EDEBİYAT
Okuma alışkanlığı edinmiştim ve hiç bırakmadım.
Yazma hevesim vardı fakat süreklilik kazanmamıştı.
İlkokul beşte, bir 23 Nisan töreninde, kendi yazdığım şiiri okumuştum. Öğretmenim Emin Dereli, şiir kimin diye sordu. Ben yazdım dedim. Ses çıkarmadı. Demek inanmamıştı. Gene de törende okumama izin verdi.
Orta okulda, öğretmenim Hasan Karagöz tarafından çıkarılan kasaba gazetesinde iki yazım yayınlandı.
Lise birde, Ergenekon Destanı ile ilgili okuma parçasının sonunda, öğrenci tarafından pek dikkate alınmayan bir ödev vardı: "Destana göre gelenekleşen demir dövme töreni hakkında bir skeç yazın." Kısa bir skeç yazdım. Ertesi gün, edebiyat dersinde, öğretmenimiz Nazire Özünlü, bu skeci sınıftan istedi.. Benden başka kimse yazmamıştı. Okuttu. Tek oluşunun etkisi var mıydı bilmem, beğendi ve hiç hesapta yokken, yükseğinden bir sözlü notu yazdı sayfama. Birinci yazılıdan da yüksek not gelince, kendimi, edebiyat açısından farklı hissetmeye başlamıştım.
Derken, kompozisyon yazılısı olduk. Konu, kağıdın uygarlığa etkisiydi. Ben bilgi üzerine kurmuştum yazımı. Kağıt burada, çalışma ortamı, nakil aracı ve arşivleme ortamı olarak yer alıyordu.
Yazılı sonucu geldiğinde, hayal kırıklığına uğradım. Beklediğim kadar parlamıyordu sonuç. Ne kadar kendimden eminsem, öğrenim hayatımın ilk, belki de tek itirazını yaptım.
Sonuç değişmedi. Derinliği az bulunmuştu incelememin. Örneğin kese kağıdı ve tuvalet kağıdı ele alınmamıştı.
Sonuç değişmedi. Derinliği az bulunmuştu incelememin. Örneğin kese kağıdı ve tuvalet kağıdı ele alınmamıştı.
Kese kağıdını biliyordum. O zamanlar, file ve kese kağıdı şehirli alışverişinin simgesiydi. fakat önemsememiştim.
Tuvalet kağıdını bilen kaç kişi vardı ki. Aklıma bile gelmedi.
Tuvalet kağıdını bilen kaç kişi vardı ki. Aklıma bile gelmedi.
Üstüne üstlük, çok geçmeden, Yunus Emre şiirinin yorumlatıldığı bir sözlü sınavda, sufi felsefesi konusunda yetersiz kalmıştım.
Büyük edebiyatçı(!) çakılıyordu.
Kendimi eleştirdiğim zamanlar da oldu, öğretmenime gönül koyduğum anlar da. Hemen ekleyeyim: Bütün bu değerlendirme "bence" böyleydi. Öğretmenimin bendeki değişikliğin ayırımında olduğunu bile sanmıyorum.
Gene okuyordum, gene özel defterime arasıra birkaç dize şiir yazıyordum, gene iyi öğrenciydim fakat içimdeki yelken, fazla edebiyat rüzgarı almıyordu artık.
Bu bir serzeniş değil. Bu bir, sağa sola çarparak yolunu bulma öyküsü. Hangi nedenin hangi sonucu vereceği zor kestirilen delikanlılık çağının yol arayışları. Sözel dünyadan sayısal dünyaya kayışın öyküsü.
Not: Ben emekliliğini yaşayan bir makine mühendisiyim.
Sevgili çorbacı,olayları ne güzel özetliyorsun. Akıcı bir üslubun var. Bu yazıları daha çok kişi okumalı.Aynı yazıyı facebookta kendi sayfanda,Koca Mektepliler sayfasında da yayınlamalısın.
YanıtlaSilDüşüncem odur ki, sayısal dünyanın duygusal dünya ile ayrışımı -o da belli bir noktaya kadar- anlaşılabilir de, sözel dünyadan ayrıştırılması kesinlikle SÖZe hakim ol(A)mayan öğreten ve meslek koçlarının bir oyunu olmalı; sayısal dünyanın bir gerekliliği değil!
YanıtlaSilAksi durum, on yıllardır en az IQ kadar, hatta bazı alan ve aşamalarda daha da fazla üzerinde durulan EQ peşindeki çağdaş dünyanın bu çabalarını anlamsızlaştırır; ben de inanmam!