesine, dedesinin asasından daha bitişik olan torunu -yani ben- gönül koyunca kucağına onu da alıp sürmüş eşeğini kırlara.
Yabancıdan öğrenilen doğrultuda, yirmi dakika kadar gittikten sonra, karga ve köpek sesinin yankılandığı bir yöne yöneldik. Yanılmamıştık. Havlayan maviliydi. Dikenler arasında çekirge kovalayan kargaları kovalıyordu. Dedem anladı. Mavili bir şeyi koruyordu. Kırda kalmış bir kuzudur dedi.
Bizi tanıyan mavili de dost tepkisi verdi. Bir diken kümesinden fazla uzaklaşmadan bize doğru havlıyordu. Köpekleri tanıyanlar, tehdit havlaması ile haber verme havlamasının farkını bilir. Gene de temkinli yaklaşıyordu dedem. Tam heybeden mavili için getirilen su ve yiyeceği alırken, dayanamayıp maviliye koştum. Mavili neşe içinde zıplıyor, bir bana doğru bir diken kümesine doğru gidip geliyordu. Dedem dur demeye kalmadan buluştuk. Beni diken kümesinin içine yönlendiriyordu.
Dedem geldiğinde, yumruk kadar bir enik, ben ve mavili sarmaş dolaştık.
Mavili de tek yavru doğurmuştu ve o da dişiydi. Onu da büyüttüm.
Öykünün sonu bende kalsın. Mavili hala yaşamakta.
 
 

21 Ocak 2016 Perşembe

YOL VE YOLSUZLUK HİKAYELERİ- 7

EKMEK TEKELİ
Tarihte ve günümüzde, mutlak yetkililer, etraflarına güven kabuğu oluştururlar. Bir tür karşılıklı yararlanma gerektiren bu çekirdek, kayırılan bir kaymak tabaka ile sonuçlanır. Kaymak tabakaya, yörüngede olmanın ödülü olarak ayrıcalıklar tanınır.
 
İngilizler demokrasi yolunda biraz yol almışlar fakat monarşi hala hayli yetkilidir. İşte o çağlarda, kral tarafından verilen imtiyazlar bir temsilci tarafından parlamentoda tek tek sayılmıştır. Yedi yüzü aşan tekel sahalarını sıraladıktan sonra, kinaye olarak, bunların arasında niye ekmek tekeli yok diye sormuştur. O günlerde bir tarihçinin yazdığı taşlama:
 
"Tekel tuğlası ile örülmüş bir evde yaşıyorum. Pencerem tekel camı. Tekel demirinden dökülmüş tekel sobasında tekel kömürü yakarak ısınıyorum....
Tekel sabunuyla temizleniyorum, çamaşırım tekel sodasıyla ağartılıyor. Tekel ipi ile dikilen, tekel kumaşından elbise giyiyorum. Ayakkabım tekel derisinden. Pantolonum tekel kemeriyle duruyor belimde. Ceketimin önünü tekel düğmesi kapatıyor.
Tekel etinden veya tekel balığından oluşan yemeğimi tekel tuzuyla ve tekel biberiyle tatlandırıyorum.  
Bunu size, gözümde tekel gözlüğü ile tekel mumu ışığında, tekel kalemiyle, tekel kağıdı üzerine yazarak bildiriyorum."

Not: Bu metni daha önce tam künyesini yazdığım "Why Nations Fail" adlı kitaptan derledim.

19 Ocak 2016 Salı

ÖĞRETMENİM-25

EDEBİYAT
Okuma alışkanlığı edinmiştim ve hiç bırakmadım.
Yazma hevesim vardı fakat süreklilik kazanmamıştı.
İlkokul beşte, bir 23 Nisan töreninde, kendi yazdığım şiiri okumuştum. Öğretmenim Emin Dereli, şiir kimin diye sordu. Ben yazdım dedim. Ses çıkarmadı. Demek inanmamıştı. Gene de törende okumama izin verdi.
Orta okulda, öğretmenim Hasan Karagöz tarafından çıkarılan kasaba gazetesinde iki yazım yayınlandı.
Lise birde, Ergenekon Destanı ile ilgili okuma parçasının sonunda, öğrenci tarafından pek dikkate alınmayan bir ödev vardı: "Destana göre gelenekleşen demir dövme töreni hakkında bir skeç yazın." Kısa bir skeç yazdım. Ertesi gün, edebiyat dersinde, öğretmenimiz Nazire Özünlü, bu skeci sınıftan istedi.. Benden başka kimse yazmamıştı. Okuttu. Tek oluşunun etkisi var mıydı bilmem, beğendi ve hiç hesapta yokken, yükseğinden bir sözlü notu yazdı sayfama. Birinci yazılıdan da yüksek not gelince, kendimi, edebiyat açısından farklı hissetmeye başlamıştım.
Derken, kompozisyon yazılısı olduk. Konu, kağıdın uygarlığa etkisiydi. Ben bilgi üzerine kurmuştum yazımı. Kağıt burada, çalışma ortamı, nakil aracı ve  arşivleme ortamı olarak yer alıyordu.
Yazılı sonucu geldiğinde, hayal kırıklığına uğradım. Beklediğim kadar parlamıyordu sonuç. Ne kadar kendimden eminsem, öğrenim hayatımın ilk, belki de tek itirazını yaptım.
Sonuç değişmedi. Derinliği az bulunmuştu incelememin. Örneğin kese kağıdı ve tuvalet kağıdı ele alınmamıştı.
Kese kağıdını biliyordum. O zamanlar, file ve kese kağıdı şehirli alışverişinin simgesiydi. fakat önemsememiştim.
Tuvalet kağıdını bilen kaç kişi vardı ki. Aklıma bile gelmedi.
 
Üstüne üstlük, çok geçmeden, Yunus Emre şiirinin yorumlatıldığı bir sözlü sınavda, sufi felsefesi konusunda yetersiz kalmıştım.  
Büyük edebiyatçı(!) çakılıyordu.
Kendimi eleştirdiğim zamanlar da oldu, öğretmenime gönül koyduğum anlar da. Hemen ekleyeyim: Bütün bu değerlendirme "bence" böyleydi. Öğretmenimin bendeki değişikliğin ayırımında olduğunu bile sanmıyorum.
Gene okuyordum, gene özel defterime arasıra birkaç dize şiir yazıyordum, gene iyi öğrenciydim fakat içimdeki yelken, fazla edebiyat rüzgarı almıyordu artık.
 
Bu bir serzeniş değil. Bu bir, sağa sola çarparak yolunu bulma öyküsü.  Hangi nedenin hangi sonucu vereceği zor kestirilen delikanlılık çağının yol arayışları. Sözel dünyadan sayısal dünyaya kayışın öyküsü.
 
Not: Ben emekliliğini yaşayan bir makine mühendisiyim.

12 Ocak 2016 Salı

ÖĞRETMENİM - 23

KOCA MEKTEP - RESİMLERLE
1950 li yıllarda havadan çekilmiş bir fotoğraf.
Sağ üstte Denizli stadyumu.
Stadyumun altında sağ tarafta, ileride bize yurtluk yapacak olan pansiyon binasının temeli atılmış.
Alta doğru görülen orta bahçeli büyük bina koca mektep. Binanın ana girişi alt ortada görünüyor.
Dolgu tabanlı, yüksek tavanlı, iki katlı bir taş bina.
Lise-1 de, üst tarafta, orta kapının solunda, birinci kattaki bir sınıftaydım.
Lise-2 de, binanın sağ tarafında, yukarıya doğru uzayan kanadında, ikinci kattaydım.
lise-3 de, sol kanattaki uzantının ikinci katındaydım. Parasız yatılı sınavına da bu sınıfta girmiştim. İlginç değil mi: Bir bakıma, başladığım sınıfta bitirdim liseyi.
Sağda, son ziyaretimizde, deprem hasarı nedeniyle yıkım kararı verildiğini öğrendiğimiz pansiyon binası. Daha sonra yıkılmaya başlandığında çekilmiş olan bu resim Koca Mektepliler gurubu içinde yayınlanmıştı.
Üç yıl evimiz gibi olmuş bu binanın yıkılması beni pek etkilemedi. Sıradan bir betonarme bina idi sonuçta.
Oysa, tarihi koca mektep binasının da başına aynı şeyin gelmesi, ihtimali bile sarsıyor beni. Hatta, stadyuma doğru üst kısma yapılan ve halen kullanımda olan, yeni lise binasını bile yıksalar pek umursamam.
Koca mektep başka.
Resimlerine baktığımda bile içim aydınlanıyor.
Cumhuriyetin aydınlanma hedefinin eseri o.
 
Çizgili pijamalarımızla yatakhanedeyiz.
Soldan, Ergül, Avni ve Ahmet ayakta, oturanlar, Burhan, Mustafa, İbrahim, Müjdat, M. Salih, Mansur ve en önde, Ali Kamil.
Bu on isimden beşi aşağıdaki resimde, İzmir'de bir arada. (Soldan sağa: M. Yavuzyılmaz, A.K. Yürekli, E. Yeşilada,
B. Uyaver, İ. Çorbacıoğlu ve A. Yücegönül )
Hiç değişmemişiz gibi geldi elli yıl sonra buluştuğumuzda.
Biz üşürken Burhan'ın pijamasız yatışı, burada bulunmayan kimi arkadaşların neredeliği, nasıllığı, Ergül sayesinde(!) Poyraz Osman'ın beni, adil bir şekilde sözlüye çekişi ve iltifatla(!) yerime gönderişi, vs. Epeyce kulak çınlattık.
 
Bizim kulaklarımız da çınlıyordu aynı zamanda. Sonradan duydum, bir gurup yatılı arkadaşımız, aynı gün Denizli'de bize paralel olmuşlar. Kulaklarımızı çınlatmışlar, yetinmemişler telekonferansla Ankara'dan İ. Helvacı takviyesi almışlar.
 
Adını andığım veya anmadığım tüm koca mektep arkadaşlarıma, hepinize bol selam ve esenlik dileklerimle. 
 


11 Ocak 2016 Pazartesi

ŞEYTANIN GÖR DEDİĞİ -2

BAŞKAN BABANIN KUZULARI
İzmir'de, liberal düşümce platformunda, başkanlık konusu tartışılmış. Bu toplantıda, TESEV başkanı Can Paker, başkanlık diktatör yaratır düşüncesini eleştirerek, ihtiyacı olan yasaları kim çıkaracak, bütçesini kim çıkaracak deyip yasama organının başkanda güç yoğunlaşmasını engelleyeceğini  savunmuştur.
Erkler ayrılığı mevcutsa bu doğrudur. Varsa ve diğer erklerden bağımsız çalışabiliyorsa.
Mevcut anayasada da erkler ayrılığı ilkesi var. İlke var amma çalışması erkler birbirinden bağımsız çalışıyor dedirtiyor mu? Evet demek zor.
C. Paker'in savına dönersek: Başkanın bir dediğini ikiletmeyecek bir meclis olursa ne olur? Böyle haller yaşanmadı mı, ilerde yaşanmaz mı? Yasama organının başkandan bağımsız davranabilmesi ve öyle kalabilmesi için başka kurum ve kurallara da ihtiyaç var.
Tartışmanın tamamında var mıydı bilmiyorum ancak okuduğum medyada bundan söz edildiğini görmedim.
Meksika bağımsızlık ilan ettiğinde, ABD başkanlarının yetkisini çok sınırlı bulan "İturbite", kendisini imparator ilan etmeye uygun bir anayasal yapı kurmuştur. Sonradan seçim yolu açılmıştır fakat Meksikalılar hala başkanlarına seçilmiş imparator gözüyle bakar. Kolonyal dönemde yerleşen ayrıcalıklar geçerliliğini hala, yer yer korumaktadır.
Yasa dışı ekonominin günümüzde bile  yaygın olduğu, son yıllardaki nispi ekonomik iyileşmeye rağmen, gelir dağılımının felaket seviyede bozuk olduğu ve bir jenerasyonda dünyanın önde gelen  zenginini haline gelen birini yarattıkları dikkate alınırsa, kim kimi kimin için yönetiyor ortaya çıkar.
Meksika örneğini, gücü dengelenmemiş ve kontrol edilemeyen bir güç odağının iyi sonuç vermediği bilinsin diye ekledim.

8 Ocak 2016 Cuma

ÖĞRETMENİM - 22

YENİ DÜNYAYA HOŞGELDİN
Önümdeki üç yılın büyük kısmında evim yurdum olacak pansiyon, hoş geldin yeni dünyana dedi bana. Yeni dünyam olacağını ben bilmiyordum ama o bunu biliyordu. Deneyimliydi. Benden önce de birilerini kucaklamıştı.
Çoğunluğu Denizlili olan fakat civar illerden de gelen onlarca kişiyle aynı çatı altında yaşamak yeni bir dünyaydı elbette. İzmirliler, Manisalılar, Muğlalılar, Burdurlular, Afyonlular vardı. Hatta Ankara'dan arkadaşlarımız vardı. Onlarla birlikte yiyecek, onların kimisiyle top oynayacak, kimisiyle sinemaya gidecek, kimisiyle şakalaşacaktım bundan böyle. Belki kimisine ben bir şey öğretecektim fakat mutlaka onlardan da bir şeyler öğrenecektim. Öğrendiklerimden bir kısmının ben farkında olacağım, büyük bir kısmı ise sessiz sedasız benliğime yerleşecekti.
Örneğin masa sandalye ile mesafeli bir tanışıklığım vardı. Bundan öte içli dışlı olacaktık. Yemek masası adabı değişecek ve giderek içselleşecekti. Kaşık ve çatal hadlerini bilecek ve diğerinin alanına sarkmayacaklardı. Sofra bıçağına henüz yer ayırmamışlardı.
Örneğin karnabaharla İzmirli arkadaşlarım tanıştıracaktı beni. Tabağıma yerleşen kızartılmış bir parçayı ben balık zannetmiştim ve yoğurdun ne işi var yanında diye düşünmüştüm. İlk lokmayı ağzıma atar atmaz, bu ne biçim balık diye tepkimi dışa vurunca, "Balık değil ki o. Karnabahar." dedi bir arkadaşım. İzmir'den yatılı gelmişti.
Kakaoyu ilk defa Sami'nin dile getirdiğini anımsıyorum. Sahurda iyi gider demişti. Önümüze konan yemeğin yanında, ortak aldığımız tereyağı ile tatlandırdığımız ekmeğimiz (usta kızartıveriyordu) ve yanında bol şekerli sıcak kakao olmayınca açlıktan gidecektik sanki.
Sami, Akil ve Osman Polatlı'dandılar.
Fikir kimden çıkmıştı anımsamıyorum, serin sezonda, izci kolu gibi uygun adımla ve uygun şamatayla, bir kilometre kadar uzaklıkta bir yere sıcak salep içmeye giderdik.  Önceden hiç salep içmemiştim.
Liseye gelene kadar ben rekabet yaşamadım. Başka yıldızların arasında ışığını fark ettirmek daha zordu. Kimi yerde tempo artırmak bir başka konuda da durumu kabullenmek gerekiyordu. Bunu öğrendim.
Ortak girişimi öğrendim. Birkaç arkadaşla harçlıklarımızı birleştirip her gün, iki günlük gazeteyi takip ediyorduk .
Erol Büyükburç ile Tayfun'u yarıştırır, Öztürk Serengil hayranlarıyla Sadri Alışık komedisinin seviyesini tartışırdık.
Ülkemizin gelişme koşullarını inceledik, sanayileşmede karar kıldık. Bizim parasız yatılı devresinden çok mühendis çıktı. Belki de bundan.
Bir arada yaşamanın yanında, mesafeli kalmayı da öğrendik yakın arkadaşlığı da.
Yutkunduğumuz haksızlıklar da yaşadık, küçük meselelere uzun uzun itiraz ettiğimiz de oldu. 
Pansiyon haklıymış. Yeni dünyaya girmişim. Ancak, ondan ayrılırken, daha başka yeni dünyalar olduğunu ben biliyordum ama o bilmiyordu.

AKLIMA GELDİ - 2

MERHUM KAMİL AMCADAN
Arkadaşım Mustafa Akkaya'nın babası merhum Kamil Amcadan söz etmiştim daha önce. Hastane koridorlarında gerilen benim gibileri, şakaları ve esprileriyle rahatlatmıştı. Ondan aklımda kalan birkaç Acıpayam fıkrasını paylaşacağım sizlerle. Bu arada, Kamil amca kendisi de Acıpayamlıydı. 
 .....
 
Umman teyze Denizli'de okuyan torununu ziyarete gelmiş Acıpayam'ın bir köyünden. Elinde bir adres var amma o, köyündeki gibi herkesin herkesi tanıyacağını sanıyor. Yürürken camın arkasında dikilen bir kadın görmüş. Onun bir vitrin mankeni olduğunu bilmeden, " A gızım," demiş. "Sen benim Ünzile'yi bilipbamın? " .
Yanıt çıkmayınca sorusunu yinelemiş. Yine yanıt çıkmayınca sinirlenmiş ve "gabbanalı," demiş. "Dudekleni boyeyince gendini kim zannedivedin gari?"
 .....
 
Umman teyze köyüne dönünce, gördüğü sokak aydınlatmasını kastederek: "Amanin gardeşle," demiş. "Denizli'de bi lambala vaa, bi lambalaa. Ne gazı vaa, ne de fatılı."

6 Ocak 2016 Çarşamba

ÖĞRETMENİM - 21

BİZİM SINIFTAN
Bir arkadaş seslenir arkalardan:
"Öğretmenim, Hasan hastalandı!"
 "Hemen revire götürün arkadaşınızı" der öğretmen.
Hasan'ı  iki arkadaş omuzlar, sıra araları dar olduğu için yan yan çıkmaya çalışırlar. Hasan omuzlayanlardan daha uzun olduğu için ayakları yerde sürünmektedir. Revir pansiyondadır ve bu şekilde götürülemeyeceğini düşünen Öğretmen:
"Yardım edin! Arkadaşınızın ayaklarından da tutun!" der.
İki kişi de  ayaklara saldırır ve karga tulumba çıkarılır hasta. Bir kişiyi de müdürlüğe gönderir öğretmen, haber verilsin diye.
Kısa bir süre sonra, birisi, "öğretmenim!" der, "arkadaşın sürekli kullandığı ilaçları var, pansiyonda dolabında. Giden arkadaşlar bilmezler."
Sözünü tamamlamaya kalmadan, "Sen biliyorsan git evladım. Yardımcı ol." der öğretmen. O da gider.
Beş on dakika sonra, gidenlerin hiçbirinden ses çıkmayınca, birisini daha gönderir öğretmen. Haber alsın gelsin diye.
Derken ders sonu zili çalar.
Şimdi soruyorum: Kaç kişi gitti?
Matematik dersine henüz geçmedik. Coğrafya dersindeyiz.



KİME GÖRE, NEYE GÖRE - 3

TOPLUM VE DEVLET
İnsanın tarımı (bitkileri ve hayvanları ehlileştirmeyi) öğrenmesiyle birlikte, bu nedenle ve bunun sayesinde, yerleşik hayata geçtiği biliniyor. Bunu izleyen gelişmeler de toplu yaşam, uzmanlaşma, ürün pazarı, toplu yaşamın yönetilmesi gibi gelişmelerdir.
İnsanlık, adına "devlet" denen, başkalarını yönetmekten sorumlu, başkalarının ürettiği değeri, o değerden payını da alarak, güvenceye alan, bu uğurda güç kullanma yetkisi de olan bir kurum yaratmıştır giderek. Toplumlar kimi zaman kendi oluruyla, kimi zaman kabule zorlanarak bir devlete bağlanmıştır. Binlerce yıl içinde gelişen bu süreç boyunca, devlet denen bu merkezden yönetme kurumu da gelişmiştir.
İlk dönemlerde,  kral, sultan melik vb. adlarla başa geçenin gücü, fiziki güçler yanında göksel güçlerle de takviye edilmiştir. Bu nedenle, antik çağdan yakın tarihimize kadar, krallar, silahlı güç kullanma yanında, tanrı olmak veya tanrının yeryüzündeki gölgesi olmak gibi değişik kimliklerle, toplumuna kendisini kabul ettirmiştir. Firavunlar tanrı, İngiliz kralları bir dönem tanrının yeryüzündeki gölgesi, Japon imparatorları güneşin oğlu diye anılmıştır örneğin.
Daha yakın çağlara kadar, ülkeler de kralların özel mülkü sayılmıştır. 
Modern çağda da toplumların şu nedenlerle devlet örgütüne ihtiyaçları vardır: İç ve dış güvenliğin sağlanması, hukuk düzeninin kurulması ve uygulanması, yeni nesillerin yetiştirilmesi, toplumun doğrudan veya dolaylı yararlanacağı alt yapıların inşası ve çalışır tutulması, ekonominin geliştirilmesi ve diğerleri.
Bunları yapmak için gereken kaynak, o toplumun doğrudan veya dolaylı gelirlerinin bir kısmına devletçe el konmasıyla elde edilir. Vergi sisteminin keşfinden önce devlet  "salma" yöntemiyle ve kimi yer altı veya yer üstü kaynaklarını elit tabakaya, hizmet veya kira  karşılığı tahsis ederek gelir  elde ederdi. Çoğu durumda, bu elit tabaka merkez gücün işbirlikçisi olmuştur.
Merkez gücün çıkarları ve tasavvurları, elit tabakanın ve/veya halkın çıkar ve planları ile çoğu zaman uyuşmamıştır. Merkez yönetici nadiren toleranslı davransa da çoğu zaman güç kullanarak karşı çıkanları yola sokmuştur.
Şimdi kime göre, neye göre sorusunun zamanı geldi.
Bu merkezi güç, yani güçlü devlet varken, neden insanlık tarihi demokrasi mücadelesi vererek bu gücü yeniden tanımlama yolunu aramıştır. Demokrasi bağlamında yapılan bu yeniden tanımlama sonucunda, devlet mi zayıflatılmıştır yoksa devlet adına yürütme gücünü bir şekilde elde etmiş olan hükümetlerin gücü mü?
Aslında, toplamda güç azalması görünmüyor demokrasi tarihi incelendiğinde. İngiliz ve Fransız devrimleri incelendiğinde, devlet gücünün azaltılması değil, gücün toplanmasına (totalitarizme) karşı çıkıldığı görülüyor. Bu ülkelerde ve giderek onlardan esinlenen diğer ülkelerde, devlet sistemi yeniden tanımlanarak, yürütme gücünün devlet organları arasında dağıtılıp dengelenmesi yoluna gidiliyor. Amaç gücün kötüye kullanılması olasılığını yok etmektir. Bu konuda yaygın bir sözle, "Güç bozar. Mutlak güç mutlaka bozar." Tarih de gösterir ki dengelenmemiş gücün yozlaşmadan kullanıldığı örnekler yok denecek kadar azdır ve o da kısa süreler içindir. Bu nedenle, toplumun geleceği için, mutlak güç mutlaka önlenmelidir. 
Önümüzdeki günlerde, demokrasi diyerek, darbelerin izi silinmelidir diyerek, halka anayasa yaptırmaktan söz ederek, yeni rejim tanımlamaları yapılacaktır. Önceden dillendirilen görüşlere bakarsak, amaçlanan tepede güç yoğunlaşmasıdır. Bunun siyasi literatürdeki adı totalitarizmdir, mutlakçılıktır.  Tepede birkaç kişinin sözü geçerse, o da oligarşidir. Bunların ikisi de demokrasi hedefine aykırıdır.
Amacın yukarıdaki hoş yakıştırmalarla paketlenmesini, döverken gülümsemeye benzetirim. Bu belki okşama gibi görünür uzaktan ancak dayak yiyenin acısını azaltmaz.
Gene tarih ve güncel veriler gösteriyor ki yürütme gücünün dağıtılıp dengelendiği ülkelerde gelir dağılımı da dengeli oluyor ve bu dağılımdan toplumun alt tabakaları da payını alabiliyor. Aksi halde, tepelerde güç yoğunlaşmasıyla birlikte gelirin de bir elit tabakada yoğunlaştığı görülüyor ve gelir dağılımı toplumsal istikrarı bozacak seviyede bozuluyor.

5 Ocak 2016 Salı

AKLIMA GELDİ - 1

PAMUK İPLİĞİ
Dostum Ali,
Sen imkan darlığı ve olumsuz koşullarda hayata tutunmaktan söz edince aklıma geldi:
Dünyaya gelişimiz bir kaos ortamının sonucu aslında. Yumurtaya ulaşan ilk sperm bir başkası olsaydı ben ne kadar ben olurdum?
Beni defalarca köpek ısırdı. Birinden birisi kuduz olsaydı ne olurdu?
Hayat pamuk ipliğine bağlı derler. Ham pamuk ipliği kolay kopar bilirsin.
Lise üçe geçtiğim yaz aylarında bir gündü. Değişmez görevim sulama sürüyordu, geceleri kırda yatıp kalkmacasına... Kardeşim akşamları can yoldaşı olarak geliyor, sabah ona düşen iş neyse ona dönüyordu. İş durumuna göre oyalandığı da olurdu. Öyle günlerden birisinde oldu olan.
Yerden su çekmekte kullandığımız bir pompa sistemimiz vardı. yedi sekiz beygir gücünde bir motorla döndürülüyordu. Motor eskiydi. 1948 yapımı. (Benle yaşıt.) Revizyon ve onarımla ayakta tutuluyordu.
Günün hangi vaktiydi anımsamıyorum fakat kardeşim Hüseyin ile beraberdik. Ya sabah saatleriydi ve Hüseyin henüz ayrılmamıştı, ya da o gün bir boşluk vardı da ayrılmamıştık.
Önce tulumbayı çalıştırarak pompayı ağızlatmamız gerekiyordu. Öyle de yaptık. Hüseyin tulumbayı aktif tutarken ben motorun başına geçtim.
Motoru çalıştırdım ve pompanın basıncını gözlemeye başladım.  Çekmedi gaz verdim. Çekmedi biraz daha... Sağ elim en üstteki benzin deposuna dayalı, sol elim gaz kelebeğinde. Motor yırtınıyor ancak basınç gelmedi. Derken, yüksek bir kırılma sesinin arkasından, büyük bir sessizlik.
İlk şaşkınlık anının arkasından yerde göllenen yağa ilişti gözüm. Motor öldü diye hayıflandım. "Motor patladı Hüseyin."
Kendi atlattığım tehlikenin henüz ayırdında değildim.
Sonra, önümde birkaç bin devirle dönen bir volan olması gerekirdi. Ve o yoktu. İkiye ayrılıp, bir yarısının sağ tarafa diğer yarısının sol tarafa fırladığını henüz bilmiyoruz.  Çevrede volan ararken parçalarını bulduk. Her biri on, on beş metre fırlamıştı.  Biri sağ koltuk altımda diğeri sol koltuk altımdan. Sağa giden, daha büyük olmasına rağmen, dönüş yönü etkisiyle daha uzağa gitmişti. Dizlerim seviyesinde, yüksek devirle yatay bir eksen etrafında dönen, beş kilo ağırlığında bir disk ikiye bölünecek  ve üzerine doğru eğilmiş duran bir bedene bir zarar vermeden uçup gidecek. Parçalanma anının bir miktar ötelenmesi veya öne alınması beni parçalamaya yeterdi.
Elli iki yıldır ben uzatmaları oynuyorum dostlar. Yaşamın kıymetini bilin. Yaşayanın kıymetini bilin.

4 Ocak 2016 Pazartesi

ÖĞRETMENİM - 20

KOCA MEKTEPTE İLK DERS
Ders zili çalmak üzereyken sınıfa girdik Ahmet'le birlikte. Ahmet'in yanı boştu. Aynı sıraya oturduk. Birkaç gün sonra, sınıf öğretmeni oturuşu boy sırasına göre yeniden düzenleyecekti. Müjdat Savran, Mustafa Akkaya ve ben girişteki ilk sıraya oturtulacaktık. Hemen solumuzdaki sırada Mansur Yumuşak otururdu.
Sınıfta hiç kız öğrenci yoktu. Sınıf arkadaşlarımın çoğu yatılıydı, paralı veya parasız.
İlk derse dönersek, ders zilinin üzerinden çok geçmeden sol kolunun altına sıkıştırılmış çantasıyla, hafif yan yürüyüşle öğretmen Poyraz Osman girdi sınıfa.
Esas adının Nazmi Kuzpınar olduğunu, takma adın bir Türk filminden yakıştırıldığını daha sonra öğreneceğim öğretmenin duruş ve hareketlerinde, ciddi bir farklılık vardı ve insanın gülesi geliyordu. Sınıf kapısından kürsüye varıncaya kadarki süre, karın kaslarımın kıpırdaması için yeterliydi. Zor da olsa renk vermedim sanırım. Sonradan katılmam nedeniyle, daha çok göze batacağımın bilincindeydim. 
Koca Mekteplilerin atmışlı yıllardaki mezunları, uzun uzun Poyraz Osman öyküleri anlatabilirler. Ben yaygın anlatılmayan birkaç yaşanmışlığa değineceğim sadece.
Nazmi Bey'in Kıbrıs duyarlılığı biliniyordu. O günlerde basından izlediğimiz bir Kıbrıs gerginliği vardı ve hatta Denizli'de düzenlenen bir protesto mitingine de katılmıştık. "Kıbrıs Türk'tür, Türk kalacaktır" sloganı bile atmıştık.(Aynı slogan ileriki yıllarda çokça tekrarlanacaktır.) Yani, bizde de Kıbrıs duyarlılığı vardı.
Nazmi Bey'den ders kitaplarında yeterince bulunmayan Kıbrıs coğrafyasını anlatmasını istedik. (Ders kaynatma isteği de var mıydı, bilmiyorum.) Nazmi Bey hevesle girdi konuya. Hem anlatıyor hem sıralar arasında dolaşıyordu. Herkes ilgiyle dinliyordu sanırım. Ben de dikkatle dinliyor ve coğrafya defterinin arka sayfasına kısa notlar yazıyordum.
Nazmi Bey'in sesi arkalardan geliyordu. Lefkoşe'nin nüfusu 48 bindir dedi. "Lefkoşe 48 000" yazdım. Lefkoşe ile ilgili bilgiler veren ses giderek yaklaşıyordu. Tam önümüze gelip sınıfa döndü ve "arkadaşınızın defterinde de yazıldığı gibi, Lefkoşe'nin nüfusu 48 bindir" diye tekrarladı. Sınıf mesajı almıştı. Anında defterler açıldı. Bilmediğim şey, iyi not tutan öğrenci olarak bellendiğimdi.
Lise son sınıfta bir ara, not tutmayı bırakıp dersi kitaptan takip etmeye yönlenmiştim. Bir gün, idare tarafından ikinci kata çıkan merdivende beni durdurdu Nazmi Bey. "Sen bu yıl niye not tutmuyorsun?" diye sordu. Ne gevelediğimi anımsamıyorum ancak not tutmaya başladım yeniden.
Atmışlı yılların sonunda veya yetmişli yılların başında, Ankara'da karşılaştığımızda, Ders Malzemeleri Genel Müdürlüğünde çalıştığını söylemişti bana. Sesinde bir hüzün gizlendiğini hissettim o konuşmada. İfade edemedim ancak ben de üzüldüm.

2 Ocak 2016 Cumartesi

ŞEYTANIN GÖR DEDİĞİ - 1

PARTİLİ BAŞKAN
Başkanlık sistemi bağlamında, ABD başkanının partisinden ayrılmadan başkanlık yaptığı belirtilince, şeytan gör dedi.
Tespitlerim şöyle: 
  • Bizim bildiğimiz anlamda siyasi parti yapılanması Avrupalı bir kavram.
  • ABD de siyasi partilerin tüzel kişiliği yok. Bu nedenle, parti adresi, parti başkanı, parti üyesi, parti teşkilatı gibi kavramlar yok. Örneğin, Mevcut ABD başkanı bir partinin üyesi de değil, başkanı da. Şu anda bir Amerikalıya Demokrat Partinin veya Cumhuriyetçi Partinin başkanı kim diye sorsanız, size şaşırarak bakar. Çünkü öyle bir kavram yok.
  • Genel düzeyde iki partili sistem görünüyor fakat yerel düzeyde onlarca parti var. Onlar da yukarıda anlatılan gibi, tüzel kişiliği ve teşkilat yapısı olmayan partiler.
  • Partiler seçim ortamında harekete geçen gönüllüler platformu gibi; seçim sonrasında sadece adı kalıyor.
  • Başkanı halk doğrudan seçmiyor. Halk başkanı seçecek olan "seçicileri" seçiyor. Seçicilerin sayısı, o eyaletin senatörleri ve temsilciler meclisi üyelerinin sayılarının toplamı kadar. Senatörler, temsilciler meclisi üyeleri ve eyaletlerin üst düzey yöneticileri seçici seçilemiyorlar.
Meclis veya senatoda, Demokrat veya Cumhuriyetçi  bilinen guruplar var ancak onları birbirine veya başkana bağlayan her hangi bir örgütsel mekanizma yok.
Senatörler ve temsilciler kendi eyaletlerinde seçilirken, bir üst örgüt etkisi yaşamıyorlar, çalışmalarını eyalette sözü geçen kişilerle yapıyorlar. Diğer bir ifadeyle, hiç biri başkandan veya alternatif başkandan (böyle birisi de yok aslında) siyasi gelecek beklentisinde olmuyor.  

1 Ocak 2016 Cuma

KİME GÖRE, NEYE GÖRE - 2

SİYASİ DİL
Yeni(!) anayasa gündeme geliyor gene. Bunun peşi sıra yeni, demokratik, sivil gibi nitelemeler ve halkın anayasası gibi vurgulamalar gelmektedir.
Siyasal bilimci değilim, hukukçu da. Ancak biliyorum ki anayasa toplumun çoğunluğunca onaylanan bir anlaşmalar zinciridir. Rejimi belirlerken, bir yandan devlet mekanizmasının yapısını, yetkilerini ve sorumluluklarını belirtir, diğer yanda da bireylerin ve onların oluşturduğu birliklerin özgürlük sahalarını ve haklarını belirtir. Gerek devlet mekanizması içinde belirtilen hukuk sistemi ile ve gerekse bireyler için sıralanan haklar listesiyle anayasa, esasen, halkın lehine yürütmeyi sınırlamaktadır; yani, halkı yürütme gücüne karşı korumaya almaktadır. Bana göre anayasanın temel kuramsal çerçevesi de budur.
Yukarıda sıraladığım nitelemeler, vurgulamalar ve benzeri algı oluşturma sloganlarını duyunca her zaman kime göre, neye göre sorusunu sormak isterim. Karşımdakinden veya kendimden bu soruya yanıt beklerim. Deneyimlerim de beni "kuşkucu" yaptı bu konularda.
Öncelikle belirteyim: Darbe anayasası, sivil anayasa veya halkın anayasası gibi sözler sadece pazarlama sloganlarıdır. Darbe anayasası kötüdür, meclislerce yapılan anayasalar iyidir gibi kategorik yaklaşımlar yanlıştır ve algı operasyonudur. Önemli olan içeriğidir.
Bunu şuna dayanarak söylüyorum: 1961 anayasası bana göre çoğulcu, demokratik, sosyal ve laik topluma en uygun olan ve ayrıca, güç kontrolü ve dengelemesini en iyi düzenleyen bir anayasadır. 12 Mart muhtırası ve 12 Eylül darbesi, sağcı iktidar odaklarının hedefi doğrultusunda, 27 Mayıs anayasasının inklusiv (kapsayıcı) yapısını budayarak daha az kapsayıcı hatta biraz ekstraktif (sıkımcı - ezici) hale getirmiştir. 1961 anayasası, 27 Mayıs ihtilali ürünü de olsa, o günden bu güne yapılan veya düzenlenen anayasaların en iyisidir.
Amaç iyiyi bulmaksa, 1961 anayasası başlangıç metni olabilir.
Başkanlık sistemi bu bağlamda en çok dillendirilen kavram olacağa benzer. Hatta anayasa tartışmasının amacı da zaten bu denebilir. Bu güne kadar bütün sağcı iktidarlar ve sağcı müdahaleler, nasıl demokrasi zarfı içine otoriter kavramlar sokuşturdularsa, bir başka tür sağcı iktidar olan günümüzün iktidarı da aynı yolu izleyecektir. Kendi rejimlerinin ve belki kendilerinin kökleşebilmesi için gerekli olan ortamı hazırlayacaklardır böylece, demokrasi diye diye. Başkanlık sistemi de bu yönde kullanılacaktır. 
Başkanlık sistemini incelemek için Avrupa'da örnek yok. Başkanlıklar daha çok Amerika kıtasında uygulanmaktadır. ABD sistemi dışında başkanlığın başarıyla uygulandığı ülke yok. Meksika'dan Arjantin'e kadar bütün orta ve güney Amerika ülkelerinin hemen hemen tamamında başkanlık sistemi vardır ve hepsi kusurludur ve ülkelerini geliştirememişlerdir. (Örneğin yirminci yüzyıl başında pek çok batı Avrupa ülkesinden daha zengin olan Arjantin, aynı yüzyılın sonunda iflasa düşmüştür.) Bu ülkelerin hepsinde otoriter ve güçlü başkanlar vardır, yolsuzluk vardır, insan hakkı ihlalleri boldur, bir kısmında kirli pazarlıklarla sürdürülen ülke bütünlüğü görülür, hemen hemen hepsinde felaket derecesinde bir gelir dağılımı gözlenir. (Güç yoğunlaşmasının olduğu bir yerde, gelir dağılımının dengeli olması bu güne kadar gözlenmemiştir.)
Bu durumda, şu veya bu nedenle illa başkanlık sistemi olacaksa, ABD sistemi üzerinden çalışmaya başlanabilir. Ben bunun yapılacağından, yapılsa da başarıya ulaşacağından şüphe ederim. Nedeni de "kime göre, neye göre" sorusuna benim bulabildiğim yanıt.
Siz de sorun. Bakalım ne sonuç çıkacak.