26 Haziran 2016 Pazar

UÇAK-5

 
UÇAK DÜNYASINA DALIŞ
   Eskişehir'e atandım. Nokta tayiniydi, hayal ettiğim bir noktaya, tasarım birimine.
   Geleneğe uygun bir şekilde Fabrika Müdürüne çıktım. Sert görünümlü bir mühendis albay, tanımazdan gelerek dinledi beni ve tek kelime etmeksizin, beni izle diyerek ofisinden çıktı. O önde ben arkada, komutan huzuruna çıktık. "Aksesuara aradığımız adamı bulduk." dedi. Sanki önceden kararlaştırılmıştı ve başarı dileğiyle kapandı konuşma.
   Tam hayal kırıklığı! Aksesuar! Bu da ne! İncik boncukla ne işim olur benim?
   Üzüntümü gören bir arkadaşım sordu: "Nereye verdiler?" Söyledim üzüntümü gizlemeden. "İstersen değişelim." dedi.
   Anladım ki Amerikan havacılığından gelen anlamsız bir terim bu. Şöyle anlatayım: Kaslar, iskelet, mide, barsak ve akciğerden oluşan bir biyolojik varlık olsun ve buna insan densin. Saç, kaş ve kirpik bir yana, beyin, sinir ağı, karaciğer, kalp, böbrek, damarlar, salgı bezleri, göz ve kulak aksesuar olsun. Saçma geldi değil mi? Bunların tamamına yakını insan için yaşamsal organ.
   Bana sorsalar, aksesuar yerine bütünleyici veya donatı derdim.
   İşte ben, motor ve uçak için yaşamsal olan fakat aksesuar diye anılan sistemlerin içine düştüm. Başlangıçta da, özellikle motor sistemlerine.
Benim bilmediğim, ambargo döneminde, işte bu aksesuarlardan da çok sıkıntı çekmişiz. Bundan ders alan yetkililer bu sahaya yatırım yapıp yeniden örgütlemişler. Ben de yükü ve heyecanı büyük olan ve projenin dış bağlantıları nedeniyle bilenlerin heveslendiği böyle bir göreve atandım böylece.

Uzun zaman kullanılan J-79 motoru. Üzerinde hiç aksesuar yok. Bu haliyle çalışmaz.

  Teknik ayrıntıya boğmayayım. Bu ve bunun gibi motorların dışına takılan ve motoru motor yapan sistemlerin yenilenmesi ve testi idi görevim.
   İleride kullanacağım için bu resim üzerinden birkaç tanımlama: Mavi kısım soğuk kısım ateşli görüntüsü olan kısım da sıcak kısımdır. Soğuk kısım dendiğine bakmayın, sağa doğru sıkıştırılan hava,300-500 derecelere ısınır. Ne kadar çok havayı ne kadar çok sıkıştırabilirseniz, içinde yakacağınız yakıt da o kadar çok olacağı için, motorun sıcak bölgesi performans tavanıdır geliştiriciler için. Alevin ve çok yüksek sıcaklıktaki gazların yaladığı malzemeyi düşünün. Üstelik bunların bir kısmı da çok yüksek devirlerde dönsün.
  
   Henüz uçak sistemlerinden söz etmedim. onun üzerinde de onlarca sistem ve alt sistem var. Her biri, pilotu ve uçağı salimen havada tutmak ve görevi icra etmek için, yeterli  imkan ve yeteneklerle donatılmış.
   Bunların çoğunu saymadım bile. Bu yazı dizisinden amacım da uçağı uçak yapan ve uçağı savaş uçağı yapan geniş yapıyı sergilemekti.
   Uçak yapıyoruz derken, sayılan sayılmayan yüzlerce alt sistemi ve binlerce bağımsız malzemeyi, kendiniz imal etmek veya tedarik etmek zorundasınız. Bütün bunları yerlileştirmek ne kadar mümkün. İçten ve dıştan geniş bir tedarik ağı oluşturmak zorundasınız.
   Başat birkaç ülke dışında, hiç bir ülke bu ağı kendi sınırları içinde oluşturamıyor veya teknolojisi elverse bile, ekonomik nedenlerle, bu ağı sınır dışına da açıyor.
(Devam edecek)

25 Haziran 2016 Cumartesi

UÇAK-4

 
ROKETLER
   Bu noktada, roketler üzerinden, karar sürecini anlatacağım. Bunu baştan söyleyeyim ki teknik düzeydeki sığlığın nedeni anlaşılsın.
   Hava Kuvvetlerinde yarı-zamanlı işe başladığımda, MKEK'nın 2,75 inçlik roket imali projesinde koordinatör atandığımı söylemiştim. 
   Örgütlü ve büyük hacımlı yönetimlerde, izleme ve ölçüm açısından dosya oluşturmak esastır. Bu nedenle, 2,75 inçlik roketlerin de bir dosyası vardı. İlk işim, doğal olarak, o dosyayı incelemek oldu.
   Askeri yardım denen şey, biraz ötekini kontrol altında tutmaksa, biraz da, yenilenmesi düşünülen sistemlerin eskisini, üstelik yardım (yani iyilik) adıyla, ötekine devretmektir. Hibe gelen hiç bir sistem son sürüm olamaz. ABD askeri yardımında da Alman askeri yardımında da bu gerçek değişmez. İşe yarar bir şey alabilmek için üç tane de çöp(!) alırsınız.
   2,75'lik roketlerde de böyle bir durum vardı. Devreden çıkarılması gereken bir roket fabrikasındaki 'devlet donatısı' makine teçhizat Türkiye'ye verilecek, MKEK da bunlarla roket fabrikası kuracaktı. ( ABD Pentagon üzerinden şirketlere para pompalar. Özel amaçlı donanımı devlet tedarik eder ve 'devlet donatısı - GFE' etiketiyle seçtiği şirkete verir. Konu gerektirirse ileride açıklarım.)
   İşler planlanmıştı ve gerçekleştirilen adımları da vardı. Yapacağım fazla bir şey yok gibiydi.
Başlığı takılı bir roket.
  Bu dosyanın ekinde bir başka şey yer alıyordu: 5 inçlik roketler. Konu şuydu: Yeterince roket motoru tedarik edilmiş fakat savaş başlığı yoktu.
   Motor sadece o başlığı hedefe ulaştırmak için vardır. Başlık yoksa motorun 'kıymet-i harbiyesi' yoktur.
   Yanılgı şuradan geliyordu. Alman yardımından yeterince savaş başlığı geldiği için başka tedariğe ihtiyaç görülmemişti. Ne var ki, bu başlıklar mevcut motorlara bağlanamıyordu. Çünkü alman, metrik dişli, amerikan ise Withward standardı.
   MKEK adaptör parça önermiş. Uzunluğu 50 mm., ağırlığı 650 gram artıran bir çözüm. Sonuç? Hiyerarşide hatırı sayılır noktadaki bir  yetkili, "Olmaz." demiş. "Roketin balistiği bozulur." Nokta!
   Diğer roketten biliyordum ki başlıklar farklı ağırlık ve uzunlukta. Eğitim başlıkları en kısa ve hafif, zırh deliciler daha uzun ve ağır. Bir önceki karardan kuşkulandım. Pilotlarla konuştum. Roket atışlarının balistik esaslarda olmadığını öğrendim. Roket motorunun itkisi ve kuyrukla verilen spin, başlığı hedefe yerçekimi sapmasından etkilenmeden (ihmal edilir seviyede) ulaştırıyordu.
Görüşümü sıralı amire ilettim. Kısacası, kabul edildi, denendi ve etkinliği görüldü.
Bunu anlatışımın nedeni, özellikle hiyerarşik kurumlarda, tek adam kararları salim bir yolu kolayca tıkayabiliyor.
   Aynı olay, daha sonra, 2,75'lik roketlerde de yaşandı. MKEK, ambargo döneminin sıkıntılarını da aşarak pilot üretimi gerçekleştirmiş ve testler olumlu sonuçlanmıştı. Seri üretim planlaması yapıyorlardı. Bir gün bir yetkili, elinde hava kuvvetlerinden aldıkları bir yazıyla geldi, panik halinde. Fizibilite çalışmaları zamanında belirtilen rakamın onda biri(!) kadar bir sipariş verilmişti. Telaşlanmakta haklıydılar. İlgili daireye koştuk beraber. Şube müdürü bizi nezaketle dinledi ve sıralı komutanıyla konuşmaya gitti. O sıralar ambargo esnemiş, Türkiye'ye F-4 (Fantom) verilmesi kesinleşmişti. Gelen yanıt: "Fantom gibi bir uçağa 2,75 taktırmam. onlar da 5 inçlik yapsınlar."
   "Albayım," dedim, " serçe avında saçma atarsınız, domuz avlarsanız mermi atmalısınız. Bu analizleri siz çok yapmışsınızdır."
   "Bak yakışıklı," dedi Albay. "Komutan kararını verdi. Vardır bir bildiği. Sen de öyle her şeye itiraz etme." Son cümle kibarca bir fırçaydı.
   Birkaç ay sonra Eskişehir'e atandığım için arkasını bilmiyorum. Eminim Mkek bakanlık kapılarında çözüm aramaya devam etmiştir.
   

23 Haziran 2016 Perşembe

UÇAK- 3

 
AMBARGO YILLARI
   Kıbrıs çıkarmasından sonra, ABD tarafından Türkiye'ye askeri malzeme ambargosu uygulandığını çoğumuz biliriz. Neler yaşandığını da işlerin içindekiler bilir. Bunlardan bir kısmını da görev gereği ben de öğrenmiş veya yaşamıştım.
F100 bombardıman uçağı
   Savaş uçaklarına değişik görevler için değişik patlayıcı kartuşlar takılır. Kimisi, komut verildiğinde bombayı (genel ifadeyle bağlı yükü) salar ve uçaktan iterek uzaklaştırır. Bir başka kartuş grubu pilot sandalyesini fırlatmak için gereken sıralı adımları başlatır veya yapar. Buna, sandalyeyi fırlatan roket de dâhidir. Bu tür malzeme, ömrü sınırlı malzemedir ve süresi geçince işlevini doğru yapamaz kabul edilir.
   Bir de, o günlerde savaş yükünü taşıyan emektar F 100 uçağının JATO'larını ekleyebilirim bunlara. JATO, sıcak havalarda, tam yüklü F 100'lerin kalkışına takviye itki veren, dıştan takma bir rokettir. Ambargodan önce başlamış olan MKEK JATO'su çalışması başarılı test sonuçları vermiş ve nasıl olduysa, ambargoya beş kala, ABD'den bolca JATO gelmiş. F 100'ler ömrünün sonlarında kabul edildiğinden, bu çalışma da akim kalmıştır.
   Stok seviyelerine bakarak, ve arkasının gelmeyeceği varsayımıyla, raf ömrü geçmiş kartuşlar, TÜBİTAK- GATÖM' de test düzeni kurularak test edildi. Ekipte ben de vardım.
   Eskimiş ve yeni kartuşların işleyişi karşılaştırıldı. Depo ömrü dolan kartuşlar, zannedilenin aksine, beklenen basınca yenisinden daha hızlı ulaşıyordu. Fırlatma sandalyesi için sıralı adımlar önemliydi ve bu hızlı yükseliş sorun yaratabilirdi ancak bunu test etme imkanımız olmadı çünkü sınırlı stokların testlerde harcanmasını yetkililer göze alamadı. Zamanlamada karışıklık yaratmaması için, imalat kafile numarası yakın kartuşları bir arada kullanmayı da önererek, kartuşların emniyetle kullanılabileceğini, altı ay sonra bir test daha yapılmasını kararlaştırdık ve heyet olarak imzaladık. Bomba-salar sitemlerinde bulgular emniyeti ihlal etmiyordu.  Ölçülen fark saniyenin onda birinden bile azdı.
   Kartuşlar böyleydi ancak, sandalye roketine bir şey yapamadık. Bir tanesinin bile teste feda edilmesi mümkün olmadı.
   O sıralar merhum Demirel yeniden başbakan olmuştu. Buna şunun için değindim: Şirket temsilcileri, ambargoya rağmen bu tür malzemeleri temin edebileceklerini söylüyorlardı. ABD askeri yardım kapısı kapalı olduğu için peşin para gerekiyordu. ( ABD bir gözüyle ambargo uygularken, diğer gözünü kapatıyordu sanırım.)
   50 000 ( yazıyla, elli bin ) dolar nefes aldıracaktı sisteme. Bunun için bile başbakana özel sunum yapıldı. Onun talimatı üzerine mesele çözüldü.
   Unutmayalım, uçak yapmak deyince, bunlar da var. Bunlar, bombalar, roketler, bomba tapaları, fişekler, mermiler  ve benzeri şeyler bir uçağı savaş uçağı yapıyor.
   Roketler konusunu burada da incelemek mümkün ancak onlara başka bir bağlamda değinmeyi düşündüğüm için şimdilik geçiyorum.
F 104 avcı uçağı
   O günlerde neyin sıkıntısı çekilmişse, o sahada ya MKEK görevlendirilmiştir ya da Silahlı Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı tarafından o sahada bir şirket kurulmuştur. Kimisinin amaçtan uzaklaştığı görülse de İşbir jeneratör, İşbir optik, aselsan, roketsan, havelsan gibi şirketler o günlerden ilhamla kurulmuştur. Hatta Eti Bank Seydişehir Alüminyum tesisleri de havacılık geleceği için kurulmuştur diyebilirim.
   Dizel-jeneratör grubunda da mı diye sormayın O günlerde öyleydi.
Şimdilerde gösteri uçağı ola F 5
   Kıbrıs gerilimi ile birlikte, bana verilen mastır izni (mastır değil, verilen ücretli izin) iptal edildi. Artık tam-gün çalışır durumdaydım. 2,75 inç roketler, aynı dosyanın ikramiyesi 5 inç roketler, MKEK ile yürütülen diğer projeler (beş dakikalık aydınlatma bombası gibi) ve TÜBİTAK ile bağlantılı projeler bana verildi.  
   Bir anekdotla bu bölüme son vereyim. MKEK'nın geliştirdiği aydınlatma bombalarını değişik açılardan denedik ve yeniden tasarladılar. Gerçek şartlarda bir deneme , bir de F 104 uçaklarında yapılacaktı. Üsse giderken, MKEK ekibinden bir çaylak mühendis, Abi bu bombalar uçaktan nasıl atılacak diye sordu. Soru banaydı ancak MKEK ekip lideri yanıtladı. "Sizi niçin getirdim sanıyorsunuz. Sizi kanatlara bağlayacağız kucağınızda bombalarla. Pilot bırak deyince bırakırsınız." Arkadan isyan geldi. "Ben bağlatmam. İstifa ederim." 

21 Haziran 2016 Salı

UÇAK -2

 
JET MOTORU
   Makine mühendisliğinin temel derslerinden olan termodinamik dersinde gaz türbin çevrimini derin derin inceledik. Burada hemen belirteyim, yaygın ağızda jet motoru denen şey bir gaz türbinidir. Çoğu zaman ben de bu terimi seçerim yazılarımda ve konuşmalarımda.
   İçten yanmalı motorlar bağlamında da gaz türbini motorlarını inceledik. İçten Yanma Laboratuvarındaki gaz türbini motoru kesitini saymazsak, çalışmalarımız hep teorik seviyedeydi. Burada kuramsal seviyeyi küçümsediğim sanılmasın. Bir şeyin kuramını kavrayamamış bir mühendis, teknisyen bile değildir.
   Sadece laboratuvar olanaklarının daha zengin olması gerektiğini kastettim.
   Akışkanlar dinamiği dersinde de türbin ve kompresörü inceledik. Hatta bir havacı mühendis aerodinamik bilmezse eksik kalır diyerek, tez konum gerektirmemesine rağmen aerodinamik dersi de aldım.
   Kendimce donanarak üniversiteyi bitirdim. Mastır yapma isteğimi komutanlar memnuniyetle karşıladılar. İki yıl tam maaşlı izin demekti bu. Burada ayrıntısı önemli olmayan bir iç kural gereği, tam izinli olmama rağmen, haftada iki gün bağlı bulunduğum dairede çalışacaktım.
   Bana görev de verildi: 2,75 inçlik roketler. Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu (MKEK) ile yürütülen bir proje idi. (Konu oraya uzandığında değinirim.)
   'Kendi uçağını kendin yap' havası yaygınlaşmıştı. Bu nedenle, yabancı şirket ziyaretleri ve doküman alış verişleri yaygındı. Türkiye'nin bu hevesinden onlar da yararlanmak istiyorlardı. Avrupa konsorsiyumunun hayli mesafe aldığı Tornado uçağı projesi bize tanıtılıyordu.
   Hava kuvvetlerine gönderilen Tornado adlı uçağın kavramsal tasarım dokümanını tercüme etmek, uçak ile ilgili ilk görevimdi. Çok amaçlılık esas alınmıştı ve hem bombacı hem avcı görevini karşılayabilmesi için de değişken geometri (kanatların açılıp kapanabilmesi) seçilmişti.
   Geliştirme maliyetleri satılacak sayıya bölüştürüleceği için, satış potansiyelini büyütmeye çalışıyorlardı. O sıralar uygulamada olan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ambargosu da Türkiye'yi Avrupa yönünde düşündürüyordu.
   Değişen koşullar ve benim bilmediğim nedenlerle böyle bir projeye katılmadı Türkiye.   
   Tornado'lar üretildi ve konsorsiyum ülkeleri kendi bünyelerine kattılar. Yeterli sayıya ulaşılamadığı ve maliyetler dağıtılamadığı için üretime erken son verildi. Almanya, İngiltere İtalya ve İspanya müşterekliği projeyi sürdürmeye yetmemişti.
   Fakat, Tornado ve Concord'dan elde ettiği bilgi tabanıyla, Avrupa, Atlantik ötesiyle başedebilen Air Bus uçaklarını yapabildi. 
   İngiltere'nin geçmişten gelen havacılık sanayisine, örneğin Harrier uçakları ve Rols-Royce gaz türbinleri, ve Fransa'nın Mirage uçaklarına ve Snecma motorlarına değinmeden geçmek hata olurdu.
   Fransa NATO'nun askeri kanadından çekilmeseydi, Mirage uçakları o kadar satılmazdı. Aynı şekilde, uluslararası bilinirliği olan diğer Fransız silah sistemleri de o kadar yayılmazdı.
   Bu da gösteriyor ki bağımsız uçak imalatı, politik bağımsızlık, çok yönlü dış ilişkiler, güçlü ekonomi ve sağlam bir sanayi yapısı  gerektiriyor. Sağlam sanayi yapısından kastım, çeşitli sahalarda yetkin ve rekabet gücü olan sanayi kuruluşlarıdır.
(Devam edecek) 
 

20 Haziran 2016 Pazartesi

UÇAK -1

 
GİRİŞ
   Değerli çalışma arkadaşım ve ebedi dostum Can Erel, emekli havacı ve uçak mühendisi olarak, ne yazık ki pek yakından izleyemediğim bir alanda dikkat çekmiş ve Kanada'daki bir kurumdan ödül almış. Sevindim, kutlarım. Bununla ilgili bir röportajını da dinledim.
   Bu söyleşiyi dinledikten sonra, benim de söyleyeceğim bir şeyler olmalı diye düşündüm. Aklımdan ilk anda geçenleri sıralayınca, doğrudan güncelden girmek yerine, geçmişi de kabaca toparlamak gerektiğini düşündüm.
   1966 yılında liseyi bitirdiğimde havacılık aklımın bir kenarından bile geçmiyordu. Mühendislik sevdasına kaptırmıştık bir kere. Özellikle de makine mühendisliği. Fakir ülkenin kalkınması sanayiden geçecekti ve o cephede savaşmalıydım. Makine mühendisliği de bu cephede öne çıkıyordu bana göre.
   Amacıma uygun gelişmeler sonucu Orta Doğu Teknik Üniversitesi makine mühendisliği öğrencisi oldum. Henüz hazırlık okuyordum ve maddi sıkıntı içindeydim. Henüz pardösü benzeri bir dış giysi alamadan güz yağışları başladı. Bir sabah yurttan okula gelinceye kadar yağmur içime işlemişti. Okutman Bayan G. Herseiser, ceketimi radyatör üzerine serdirdi ve beni de petek yanına oturttu. İsmin başındaki 'G.' nın Güneri olduğunu ancak yıl sonunda öğrenebildiğimiz değerli okutmanımızın bu ilgisi elbette takdire değer fakat bu 'sabah seremonisi' beni yerin dibine sokmuştu. Yerin dibinde titreyen İbrahim!
   İzleyen günlerden birinde, makine dahil, sayılan bölümlerde, Türk Hava Kuvvetleri adına öğrenci okutulacağı ilan edildi gazetelerde.
   Değişik bir bursluluktu bu. Ordunun meslek sınıfları için, özellikle tıp için, Ankara ve İstanbul'da kurumlaşılmıştı. Katılan öğrenciler, mensubu olduğu kuvvetin üniformasını giyecek ve bu kurum, kendi kuralları içinde, öğrencilerin iaşe ve ibatesini bedelsiz karşılayacaktı. Bana uygun geldi. Böylece, hesapta olmayan ve babamın nadir mektuplarından birini karşı görüşe ayırmasına rağmen, bizim havacılık başladı. Baba sözü dinlememekle iyi mi ettim acaba diye düşündüğüm olmuştur. Gelişen şartların hepsini birden değerlendirdiğimde iyi bir kararmış diyebilirim. Babaların meşhur 'ceketimi satar okuturum.' diklenmesine gerek kalmamıştı.
   Yüz yüze görüşmemizde babam da ikna olmuştu zaten.
   (devam edecek.)

SOSYAL PATATES - 3/3

 
YA DA ASOSYAL PATATES
   Ülkenin başkentinde ve başkentten küçük fakat ondan daha aydınlık olan Eskişehir'de yaşadıklarımdan kesitlerdi bunlar.
   Ege bölgesinin içlerinde bulunan memleketim Denizli'de de durum farklı değildi. Halkın iyi niyeti ve yönlendirmeye müsait inanç dünyası kullanılarak yatılı imam hatip lisesi açılmıştı ve köylerden öğrenci devşiriliyordu. Ortaokulu olmayan bir başka kasabaya imam hatip lisesi orta kısmı açılmıştı halkın bağışlarıyla.
   Gelişen gelir durumu ve küçük çevrelerin anlamsız benlik yarışı sonucu, caminin yolunu öğrenir öğrenmez hacca koşanlarla dolmuştu köy. İyi, güzel... Allah herkesin gönlüne göre versin ve çabalarını kabul etsin de düne kadar büyüğüm diye elini öptüğüm kadınlar elini uzatmaktan çekinir olmuşlardı. Kim 'daha koyu hacı' yarışı vardı gizliden. Eskiden görüştüğümüz ablaların patatesleri de benden uzaklaşıyordu sanki.
   Dedim ya! Ülkemizin en aydın şehri olarak bilinen şehrine, İzmir'e yerleşmiştim. Üstelik Çağdaş Cadde üzerinde bir evdi yerleştiğimiz ev . Öyküyü başlatan olaydan birkaç gün önceydi. Çağdaş Cadde boyunca yürüyerek eve gitmekteydim. Yaşamımın en büyük şoklarından birini yaşadım. Yokuş boyunca uzanan, hayli geniş kaldırımda, gezi temposunda yürümekteydim. Bir apartman girişinin önünde beş yaşlarında iki kız çocuğu oynamaktaydı. Aramızda dört beş metre mesafe vardı. Beni gören çocuklardan birisi, "Kaçalım erkek geliyor." dedi ve inine kaçan tavşan yavruları gibi içeri koştular.
   Aman Allah'ım! Bu nasıl terbiye, bu ne feci bir telkin! Kaç erkek geliyor!
   Demek ki burada da taassup adaları var.
   Apartmanımızda da tesettür konusunda titiz olan bir aile de var.
   İşte böyle. Durum bu ne yazık ki. Bir kadınla dostça bir temas ortamı oluşmadan önce mesafeli durmakta yarar var. Deneyimlerimin ruhuma yazdığı bir norm bu.
   İşte o gün, ben patateslere bakarken, C. Hanım bana bakıyordu. Umursamaz bir şekilde yürüyüp geçmedim fakat yardım teklifinde tereddütlüydüm. Baktı ve "Beyefendi birine benziyorsunuz ama hiç de öyle davranmıyorsunuz." dedi.
   Açıklama yapamazdım. Sadece özür dileyip yardım teklif ettim. Sanırım biraz geç kalmıştım. Sadece yerdeki son patatesi alıp uzattım kendisine.
   Cesur bir kadındı. Belki de son bir ders daha vermek istedi bana. "Adım C." dedi. "C. H." -İznini almadığım için kısaltma kullandım.- "Alt katınızın çaprazında oturuyoruz İbrahim Bey. Ben sizi alt komşunuzdan duyduğumla tanıyorum."
   Karşılıklı memnun olduk. İşte patatesin gizil gücü budur.

SOSYAL PATATES -2/3


YA DA ASOSYAL PATATES
   İlk evimin sahibine bir şey sormak için uğradığımda, kapıyı aralayan sahibe, kapının arkasından yanıtlamıştı beni: "Celdu da cittu. "
   Onunla böyle bir durumda (patates olayı) karşılaşsak, gözüme bakmak yerine, arkasını döner ve çömelirdi sanırım. Yapılacak şey ya hızla uzaklaşmak, görmemişçesine, ya da geri dönmek evde bir şey unutmuş gibi. Ağzını bile açmamalısın. Yabancı bir erkeğin sesini bırak, gölgesinden bile sakınmak zorunda o.
   Tarih boyunca ve özellikle islamiyetten sonra, kendi kocası ve erkek akrabaları dahil, erkekten sakınmakla geçer kadınların ömrü. Mahremiyet uğruna eve kapatılır. Bu bile çoğu zaman çilesini doldurmaz, şiddet görür; şiddeti kabullenmesi de öğretilir.
   Üretime doğrudan katılıp katılmamayla da ilgidir bu. Köyde kadın her türlü faaliyete katılır. Aksi mümkün değildir zaten. Dolayısıyla eve kapatılması da mümkün değildir. Şehirde ve sadece kocasının çalışması ile yaşam sürdüren kadın, ev kadını diye bir nitelemesi de var, evin (esasen kocasının) kölesidir artık. Efendisi kapının arkasından da konuşturur, hatta hiç konuşturmaz da. Dinle de meşruiyet kazanmıştır bu statü.
   Geçelim meselenin diğer bir yüzüne.
   Önemli bir süre de askeri lojmanda oturdum. Bilinen birkaç aile dışında 'kaçlı-göçlü' aile yoktu çevremizde. Bir büyüğümüzün eşi vardı; apartmanın komşuluk katalizörü ve bileşeni. Dostlukları sıcak tutar, mesafeleri kısaltırdı. Onunla karşılaşmak huzur verirdi hepimize. Onunla karşılaşsaydım kapı önünde ve yere saçılmış patateslerle cebelleşirken... Garanti veriyorum, "Yanlış yere patates ekmişsiniz T. Hanım." derdim. Ve eminim o da "Biraz daha mühendislik yaparsan tepemde, seni bu patateslere benzetirim." derdi. Bel ki başka bir şey ancak mutlaka bir cevabı olurdu hazırda. Belirtmeye ne hacet. Ortalığı da toparlardık bu arada.
   Emekli olup kiraya çıktığımda, komşularımızdan birinin adını da öğrenemedim iki yıl boyunca, sesini de duyamadım. Kara gözlüklerin arkasındaki gözlerin rengini de bilmiyorum. (Gözü var mıydı acaba.) Her halinden benden uzak dur mesajı yayılan bu kadının patateslerinden de uzak dururdum.
   Cumhuriyetin aydınlanma atılımı sonuca varamadan sonlanıyor mu acaba? İki yıl boyunca, Reşadiye Meydanı civarında sarıklı cübbeli sübyanlar geçirildi meydan okurcasına ve muhtemelen buna alışın mesajı vermek üzere.
   Küçük sanayi sitesinin içindeki cami cemaatının Cübbeli lakaplı birisi gelecek diye nasıl heyecanlandığını da gördüm hayretle. İran islam devriminde, yerel esnafın verdiği desteği hatırladım. Toplumların en tutucu kesimidir küçük zanaatkarlar ve küçük sermaye sahipleri. 
   (Devam edecek)
   

AKLIMA GELDİ-10

 
YER SOFRASI
   On gün kadar önce bir haber okudum. Rical-ul Alim ve Nisa-ul muvminatın katıldığı iftar yemeğinde, masa düzeni bozulup yer sofrası kurdurulmuştu. Gerekçesi de, gayet isabet buyurularak, peygamberimiz efendimizin hiç masada yemek yememiş olmasıydı.
   Bu tesbiti emir telakki etmek gerekiyordu ve neleri yapmamam gerektiğini araştırmaya başladım. Benim de Rical-ul muhterem arasına duhul edebilmem için dikkatli olmam gerekirdi.
   İlk aklıma gelen, bu yazıyı yazdığım bilgisayar oldu. Peygamberimiz efendimiz affetsin, bunu biraz ertelemek zorundayım. Başka ortama yazmam mümkün olsa da yayınlamam sorun olurdu.
   Konuşmalarımda mikrofon ve prompter kullanmamalıyım. Benim iradem dışında ancak mikrofon ve hoparlör kullanılarak ezan okunmaması da aklımın bir kenarında durmalı.
   Anlı şanlı otomobil fabrikaları o zaman daha kurulmadığına göre, çok geçmeden bir at edinmeliyim ve kısa mesafelerde yürürken de İtalyan ayakkabılarımı müzeye kaldırıp çarık giymeliyim. Uçak vesaire gibi uçan araçları yok saymalıyım. Allah nasip ederse niyetlendiğim hac farizası için de deve bulundurmakta yarar var.
   Diş fırçasını ve macunu çöpe atıp misvak kullanmalıyım diş temizliğinde.
   Hindi eti yememeliyim. Patatesten, patlıcandan, mısırdan ve domatesten uzak durmalıyım. Aynı bağlamda, bunlardan üretilen ürünlerden de uzak durmamalıyım. Çünkü Kristof Kolomp adlı kefere henüz bu ürünlerin ana yurdunu keşfetmedi.
  Hemen aklıma geliverenler bunlar. Arkasını araştırmak da boynumun borcu olsun. 
  Tesbitlerimi de din kardeşlerimle de hemen paylaşmalıyım. En iyisi feys-bukda  paylaşmak.
  Feys-buk mu dedim ben! Nasıl olacak!   
      

19 Haziran 2016 Pazar

SOSYAL PATATES -1/3

 
...YA DA ASOSYAL PATATES
Bol nişasta kaynağı.
Ayrıca komşuları tanıştırır.
   Bir dost sosyal medyada bir ileti paylaştı. Sosyal medyada insanlar resimlere bakar; canı isterse de bir butonla katılır.    
   Tezini test etmek için de bir sorusu ve cevaplama için istediği yollar var. Yani hem okuyacak kadar sabırlı olacaksın, hem de bildiğin yoldan değil de onun yönlendirdiği yoldan yanıt yazacaksın. Ya sabır!
   Sorusu, "Biz nasıl tanıştık?" idi.
   "Bizi patates tanıştırdı." dedim. Hatırlatmamı istedi.
 
--.--
   Türkiye'nin önde gelen birkaç şehrinde yaşadıktan sonra, Türkiye'nin aydınlık yüzü kabul edilen bir şehre yerleştim. Adresimde bile çağdaş kelimesi vardı: Çağdaş Cadde...
   Yeni bir apartmandan gönlümüze göre bir daire aldık. Birbirini önceden tanıyan sadece bir kaç aile vardı. Daire sahiplerinin önemli bir kısmı Almanya bağlantılıydı. Çoğu halen orada yaşıyordu. Sadece iki aile kesin dönüş yapmıştı. Diğer komşularımız arasında da bir sosyal taban birliği, hemşerilik veya meslektaşlık gibi ortak özellikler yoktu.
   Yeni taşınmıştım ve henüz alt komşu ile gönülden üst komşu ile mecburiyetten tanışmıştım. Göz aşinalığını saymıyorum çünkü komşu olduğunu biliyorsun fakat çoğunun adını bile duymamışsın.
   Bir gün dışarıya çıkıyordum. Apartmanın dış kapısını açtım, baktım ayağımın dibinde bir patates. Dışarı adım attım patatesin üzerinden. Apartmanın geniş girişine dağılmış başka patatesler de vardı. Soldan gelen bir hareket gözüme ilişti. Genç ve güzel bir  kadın, bir eli yerdeki patateste, gözleri üzerimde, duyabildiğim son nefesinden anladığım kadarıyla öfkeli, tanıdıktan sonra varsayabildiğim kadarıyla da küfür patladı patlayacak.
   O bu durumda yakalanmaktan rahatsız, - O dedim çünkü henüz tanışmıyoruz.- ben bu durumda ne yapacağına karar verememiş, tereddütlü ve şaşkın... Niye derseniz, anlatacağım zaten.
   Her uygar erkeğin bu durumda, tanışıyorsa doğrudan, tanışmıyorsa izin isteyerek müşkül durumdaki kadına yardım etmesi beklenir. Beni frenleyen  neydi: Deneyimlerim.
   Geçmiş yaşanmışlıklar ve ilişkiler her insanda yeni bir davranış kalıbı oluşturur. Anlatacağım gibi anekdotları tek tek düşünmez; onlardan süzülüp gelen deneyimini kullanır.
   (Devam edecek.)


15 Haziran 2016 Çarşamba

BÜLBÜLÜN ÇİLESİ- 4/4

 
BÜLBÜLÜN ÇİLESİ DİLİNDEN
   Ve bir gün Davut, "Safiye, ananı özlemişsindir. Seni köye götüreyim mi?" demiş.
   Safiye gerçekten anasını özlemiştir. Onunla koklaşırken, mutluluğunu paylaşmayı ve 'dil tutma' konusundaki nasihati esnetmeyi kurmaktadır çoktandır. Çok sevinir bu teklife. Sevinci yüzüne vurmuştur. İki kez başını sallar, evet evet anlamında.
 
   Davut bu teklifi bir plan uyarınca yapmıştır. Planı, Safiye'yi o diyerek köye götürmek, ana kız koklaşırken, "Şöyle bir dolaşayım. Son baharda yaban kazları geçer buralardan. Denk düşerse avlayayım." deyip kaçmakmış.
 
   Davut'un tüfeği Amansız  - karavana atınca İmansız -, av köpeği Zıpkın - mevsimi gelince Çapkın - ve kendileri yola çıkarlar. Çok geçmeden, henüz ovaya açılan boğazdayken,  çalıların arasından bir keklik sesi yükselir: Gak gak gabırak! Gak gak gabarak! Zıpkın, zıpkın gibi fırlar, Amansız ses yönüne doğrultulur, köpeğin ürküttüğü kuş fırlar ve uçmaya başlar. Ve Amansız ses verir: Güm!
   Olacak iş ya! Kanadı kırılan keklik, birkaç yalpalamadan sonra, Safiye'nin önüne düşer. Durumdan şaşkın Safiye, acıdan ve korkudan şaşkın kekliği bebek gibi kucaklar, uyutmaya çalışır gibi sallanırken, gözyaşları sicim olur akar. Bir ağıt tutturur ağlamaklı:
     
      Kınalı keklik, ötmeseydin olmaz mıydı?
      Ötmeseydin yârin seni bulmaz mıydı?
      Başına gelen dilin belası,
      Tutsaydın, güzel dilin durmaz mıydı?
 
      Anacığın sana öğüt vermedi mi?
      Tut o sivri dilini demedi mi?
      Başına gelen dilin belası,
      Tutsaydın, güzel dilin durmaz mıydı?
 
      Sussaydın, tutsaydın o güzel dilini,
      Kahretmezdin candan öte sevdiğini.
      Başına gelen dilin belası,
      Tutsaydın, güzel dilin durmaz mıydı?
 
      Ötmeseydin, zalım avcı duymazdı,
      Tüfek çekip kanadından vurmazdı.
      Başına gelen dilin belası,
      Tutsaydın, güzel dilin durmaz mıydı?

   Şaşkın şaşkın bakınan Davut da ağlamaklı olmuştur. Hem duygulanmış hem de Safiye'nin sesini duymuştur. Mahcup ve pişman bir durumda  "Eve dönelim mi Safiye." der. Safiye duymaz bile; başka bir dünyadadır adeta. Keklikle birlikte onun da kanadı kırılmıştır. Davut'un niyetini bilmese de kekliğe yaptığını görmüştür.

   Safiye'nin gülen gözlerini görmeyip, anasının etkisiyle kendisini başka duygulara kaptıran Davut'a kızgındım aslında. Safiye'nin mutluluğu hakkettiğini düşünüyordum. Davut'un az önce dinlediği ağıttan bir sonuç çıkarabileceğini de zannetmiyordum. 
   Elimden gelse, rüzgar olup fısıldardım Davut'un kulağına: "Git kaynanana anlat her şeyi bir bir. Noktasını virgülünü  atlama. Ancak O, onarır  Safiye'nin kırılan kalbini." derdim.
   Şaşkın ve suskun bakınan Davut, bir şey duymuş da anlamış gibi başını salladı.
   Mendilini çıkarıp açtı ve köşegeni üstünden ikiye katladı. Kekliğin kırılan kanadını düzgünce katladı ve mendili ile kuşun bedenine sardı. Çobanlıktan gelen tecrübesini uyguluyordu anlaşılan. Bir eliyle kekliği göğsünde tutarken öbür elini Safiye'ye uzattı gözleri gülerek ve "Hadi gidelim bir an önce. Sizin köydeki kırıkçı dedeye bunu sardırırız." dedi.   
   Safiye'nin, yaşamı boyunca, uzun uzun gözüne baktığı ikinci kişi oldu Davut.

13 Haziran 2016 Pazartesi

BÜLBÜLÜN ÇİLESİ- 3/4

 
BÜLBÜLÜN ÇİLESİ DİLİNDEN (3)
   Hayır duaları ile teklif kabul edilir. Yıllardır nasip bekleyen kız anası yeterince çeyiz biriktirdiğinden, uzun hazırlık zamanına ihtiyaç yoktu. Bu nedenle nişanlılık döneminin uzatılmasına gerek yoktu fakat 'uçuyormuş bunlar da' dedirtmemek için bir süre nazlanılmıştır. Nasipse harman sonu olsun denmiştir. Aradakilerin ikna becerisiyle, ilk yaz günlerine razı olunmuştur: Üç ayların hayırı anımsatılmıştır, biraz daha uzatılırsa Ramazan denmiştir, sonra, iki bayram arası düğün olmaz vs. 
   Duvak takılıp kuşak bağlanmadan önce anası öğütlerini sıralamış: "Kızım benim, güzelim! Evlenip gideceksin. Unutma ananın nasihatlerini. Kocan senin helalindir; ona yakın ol, başkalarına uzak... Kaynanan anandır. Bundan böyle, benim yerime koy... Bu evde seni sevenler olacak her zaman ancak oradaki ev evin olsun... Sen bizim parçamızsın. Ağzından çıkan sözü kalbimizle duyarız. Ancak, orada diline sahip ol da kalplerde dil yaresi açma. Kılıç yaresi onarmış da dil yaresi onmazmış... Ve bülbülün başına gelen dilinden demişler." 
   Derken, Mayıs sonlarında bir gün, zurna sesiyle klarnet sesi karışmış Damdibi köyünde. Damdibi'nde revaçta olan klarnet ve davulla zeybekler oynandıktan sonra, klarnetin acıklı nağmesiyle gelin çıkarılmış, Çamdibi alışkanlığı bağlamında da gelin ata bindirilmiş ve zurna eşliğinde, iki saatlik yürüyüşle Çamdibi'ne varılmıştır.

   Azı adetten çoğu meraktan ziyaretler de sonlandıktan sonra, Çamdibi'nde yaşam  olağanlaşmış, Safiye Davut'la, kaynanasıyla ve koyunlarla baş başa kalmıştır. Günler ve aylar geçerken, Safiye, anasının nasihatindeki mecaz anlamı mutlak haliyle uygulamış, kocasına ve kaynanasına hitaben ağzından tek söz çıkmamıştır. Sırası gelmiş öfkesini dağlara savurmuş, sırası gelmiş içinde kabaran mutluluğu gidip kuzularla paylaşmıştır.
   Bu arada, dağ köyü olan Çamdibi'nde zorlandığı zamanlar da olmuştur. Örneğin, bin adım ötedeki köy kuyusundan, her gün en az iki kez su taşımakta çok zorlanmıştır. Ancak, giderek oranın koşullarına alışmıştır. Hatta köy çöpçatanı kanalıyla anasına gönderdiği haberde, "Anam beni merak etmesin. Ben buraya alıştım. Yumalar yerine silmeler öğrendim; düğmeler yerine ilmeler öğrendim." demiştir. Onun nasihatlarına eksiksiz uyduğunun da bilinmesini istemiştir.
   Aslında, hiç olmazsa Davut'la  biraz konuşsam mı ana diye sormayı çok düşünmüş fakat bunu yad kulaklara duyurmaya arlandığından, haberciye söyleyememiştir.
   Diğer taraftan, kaynana dertlidir. "Bize az konuşur dedilerdi. Meğerse bu kız dilsizmiş." demeye başlamıştır. "Gönder oğlum bunu anasına. Bizi kandırdılar." dermiş dönüp dönüp. Davut umursamaz, geçiştirirmiş.
   İnsanlar, içgüdüsel olarak soylarını sürdürmek isterler. İşte bunu bilen kaynana, "Bundan doğan çocuk da dilsiz olur. Davud'um gönder bu kızı." demeye başlamış. Bir süredir, "Konuşmazsa konuşmasın. Hiç olmazsa başım dinç. Senin gibi car car konuşup erkenden kocasını 'imamın kayığına' bindirmez." diyerek diklenen Davut da çocuk sözü geçince kaymaya başlamış.
   Yıllardır sadece anasının sesine kulak vermeye alışık olan Davut, beklenen başka ses de gelmeyince, etkilenmeye başlamıştır. Safiye'nin sessizliğini sevgisizlik işareti gibi almış ve dertlenmiştir. Sevgi ateşi küllenmeye görsün, çabuk sönermiş. Nefesin sıcaklığı yanında sesin sıcaklığını bulamayan Davut da sonunda anasının akış yoluna girmiştir.
   (Devam edecek)

12 Haziran 2016 Pazar

BÜLBÜLÜN ÇİLESİ - 2/4

 
BÜLBÜLÜN ÇİLESİ DİLİNDEN (Devam)
   Seneler geçmiş, Safiye yetişkin bir kız olmuştu. Hatta yaşıtlarından evleneneler, dahası, çoluk çocuğa karışanlar vardı. Safiye cazip bir gelin adayı olarak görülmüyordu, kendi köyünde. Güzel değildi, akıllı değildi ve nibeten yoksul bir ailenin kızıydı. Bundan büyük kusur düşman başına...
   Durum umutsuz sayılmazdı gene de...
   Her köyde çöp çatanlar vardır ve bunlar köyler-arası da çalışırlar. Köy ölçeğinde birer  diplomattır bunlar. Karşılıklı beklentileri tartar ve müşterekleri değerlendirerek işlemeye değer bir hal ararlar. Her biri bir projedir onlar için. Işık gördükleri bir projeyi, müştereklikleri maksimize edecek, zıtlıkları da yok edecek veya önemsizleştirecek şekilde işlemeye başlarlar. Araçları yalan değildir; 'söz törpüsüdür'. Söz törpüsüyle sivrilikleri törpülerler ve beklentileri uyumlulaştırırlar.
   Bir de, nedense, bu meslek kadınlara hastır ve bunların da çoğu duldur.
   Haftalık çöpçatanlar toplantısı her pazar günü Hüdaverdi kasabasında kurulan peynir pazarında yapılsa da, telefonsuz bir devirde, gelişmelerin hızına bakıp, şayet kuşlardan yararlanmıyorlarsa, telepatik yöntemler devrede diyesi geliyor insanın.
   Yıllar önce, üç ayların birincisinin Nisan ayına düştüğü bir yılda, Damdibi köyünün çöpçatanıyla Çamdibi köyünün çöpçatanı, peynir pazarının bir köşesinde fısıldaşmaktalar. Damdibi köyünden Safiye hakkında konuşuluyor. Bu kulağıma geldi fakat Çamdibi temsilcisinin kimden söz ettiğini duyamadım.
   Çöpçatanlar, mahalle baskısı oluşturmakta da ustadır. Köyde işbirlikçileri vardır. Hedef aileye kuşatma uygularlar hep birlikte. Ben de o kanaldan duydum. Adına uygun bir dağ köyü olan Çamdibi köyünde, adı Davut olan, anasından başka kimsesi olmayan, çobanlıkla geçimini sağlayan bir genç varmış. Köyün diğer ailelerinden toplanan koyunlar ve kendisinin yirmiye yakın koyunuyla oluşturulan bir sürüyü güdermiş sarı çam dağlarında. Sol bacağının kısalığı, hafiften saflığı ve yoksulluğundan başka bir kusuru yokmuş. Boyu posu da, kaşı yaşı da Safiye'ye uygunmuş. Çöpçatanlar birliğinin her nasılsa gözünden kaçtığı için, onun da evliliği biraz gecikmiş. 
   Safiye'nin anası, giderek gelen teklife olumlu yaklaşmaya başlamış. Hak vaki olup öbür dünyaya gittiklerinde, Safiye'nin gelinlerin oyuncağı olacağından korkarmış ne zamandır. Helal süt emmiş birine kızını emanet etmenin duasını edermiş hep. Üç ayların uğuruna inanmış bir mümine olarak, duasının  geçtiği düşüncesiyle, hayırlı bir gelişme görmüş bu teklifte.
   Safiye de razı olursa, ötekiler (ailenin diğer bireyleri) kolaymış zaten. Safiye'yi de, anası ve Davut'un koyunları ikna etmiş sonunda.
   (Devam edecek.)
   

11 Haziran 2016 Cumartesi

BÜLBÜLÜN ÇİLESİ- 1/4

 
BÜLBÜLÜN ÇİLESİ DİLİNDEN.
 
   Orta boylu, etine dolgun bir kızdı Safiye. Kafası bedenine göre biraz küçüktü fakat saçları ve baş örtüsüyle bu orantısızlığı iyi gizliyordu. Aslında bu gizleme, Safiye'nin anasının marifetidir. Onun yönlendirmesi ve telkiniyle, bu şekilde taranmayı ve örtünmeyi alışkanlık haline getirmiştir Safiye. Bunun yanında, Safiye'nin yaz kış yarım topuklu ayakkabı giymesi ile ilgili bir söylenti var: Güya Safiye çıplak ayakla yürürken ayak parmakları üzerinde yürürmüş. Yarım topuklu ayakkabıyla yürüyüşü gözden kaçırılırmış. Ben gözümle görmedim; öyle söylüyorlar. Okul yıllarında bu gözümden kaçmış nedense.
_._
 
   Ben onu öğrenciliğinden tanıyorum. Okul hayatında gözlediğime göre, az sayıda yaşıtıyla arkadaş oluyordu ve az konuşuyordu. Konuşmayı başlatmakta da sürdürmekte de sıkıntılıydı genellikle. Onu iyi tanıyan, sözünü kesmeden  veya mimikleri veya hareketleriyle onun dikkatini bozmadan dinleyenlerle, nispeten daha düzgün ve akıcı konuşabiliyordu. Fakat kiminle konuşursa konuşsun, konuşma sırasında veya konuşulanı dinlerken, göz temasından kaçınırdı. Bu nedenle olsa gerek, garibim kimsenin canını yakmasa da ona  'yere bakan, can yakan' lakabı takılmıştı. Duyduğum diğer bir lakabı da 'çam deviren' idi. Bunun nedeni de söz ve mimikleri birleştirememesi ve sözcüklerin mecazi anlamlarını kullanamaması nedeniyle, şakadan anlamaması ve sözcük şakası yapamamasıydı. Nadiren konuştuğunda da ne söyleyecekse gümbür gümbür söylemesiydi.
   Diğer insanlarla ilişkilerinde, büyük küçük fark etmez, siyah ve beyaz gibiydi; ara renkler yoktu. Rol yapmaz, 'gibi' davranmasını bilmezdi.
   Başarısız bir öğrenciydi; öğrenme güçlüğü çekerdi. Güçlüğün nedeni de seçicilikti. İlgisini çeken ve somuta dayanan derslerde nispeten iyiydi. Kimi derslere veya konulara kısmen veya tamamen kapalıydı. Bölüştürmeyi bilir amma bölmeyi bilmezdi. Kendi başına türkü söyler fakat sınıfta söyleyemezdi. Aynı şekilde uzun bir şiiri ezberleyebilir fakat iki kişinin önüne çıkıp söyleyemezdi. Bir öğretmen olarak, onun özel eğitim kapsamında olması gerektiğini biliyordum fakat beş sınıfta seksen öğrenciden sorumluydum ve çoğunluğa yönelmeye mecburdum.
   İnsan söz konusu olunca bu kadar seçici olan ve çoğunluğuna uzak davranan Safiye, tam bir hayvan dostuydu. Kuzularla tatlı tatlı konuşurdu örneğin. Sıradan insanın önemsemediği özellikleri kullanarak, hayvanların her birini tek tek tanıdığı söylenirdi. Kırk koyunun arasından, aralarında şöyle bir dolaşarak, eksik  olanı kendince verdiği isimle belirttiği söylenirdi. 'benekli yok.' dediğinde,  sağ kulağında ona has bir benek bulunan koyundur eksik olan. Bunları gözüyle görenler söylüyor.
   İnsanlara karşı seçiciliği kendi ailesi içinde de görülürdü. Anasına karşı koşulsuz güven duyar ve itaat ederdi. Ailenin erkek bireylerine de mesafeli davranır, tedirgin olduğu hallerde, göz temasından kaçınmadığı tek kişi olan anasının gözüne bakardı, bir işaret beklercesine.
   (Devam edecek.)

5 Haziran 2016 Pazar

AKLIMA GELENLER- 9

 
KÜÇÜK ASKER
   Bu gün doğum günü iletileri alıyorum. Dostlar sağ olsun.
   Bundan aklıma geldi.
   Muhtemelen 1950 yılı başında, üç kızdan sonra peş peşe iki oğlu olan Rabia ve Ahmet Çorbacıoğlu sevinçli ve gururludur. O günlerin sosyal ve ekonomik koşulları gereği erkek çocuğu çok önemli.
   Hayaller kuruyorlar. Herkesin hayali kendi dünyası çerçevesindedir. Onlar da çift çubuk sahibi iki oğlan hayali kurarlar: İki oğlan, iki kuvvetli at çifti, şıngırdaklı iki at arabası ve oğlanlar çift sürmekten dönüyor, biri doğudan, diğeri batıdan. İki araba koca kapının önünde buluşuyor her nasılsa ve oracıkta kurban kesiyor ana ve baba.
   İşte bu sarhoşluk içindeyken, birisinin aklına gelir oğlanların henüz nüfus kaydının olmaması. Aynı yılın Haziran ayı başlarında, baba köy muhtarına, Çivril'e gidince bizim oğlanları kaydettiriver der. Sorulması üzerine, " İbrahim iki buçuk yaşında, Hüseyin altı aylık." der. Devletle vatandaş arasında her konuda muhtar devrede demek ki. Neyse, muhtar nüfus kaydını yaptırır.
   Oğlanların büyüğü beşine, küçüğü üçüne gelmiştir. Küçüğü köy odasında 'ben bir küçük askerim' şiirini söyler. Alkış da alır. Hatta birkaç dede delikli para (iki buçuk kuruş) vermiştir ona. Aynı şiiri, hatta başkasını, büyüğü de söyler ancak aynı karşılığı alamaz. Çünkü o büyüktür.
   Yıllar geçmiş, doğan büyümüştür. İbrahim orta okuldadır. Hüseyin ise ilkokul sonundadır. Bir gün, Hüseyin için askerlik yoklaması ihbarı gelir. Nasıl olur, bu çocuk on ikisinde daha. "Hayır!" der devlet. "Kayıtlarımız on sekiz diyor."
   Dedesi takılıyor: "Üzülme oğlum Hüseyin. Beraber gideriz. Tayını paylaşırız; nöbetlerini de ben tutarım. 'Küçük asker' şiiri de zaman zaman tekrarlanır.
   Sonuçtan anlaşılan şu: İki buçuk yaşında olan iki yaşında diye, altı aylık olan ise altı yaşında diye kayda geçmiştir. Birincisindeki altı aylık fark önemli bulunmamış fakat önemli olan ikincisi, mahkeme kararıyla düzeltilmiştir. Hakim karşısına dizilen beş çocuğu göstererek, bu bunun büyüğü, bu da en büyüğü; bu bunun küçüğü, bu da en küçüğü diyen iki tanığı ve karşısındaki gerçeği dikkate alan hakim, Hüseyin'i altı yaş küçültmüştür.
   
   İşte böyledir bizim doğum günlerimiz. Anam sen Sefer (o 'zafer' derdi) ayında doğdun derdi. Kimisi burçak yolmasında, kimi bostan bozumunda doğmuştur.
   Resmi(!) doğum günümdür 5 Haziran. Dostlara resmen teşekkür ederim.

2 Haziran 2016 Perşembe

Öğretmenim (devam)


Adamın Derdi Öküz, Karının Derdi Sakız
   Sevmediğim bir deyim olmasına rağmen kullandım bunu; üstelik bir de başlık yaptım. Birlikteliği olan iki kişinin ilgileri veya öncelikleri arasındaki zıtlığı iyi anlattığını düşünüyorum. Adama olumlu ve ciddi, kadına olumsuz ve değersiz pay verdiğini bilerek ve  kastımın bu olmadığını belirterek kullanıyorum. Tek amacım ikililer arasındaki ilgi uzaklığı.
   Bir başka öyküde, 'öf be! Daha on bir on iki yıl daha!' diye tahsil hayatının uzunluğunu gözünde büyüten çocuk, o uzun yılların altısını devirmiş, delikanlı olmuş. Lise bitmek üzere. Sadece mezuniyet sınavları kalmış geriye.
   1966 yılının Mayıs ayının on sekizi... İşte bu gün, işte o genç, gelecek günleri düşünmektedir. Birden bir bıçak saplanır yüreğine: On gün içinde üniversite sınavına başvuru yapılacak ve henüz yatırılacak harç için beklediği para gelmemiştir. Bir aksilik olur da başvuru süresi kaçarsa, çocukluğundan beri hayalini kurduğu üniversite yolu kapanır, bir yıllığına veya ebediyen. O kaçınca başka yollara gidilebilir örneğin. Bir yıl açıkta beklemeyi göze alamazdı.
   İşi sağlama almanın tek yolu köye kadar gidip parayı alıp dönmek gibi görünüyordu. Lise sonlar 19 Mayıs'ta görevli değildi ve bayram tatili bu yola fırsat veriyordu. Ancak, yatılılara izin verilmeyeceği duyurulmuştu. Önceden aklına gelseydi ve idareye mazeret belirtseydi  belki izin alabilirdi. Resmi tatil başlamıştı ve idare kapalıydı. Öyleyse izinsiz gidecekti.
   Düzenin önceden belirlenen bir biçimde yürümesi için, düzenin tüm elemanları o biçime uymalıdır. Buna uyulup uyulmadığını ölçmek ve gerekirse düzeltici önlem almak için de başa idareciler oturtulur. Bu bakımdan, idare edenler, idare edilenlerden daha titizdir kurumsal disiplin konusunda. Bunu şunun için anlatıyorum: İzinsiz gidişin sonu, ilk fırsatta müdürün huzurunda sonlanır. 'idareye çıkma' konusunda deneyimli olmasa da sonucu kestirebilmektedir genç. Mazereti idare korkusundan daha baskındır. Göze alınmış bir risktir bu. Gidecektir.
   18 Mayıs akşamı köydedir. Vakit geçirmeden meseleyi anlatır. Annesi ve babası şaşkınlıkla birbirine bakarlar. Bir açıklama yapılmaz fakat 'iyi ki gelmişsin' denir. 'Sabah ola hayrola! Hallederiz.'
   Gereken parayı alıp dönmüştür genç. Sabahçı olduğu için öğleden sonrası boştur. Yatılı hayatta fazla nakit ve çerez uzun süre taşınmaz. Fare çeker. Başvuru işini hemen o gün bitirmelidir.
   Öğle yemeği sırasında müdüriyetten davet gelir.
   Müdürün huzurunda mazeretini anlatmayı kurar aklınca. Anlayışla karşılaşacağını ummaktadır.
   Ancak, kurumsal disiplinin zirvesi öyle düşünmez. Girer girmez şamarı yapıştırır gence ve ağzını açama fırsatı dahi vermeden onu defeder.
   Örgüt disiplini korunmuştur. Dayak yemeye alışık olmayan, onurlu bir genç, bir şamarla yola getirilmiştir.
   Hemen o gün sınav başvurusu yapılmış, en büyük risk, göze alınan bir başka risk ile ortadan kaldırılmıştır.
   Ancak, o gün o gencin kalbinde açılan yara, elli yıl sonra sızladı. Meraklanmayın, yara kanamış değil.