31 Aralık 2016 Cumartesi

Akşam Karanlığında Cinayet-4

 
4 - Sarı Traktör
 
    Alaca karanlık kuşağının karanlık çetelerinden söz edildi daha önce. Bunlardan birisi de Ulakoğlu çetesiydi. O günlere kadar onun bunun tarlasında yarıcılık yapan Ulakoğlu, gene daha önce değinilen Caferoğlu'nun zulasını patlatınca almış bu işin tadını. Dinar'da oturan bir kaçakçı baronu eliyle küçük çapta yürüttüğü silah ve mermi işi nedeniyle, zuladan kaçırdığı malı da ona götürmüştür. Oysaki o kişi afyon işi de yapmaktadır. İşte o gün başlayan kaçakçılık, afyon sakızı alıp satmakla kalmamış, diğer çetelerin gizledikleri malları çalmak ve punduna düşürdüğü hallerde, tehditle çetelerin veya üretici çiftçinin malını gasp etmek yoluna da girmiştir. İkişer yaş arayla gelen altı oğlan sanki bu iş planlanarak doğmuş ve bu işe göre yetiştirilmiştir. Tabanca ve mermi kaçakçılığı da eğitim etkinliği olmuştur onlar için. Hepsi birbirinden acımasız  ve birbirinden kurnazdır. Ve pervasız... Hatta giderek daha pervasız... Korksalar da korkusuz görünmeyi, yenilseler de kalkıp yeniden saldırmayı öğrenmişlerdir. Dayanışmanın verdiği güçle de daha cesur ve daha amansız olmuşlardır.
    Ulakoğlu ile sürtüşmeyi göze alabilecek aile yok gibidir koca köyde. Aman onlara bulaşma diye nasihat verilirdi analarca; babalar kanat gererdi yanlış yönlenen çocuklarına.
    Kurnaz ve yüze gülücü olan Ulakoğlu, diş geçiremeyeceği kolu ısırmazdı zaten. Buve benzeri haller, gözü yılmış halk arasında, dokunan yanar imajını büyütüyordu olabildiğince.
    Öte yandan, gücün ve güç birliğinin verdiği pervasızlıkla, Ulakoğulları'nın yolu Emrullah ile kesişir. Zulasını temizlemek üzere olan küçük Ulakoğlu'nu Emrullah yakalar. Suçüstü yakalanmasına rağmen küçük Ulakoğlu dik durmaya çalışır ve malı bırakmaya yanaşmaz. Oldubittiyi kendine yediremeyen Emrullah, şımarık çocuğu döverek malını geri alır. Nedenlere bir de öç alma eklenmiştir böylece. Öç isteğini ve öfkeyi kabartan şey, olayın kendisinden çok, başkalarınca görülmüş ve duyulmuş olmasıdır. Ulakoğlu namı leke kaldırmazdı. Leke sürmeye yeltenenin dersi verilmeliydi. Son zamanlardaki takipler de bundan sonra başlamıştı zaten.
    Bir gün, Emrullah'ın bir köşede birisiyle fısıldaştığı görülmüş. İşin aslı da hemen tahmin edilmiş: Öteki elindeki malı teslim edecek. Görüşmenin sonunda Emrullah kahveye girip bir çay söylemiş. O çayını yudumlarken, yakınlarda bir yerde erketeye yatan iki Ulakoğlu'na haber ulaştırılmış bir yakınları tarafından.
    Gözetlemenin neticesinde Emrullah'ın nereden nereye gideceği tahmin edilebiliyormuş. Kahveye çıkarken ailesini kaynanasına bıraktığı da bilindiğine göre, önce malı alacak, sonra çocuklarını alacak, o saatte malı zulalamaya gitmeyeceğine göre, hep beraber evlerine gidecekler. 
    Kayınpederinin evinin Emrullah'ın evine giden ara yola açılan bir penceresi vardır fakat avlu kapısı, uzun bir avludan sonra karşı tarafa açılır. Bu nedenle, Emrullah pencereyi tıklattıktan sonra, son görüşülen konunun bağlanması, vedalaşılması ve dolaşılıp gelinmesi beş dakikadan az olmayacaktır. Plan da bunun üzerine kurulur:
    Emrullah köşede beklerken üzerine çullanılacak, elindeki mal alınacak ve denk gelirse bir de küçük bir hacamatla öçlerini alacaklardır. Bu işi birkaç dakikada halledeceklerini düşünürler.
    Gelişmeler gözlemlere uygun ilerler. Çayından son yudumu alan Emrullah kahveden çıkar ve karşı köşede sigarasının ışığı görülen adama uğrar ve evine giden ara sokağa yönlenir. Pencereye uzanır ve tıklatır. İçeriden işaret alınca o kuytu köşeden biraz açığa çekilir ve ailesini beklemeye başlar. 
    Sigarasını yakmak için eğilmişken ensesine biner birisi. Diğeri de karşısına geçer ve bıçak gösterir. Güçlük çıkarma, malı ver demektir bu.
    Oysaki karşılarında, deniz piyadesi eğitiminden geçmiş, iri ve güçlü birisi vardır. Omzundakini savurtup diğerine çarptırarak ikisini de yere serer. Pabucun pahalı olacağı anlaşılmıştır. Hemen final adıma geçilir ve bıçak savrulur. Bıçak yapacağını yapmıştır düşüncesiyle hemen karanlığa karışılır.
    Emrullah Denizli hastanesine sağ yetiştirilir. Ameliyatla yaralar onarılır ve yoğun bakıma alınır. Yaşlı annenin yanında kısa bir süre kalmasına izin verilir. Emrullah sayıklamaktadır. Sa.. diye başlar fakat gerisi gelmez. Bana göre o sesleniş, ya sarı traktör demektedir ya da sarı Senem. Annesi ise su istediğini düşünür ve elindeki buzlu su şişesini ağzına dayar.
    Emrullah kurtulmuştu. Onu öldüren bu buzlu su oldu derler. Midesi yaralı birisine buzlu su verilmemeliymiş. Bilmiyorum. Ben duyduğumun yalancısıyım.
    Tahkikat öyle geliştiği için suçu inkar edemezler. Olayı Ulakoğlu'nun büyük oğlu üstlenir. 'benden duymuş olma' şartıyla anlatılanlara göre, o kişi o gün olay mahallinde bile değildir. Veremli olduğu için evde yatacağına git orda yat denmiştir. Bana da öyle geliyor.

29 Aralık 2016 Perşembe

Akşam Karanlığında Cinayet-3

 
3 - Sarı Traktör
 
    "Kafayı değiştiremiyor bunlar ne dense." diye dert yanıyordu Emrullah abi. 'bunlar' derken babası gibi olanları hedef alıyordu. Ne demek istediği ise konuştukça anlaşılıyordu. Muhatabı da neredeyse oğlu yaşında bir orta okul öğrencisi.
    Toplumsal kalkınmaya kafayı takmış olan bu öğrenci, çalıştığı tarlanın yakınında bir yerde pancar sulayan Emrullah'ı ziyaret ediyor. Esas amacı da yeni olduğunu duyduğu motoru görüp incelemek, soruşturmak. Köy kalkınmasına taktığı gibi, motorlara da takmıştır kafayı bu çocuk.
    Benzini sadece ateşleyici olarak kullanıp motor devrini aldıktan sonra gaz yağı (kerosin) çevrimine dönerek çalışan bir motordu oradaki. Saat başı yakıt masrafı daha düşüktü eşdeğer güçte bir benzinli motora göre.
    Motor konusunun arkasından konu konuyu açtı ve çok tarlası olan bu aileye traktörün gerekliliği düşüncesini attı ortaya öğrenci. Emrullah'ın yakınması bu söz üzerine başlamıştı:
    "Ben de öyle söylüyorum abim. Ben askerliği İskenderun'da denizci olarak yaptım bilir misin. Gidiş geliş Çukurova'da ve daha sonra Aydınlı bir arkadaşımı ziyaretim sırasında Aydın Ovasında traktörün ne getirip ne götürdüğünü gördüm. Araştırdım, soruşturdum. Haklısın, traktör bize çok şey katar."
    "Traktör rüyası, Hüseyin ağayı çoluk çocuğun dilinde Kör Hüseyin yaptı." diyormuş babası, köyde sonu hüsranla biten bir girişimi dile getirerek. "Sen benim ocağıma incir ağacı mı dikeceksin! Ben bu kadar parayı da koymam, o kadar borca da girmem." deyip dikiliyormuş. Emrullah da umudunu kesmiş sonunda. Kendi kararını kendi verecek seviyede bir mal varlığına ulaşmakmış artık amacı.
 
    Duydum ki Emrullah'ın acelesi de varmış. Rüyasını gerçekleştirmek için afyon işine o da girmiş, hem de tek başına. Kayınpederi tarafınca kısmen bu işe bulaştırılmış olan kardeşi nedeniyle babası da engelleyememiş.
    Güvenliği elden bırakmadan, sadece yakınlarından ve arkadaşlarından mal toplayarak kendisini gizlemeye ve diğer çetelerin çıkar sahalarına girmeden onlardan uzak iş tutmaya dikkat ediyormuş.
    Akşamları eşiyle yalnız kaldıklarında, sözü çocukların ve yerin kulağından uzak tutmaya çalışarak, Senem gelinle fısıldayarak konuşurlar:
    "Korkuyorum Emir'im, hem de çok!" der kadın, bu yolun tehlikelerini bilerek. En büyük korkusu kocasının yakalanıp dama düşmesidir. Tek korkusu budur; uzunca bir hapis cezası... Örneğin, Azrail'in birisini ya da birilerini kullanacağını aklına bile getirmez.  
    Oysa bir kaç gün önce, eşi tarafından yakınlık nedeniyle, karısıyla birlikte yan köye mal almaya gittiklerinde, dönüş yolunda kaçarcasına sürmüş Emrullah güzelim atlarını. Aslında takip edildiklerini anlamış Emrullah, onun için salmış atları. Merak eden karısına da "Gece karanlığında bir şeyden ürktüler heral." deyip geçiştirmiş. Zula patlatmayı veya köşe başlarında adam sıkıştırıp mal gaspını iş edinmiş kişiler olduğunu duymamış gibi davranmış korkudan kıvranan Senem gelini daha fazla korkutmamak için.
    "Az kaldı sarı gülüm, Senem'im." diye avutmaya çalışır. "Sarı traktörün gelmesi yakın. Sana söz. Buna ulaştıktan sonra elimi bile değdirmeyeceğim sarı sakıza. Az kaldı. Şimdiden oğlanı direksiyonla oynar hayal ediyorum. O kadar yakın anlayacağın"
    Aslında, kendi içi de ürperiyordu zaman zaman. Hayalleriyle kendisine güç veriyordu sadece.

28 Aralık 2016 Çarşamba

Akşam Karanlığunda Cinayet-2

 
2 - Alaca Karanlık Çeteleri - Kara Çeteler
 
     Kara haşhaşın sarı sütü, kara bir ticaretin ve acıların malzemesi olurken, edepsizliğin, şımarıklığın ve zorbalığın da kaynağı oluyordu.   
    Afyon kaçakçılığı, riskine göre kazancı yüksek bir ticaret alanıydı. Kara ticaret yani yasak ticaret olduğundan, alaca karanlıkta, gözü kara insanlar tarafından yürütülüyordü.
    Maşalar da iyi para kazanmasına rağmen, esas parayı maşaları tutanlar kazanıyordu denir, köy odası yetkili ağızları tarafından.
    Üzerinden çok zaman geçtiği için isimlerini belirtmeyeceğim, ancak her köyde, bu yolla zenginleşen aileler ve bunların kimlerle bağlantılı olduğu herkesçe bilinir ya da bir şeyler yakıştırılır. Köy odalarındaki ve köşe başlarındaki günlük köy haberlerini iyi izleyenler, sevkiyat takvimini ve mal miktarını bile yeterli hassasiyette bilebilir. O dönemlerin çocuğu olan bu satırların yazarı bile neler bilirdi, neler duyardı neler.
    'Çocuktan al haberi.' sözü çok doğru bir mantıktan süzülmüştür gerçekten.
    Neredeyse herkes ağzından laf alınmaya hazırdır fakat kimse de gidip bir yetkiliye olup biteni iletmez. Muhbiri sevmeyen halkımız, gidip kendiliğinden jurnalci olmaz. Nedenini net kavrayamıyorum fakat bilirim ki halkımız devletle yakınlaşamamıştır bir türlü. Ayrıca, muhbirliğin riski de ellerini ve dillerini bağlar.
    O köyde Horozoğulları, bu köyde Ulakoğulları; Ulakoğulları Dinar'daki bir ele, Horozoğulları ise Uşak'taki bir ele çalışır gibi ayrıntılar öyküyü uzatmaktan başka bir işe yaramaz. Bunun için, gerekmedikçe isimler üzerinde durmayacağım.
    Kazancın yüksekliğini gören insanlar, yasak bir iş olduğunu bildiği halde, rahatça iş tutanları gördükçe, kazancın cazibesine kapılıp dalıyorlardı kara ticarete. Kalabalık aileler, örneğin Ulakoğulları, işi aile içi yürütürken, başkaları da arkadaş grupları olarak çeteleşiyordu. Bunlardan birincisi daha disiplinli ve dayanıklı, ikincisi ise her biri bir diğerini kuşkuyla kollamaktan dolayı, daha kırılgan ve çok zaman kavgayla dağılmaya yatkındı.
    Arada solo çalışanlar da oluyordu. Kısa sürede her türlü değerli tarım aracını ve ulaşım araçlarını elde eden birisi dikkatimi çektiğinden, "Dede, biz de bir cip alalım mı?" dediğimde, dedemin verdiği gizemli yanıt ile kulağıma çalınan diğer bilgi kırıntılarını birleştirip anladım: Caferoğlu bu yolla toplamış servetini. Birkaç yılda da patladı bomba. Caferoğlu dama, mal mülk havaya...
    Caferoğlu yakayı ele verince, onun zulalarını patlatan kişilerin öyküleri de anlatıldı bu çocuk kulaklara. Yetişkinler de bir garip oluyor: Her biti kanlanan hakkında konuşulurken, o değilmişçesine bir gömü bulunuveriyor filanca muhitte. Sadece yer göstermedikleri kalıyor geriye. Sanki çocuklar bilmiyor. Nice gömü bulma oyunları oynamışlardır oysa.
    İkide bir Konya'daki kızına hediye götüren bir kadın da vardı bu yolla iyi para kazandıklarını duyduğum bir başka aileden. Öküzler ata dönüşünce ve miras yedi birinin tarlaları birer birer bu aileye geçince, köşe başı muhabbetlerinde bu derenin kaynağı sorgulanıyordu ister istemez.
    Bu tür çalışanlar ve arkadaş çeteleri yakayı ele verdiklerinde, tek çalışanlar adı üstüne tek olduklarından, arkadaş çeteleri de birbirini ele verdiklerinden, tümden çöküyorlardı. Otoriter aile çeteleri ise 'leyleğin şaşkın yavruyu yuvadan atması gibi' en işe yaramaz aile bireyini teslim edip kalanıyla işi sürdürmeye bakıyordu.
    Bu yola girenlerin neredeyse hepsi 'su yolundaki testi' durumundadır; kimi hemen, kimi biraz sonra kırılacaktır. Yaşamın, kıt kanaat da olsa, başka yollarla da kazanılabileceğini unuturlar ve sonucu hüsran olacak geleceklerine hızla koşarlar.
    Ancak, görünürde hiç zarar görmeyen birkaç örnek de var. Birisi elini kirletmeyen bir örgütçü, diğeri de kanaatkar davranıp geri çekilmesini bilen bir akıllı.
    Burada hikaye edilecek birisi de canından oldu. Sadece o değil, onu öldüren de... (Benim öykülerimde de her nasılsa hapse düşenler de hep veremden ölüyor.) Öldürülenin defninden çok geçmeden, iki yıl içinde öldüren de hapiste veremden öldü. Çocuk aklı bile 'o, hapse girmeden de veremliydi' diyor. Büyük aklı ise zaten bu yüzden suç onun üstüne yüklendi hükmünü veriyor.

11 Aralık 2016 Pazar

kelimelerin ruhu-2

 
Feraset... ve Sabret!
    "Bu konu, bilgi ve birikime çok bağlı bir konu. Halka sormak onlara haksızlık bence. Bilmediği bir hastalıkla yüz yüze ve gene, bilmediği deneysel bir yöntemle ameliyat olmaya karar verecek. Bunun gibi bir gerçek var. ve halkın bana sormayın deme hakkı yok." diyordu bir akademisyen.
    "Necip Türk halkının  feraseti bu kararı vermeye kafidir." diyordu hukukçudan çok siyasetçi gibi konuşan hukukçu, bilmem ne hukukçular derneği başkanı kişi.
   Esasa girmeden önce söyleyeyim, bu 'necip' sıfatına bayılırım. Esasen asil anlamında olsa da 'sana işim düştü, elini ayağını öpeyim, gel hallet şu işi' demeye varacak bir cümlenin işaretidir bu.
    Gelelim feraset sözcüğüne. Bu sözcük Arapçadan geçmiş dilimize, sezme anlamında kullanılıyor. Arapça aslı firaset olan bu sözcük bizde feraset olmuş. Arapça konuşulan bir ortamda feraset dediğinizde ise atçılık, binicilik gibi anlaşılır.
    Bu sözcükle de 'sen iyisini bilirsin abi, çünkü sen asilsin, sezgilerin güçlüdür.' deniyor.
    Aynı konuda, şimdilerde yaşı yetmişe dayanan bir kişi,  en az bir kez karar vermiştir daha önce. Üç kez karar vermiş olanlar da yaşamakta daha. Şimdi yeniden düzen kurma söz konusu olduğuna göre, daha önce verilen kararlar yanlıştı veya gelir-geçerdi. O zamanlar iyi sezilememiş miydi acaba. Yoksa, halkın sezgisini güçlendiren bir gelişme mi oldu ülkemizde.
    Bilgi gerektiren işler sezgiyle çözülemez.
    İşte tam bu tümceyi yazıyordum ki Beşiktaş'taki acı olay duyuldu. Kafam karıştı, sinirlerim kabardı.
    Ya sabır!.. Ya sabır!
   

23 Kasım 2016 Çarşamba

mektup arkadaşı

 
Kayıp Fotoğraf
    Ortaokulda okuyan torunu bir Amerikan kızıyla mektuplaşıyormuş.
   Allah, Allah! Sen aklımı koru! Resim bile göndermiş oğlana. Gavurun kızı oğlanın aklını çelecek muhafazanallah. Ne güzel okumaktaydı oysa. Başarısıyla göğsüm kabarıyordu. Nereden çıktı bu şimdi? Hangi şeytan aklına girdi oğlanın? Kör Şeytan! Böyle düşünüyordu dede ocak başında ateşi karıştırarak.
 
    Oysa ki çocukların İngilizcelerini kullanmaları ve geliştirmeleri için bir fırsat yaratmak istemişti İngilizce öğretmeni. Ayrıca bu, onun bireysel çabası da değildi. Proje çok yukarılarda tasarlanmış ve onaylanmıştı. İngilizce konuşan ülkelerle temas edilmiş ve onların kabulü ve gönüllü belirlemesiyle adresler toplanmıştı. Yaş gruplarına göre, adresler dağıtılmıştı. Bu konuda öğretmenin tek eylemi, İngilizce mektuplaşabilecek öğrencileri seçmekti.
    Dedenin torununa da Amerika Birleşik Devletlerinden, Kaliforniya eyaletinin San Diego beldesinden Marge Mossier adlı bir kız düşmüştü.
    İbrahim kendi dünyasını anlatır ilk mektubunda. Her şeyi de yazamaz kelime dağarcığı yetmediğinden. Atatürk'ten söz eder. Kurtuluş savaşının kahraman komutanı ve cumhuriyetin kurucusu olan yüce kişiye karşı duygularını dile getirir. Ülkesinin güzelliklerini ve tarihin ülkesinde bıraktığı izleri de anlatmıştır. Kendisinin bir çiftçi çocuğu olduğunu ve okuyarak subay olmayı hedeflediğini de belirtmiştir. (Aslında hayali subaylık değildi fakat kelime haznesi elvermediğinden ve sözlüğünün küçüklüğünden dolayı manevraya ihtiyaç hissetmişti.)
    Ayrıca, devrin gereği üç numara tıraşlı saçları ile çektirdiği vesikalık boyutundaki fotoğrafını da koymuştu zarfın içine.
   Üç dört hafta sonra mektuba yanıt geldi. Mektup arkadaşı da bir fotoğraf koymuştu zarfa. Kısaca yaşadığı bölgeyi anlatıyor, babasının bölgedeki bir Ford acentesi olduğunu belirtiyor ve en gözde hobisinin ata binmek olduğundan bahsediyordu.
    Bana göre kız yükseklerden atıyordu; mevcudu değil hayallerini anlatıyordu. Elbette İbrahim bunu bilemezdi. Zevkine ata binen bir kız da garibine gitmişti aslında. Kendisi de ata binmişti iş gereği; uzaktaki pancar tarlasına gidip gelmek için. İngiliz prensesinin ata binişini gazetede okumuştu bir kaç kez. Demek ki varlıklılar biniciliği zevk bellemişler diye düşündü. Ne de olsa koskoca Ford bayisinin kızıydı karşıdaki.
    Kızın tipini Amerikalıya benzetemeyen bir arkadaşı, "Len bu kız atıyor." dedi. Nereden çıkardın diye sorulunca da, "Hiç Amerikalıya benzemiyor bu. Sarı saçlı değil." diye ekledi.
    Onunki de sınırlı bilgiyle varılmış bir saptamaydı fakat kız gerçekten Hispanik tipliydi. Sarışın olsaydı zengin kızı olabilecekti ona göre.

    Mektuba cevap yazarken gördü dede gelen mektubu. İlgilendi. Evirip çevirdi, İngilizce olan mektuptan bir şey anlamadı fakat o sırada fotoğrafı da gördü. "Kız mı bu?" diye sordu resimden anlaşılmıyormuş gibi. Dedesini heyecanlandırmak için, "Evet dede, bir kız. Sözlüm olur kendisi." dedi torun.
    Şakayı fazla uzatmak istemeyen İbrahim, mektuplaşmanın amacını ve içeriğini de açıkladı çok geçmeden. Dede bir an durdu, yutkundu ve geçip sedire oturdu.

   İbrahim Türkiye'de nasıl subay olunacağından bahsetti, birinci mektubun devamı gibi. Futbol merakından ve Türkiye'deki önde gelen futbolculardan söz etti. Metin Oktay gol kralımızdır, dedi. Can Bartu'nun hem önemli bir futbolcu hem de iyi bir basketçi olduğuna değindi. (O ülkede, burada futbol denen şeye futbol denmediğini, futbol ve basketbol oyunculuğunun orada profesyonelce yürütüldüğünü ve sıradan Amerikan insanının dünyadan habersiz olduğunu henüz bilmiyordu İbrahim.)
    İngilizce öğretmeni Hasan Karagöz'ü, çarşıda aradı ve köylüsü gazeteci Tahir'in dükkanında buldu. Okuttu mektubunu. Hata yok muydu yoksa nazar boncuğu mu bıraktı bilinmez, öğretmen hiç düzeltme yapmadı.
    İkinci mektup da bir Cumartesi günü postalandı böylece.

    İşte bu sıralarda, dede huzursuz olmuştu ve kırıp dökmeden çözüm arıyordu. Bu mektuplaşma engellenmeliydi fakat nasıl? Amerikalı bir oğlan bulamamışlar mı? Bula bula bir kız mı bulmuşlar mektuplaştıracak. Ya oğlan sevdalanırsa!
    İşte bu arada kayboldu bu mektup arkadaşlığı ile ilgili tüm izler. Mektuptan ve fotoğraftan hiç iz yoktu evde. Yel savurmuş, yer yutmuştu sanki. "Anan ateşi tutuştururken yanlışlıkla yakmıştır belki." dedi dede.
    Yakanın anası olduğuna inanmadı çocuk fakat mektubun yakıldığından emindi. İkinci mektubunun yanıtı da gelmemişti -yoksa eline geçmedi mi deseydim-.

22 Kasım 2016 Salı

kelimelerin ruhu-1

 
Fareli Köyün Kavalcısı
    Bu ünlü masalı bilen çoktur. (Bilenler bilmeyenlere anlatsın.)
    Kısaca, kavalından büyülü sesler çıkaran biri, bir miktar altın karşılığında bir köyü fare istilasından kurtarır fakat hilebaz köy muhtarı eksik altın verir. Kavalcı hakkını ister fakat alamaz. Bunun üzerine, büyülü kavalıyla köyün çocuklarını peşine takar ve götürür. Pabucun pahalı olduğunu gören muhtar, çocukları kurtarmak için, fazlasıyla altın vererek sözünde durmamanın cezasını çeker.
    Bu bir masaldır elbette. Dinlemesi hoş fakat gerçek olamayacak türde öykülerdir masallar.
    Diğer yandan, bir de sözcüklerin büyüsü vardır. Etkisi ve sonucu masal değildir. Bir sözcük halkı büyüleyip bir yöne sürükleyebilir.
    Bazı etkinlikler ve meslekler, algı geliştirme ve algı yönetimi yöntemlerini çok kullanırlar. Hani bir halk deyimi vardır: 'Çocuğuna deli deme! Kırk kez deli dersen deli olur.'  Deli diye diye, deli olduğuna inandırabilirsin onu veya çevresini denmek isteniyor.
    Reklamlarda veya politik tartışmalarda kullanılan bu tür algı oluşturma sözcüklerini irdeleyeceğim zaman zaman. Bölüm adından anlaşılacağı gibi bu birincisi. 
    Toplum bilimi ve Ruh bilimi ile geliştirilmiş yöntemlerle, pazarlamacılar ve politikacılar, halkı bir ürünü, bir fikri veya bir kavramı kabullenmeye ikna etmek için büyülü sözcükler kullanırlar. Öyle bir algı geliştirilir ki o sözcüğü (büyülü sözcüğü) her duyuşumuzda, geniş veya genel anlamını umursamaz, algının geliştirildiği anlamını düşünürüz. Örneğin 'istikrar' sözcüğü...
    İstikrar kelimesi değişmezliği, bidüzeliği anlatır; böylesi halleri anlatan bir isimdir; -lı ekiyle sıfat olur; bir durum veya eylemin değişmeden süreceğini anlatır.
    Demek ki bu kelime, sürecek olan durum veya eylemin adıyla tamlandığı zaman anlam kazanıyor. İstikrarlı büyüme olacağı gibi, istikrarlı yoksullaşma da olabilir. İstikrarlı adalet olabileceği gibi istikrarlı haksızlıklar da olabilir. Tersten de söylenebilir, mali istikrar, siyasi istikrar gibi. İstikrarlı mali sistem veya istikrarlı mali durum kastedilir mali istikrar denirken. Siyasi istikrar denirken de istikrarlı siyasi düzen veya istikrarlı siyasi yönetim kastedilir.
    Hepsinde hedeflenen, nitelenen şeyin değişmezliğidir
    Değişmezlik öngörülebilirlik demektir. İyi hal ve eylemler için arzulanan bir şeydir bu. Aksi haldeyse kurtulunması gereken bir şeydir.
    Siyasi istikrar dendiğinde, siyasi rejimin değişmezliği kastediliyorsa, bana göre iyidir. Ancak, bununla kastedilen siyasi yönetenin değişmezliği ise korkarım, kaçmak isterim.
    İstikrar sözcüğü çok sık duyulacak bu günlerde. Umarım her duyduğunuzda, kastedilen nedir ve nereye kadardır diye düşünürsünüz.

10 Ekim 2016 Pazartesi

ZOR YILLAR

 
 NACİYE NERDESİN?
 
    Zor yıllardı...
   Zor yıllardı Devlet-ü Aliye için. Yedi düvel çullanmıştı Asyalı gördükleri Osmanlı'nın üstüne. Asyalılık bahaneydi. Esas mesele, bünyesinde Hristiyan azınlıklar da yaşayan bir islam devleti olmasıydı. Bilim ve sanayi devrimini yaşayan Avrupa toplumlarından siyaseten uzaklaşmış ve ekonomik olarak geri kalmış bir toplumu temsil eden Osmanlı devleti, diğer etnisiteyi idare etmekte ehliyetli görülmüyordu. Bu da bir bahaneydi elbette. Kapitülasyonlarla geçmişte kopardıkları hakları kullanarak, kendi kamuoylarına yakın belletilen halkların Osmanlı'dan koparılmasıydı asıl hedef. Geri kalmış ekonomisiyle, bu geri kalmışlığın yarattığı hoşnutsuzluktan kaynaklanan siyasi çalkantıyla ve güçsüzleşen ordusuyla, yıllar geçtikçe daha şiddetle yüklenen düşman devletlere karşı yeterli direnci gösteremiyordu Osmanlı. Düşmanların kendi aralarında süren çıkar kavgasını kullanarak güçlükleri dengelemeye çalışıyordu; bir zaman o devletin, bir zaman sonra da diğer devletin himayesinden yarar bekler olmuştu. Yardım alan kaçınılmaz olarak emir de alacağından, bu yardım arayışları, ülkeyi Avrupa devletlerinin oyuncağı haline getiriyordu.
   Zor yıllardı...
   Devlet-ü Ali'nin erkek tebaası için zor yıllardı. Yemen'den Libya'ya, Sarıkamış'tan Sina çöllerine, Balkanlardan Galiçya'ya sonbahar gazelleri gibi savruluyorlardı, yarı aç yarı tok ve yarı sağlıklı yarı hasta askerler olarak. Aliler Veliler, Mehmetler Mustafalar, İsmailler Vakkaslar, ve daha niceleri... Ölen kurtuluyor ve en azından şehitlikle şerefleniyordu; kalanlarsa hasta veya sakat halde sıkıntı içinde sürünüyordu. Erkek nüfusa dayalı olan tarımsal faaliyet çökmüştü. Bu nedenle sefalet diz boyuydu.
   Zor yıllardı...
   Kadınlar ve çocuklar için, dayanılır bir yaşam bırakmamıştı zor yıllar. Kavruk ve sıtmalı çocuklar... Trahomadan çipillenmiş koca gözleriyle köşe başlarında  ölümü bekler gibiydiler. Kendi dertleri yetmezmiş gibi, cephedeki kocaları ve hasta çocukları adına da kadınlar omuzluyorlardı hayatı. Ayşeler Fatmalar, Nuriyeler Huriyeler, Nefiseler Nafizeler...
   Bu yolda devlet destek veremiyordu. Uzanan tek el, aile içi dayanışmanın eliydi.
   Dayanışma gösterecek ailesi kalmamış olanlar da vardı ve esas sıkıntı çekenler de onlardı. El kapısında karın tokluğuna yanaşma olanlar da onlardı, kötü niyetlinin kapatması olan da. Sarhoş sofralarına meze olanların öyküsü hala anlatılır, kör kandil altındaki köy sohbetlerinde. 
   Bu sıkıntılar ve zor günler, Manisa'nın Derbent köyünde de, Denizli'ni Savranşa köyünde de, Konya'nın Koçyazı köyünde de, Ayıntap'ın Düz Höyük köyünde de üç aşağı beş yukarı aynıydı.
   Adı geçen geçmeyen bu köylerden birinden, Kara Veli namında bir yiğit (askere giderken öyleydi) yedi yıl o cepheden bu cepheye savrula savrula kavrulmuş ve kolunun birisini esaret yaşadığı İngiliz kampında bırakmış olarak, bir gece yarısı köyüne dönmüştür.
   Evi yerindedir, eşyası yerindedir fakat evde nefes yoktur. Ne karısı Naciye'nin ne de altı aylık bıraktığı kızı Nuriye'nin... Bir aile büyüğünün yanında geceliyorlardır diye düşünür.
   Gidip kuyudan bir kova su çeker ve yıkanır. Kova sızdırıyordur. Belli ki ahşap dibi kurumuş ve çekmiştir. Bu kova çoktandır kullanılmamış zahir diye düşünür. Neredesin Naciye diye sessiz bir çığlık kopar içinden. Biraz daha memleket suyu içer aç karına ve içeri girer.
   Sulanmış yufka yoktur fakat kurusunu bulur. Peynir tulumunu bulur; dibini fare delmiştir. Naciye buna imkan vermezdi ama neyse der. Bir miktar peynir alır üstten. Biraz da pekmez çeker içi. Pekmez küpünü bulur. İçindeki pekmez tortulaşmıştır. Bilmediği bir hal değildir; pekmez çok beklerse kum gibi şekerlenir. Ne olduysa buna der, daha bu mevsimde tortulaşma olmaz. 'Neredesin Naciye?' sorusu yine dolaşmaya başlar zihninde.
    Küpün kapağı üstünde duran bir mektup ilişir gözüne. Açılmamıştır. Okuması yoktur fakat kendi adını seçebilir. Bu kendisinin gönderdiği bir mektuptur. İngiliz damgası da bunu doğrular.
   İçine bir sızı düşer. Burada bir gariplik var der. Tuluma fare girmiş? Pekmez daha bu mevsimde tortulaşmaz? Hele hele açılmamış mektup. Neredesin Naciye?
   Yorgun ve bitkindir. Uzandığı yerde uyur kalır. Karmaşık ve uyanınca hatırlanmayan cinsinden uzun rüyalar görür.
   Sabah kalkınca tekrar kuyudan su çeker ve yıkanarak uyku mahmurluğunu sıyırır. Kovayı inceler: Karanlıkta göremediğini görür. Tahmini doğrudur. Ahşap kova kurumuş ve ek yerleri açılmıştır. Bahçeyi inceler: Bakımsızdır bahçe. Şurada domates, şurada da patlıcan karıkları olmalıydı diye düşünür. 'Neredesin Naciye?' sorusuna çıkar bütün düşünceler.
   Eve girer. Gevrek yufka ekmeğini avucunda ufalayarak avuç avuç yer. 'Neredesin Naciye?' sorusunu katık yaparak. Zorla yutar ağzındaki lokmayı.
   Aklına bin bir soru gelir: Öbür köydeki ailesine mi sığınmıştır? (Onu baştan istemedikleri için kendi anasını düşünmez bu konumda.) Bizimkiler kollamadığı için başına bir şey mi gelmiştir? Korumasız genç kadının başına bir uğursuz mu çökmüştür? Bir zengin evine hizmetçi mi olmuştur? Sorular çoktur fakat cevap yoktur.
   Dışarı çıkıp birine de soramaz. İlk önüne çıkanın uğursuz bir haber vereceğinden korkar.
   Evin içinde deli dana gibi harmanlar. Yok, yok! Cevap yok! Avluya çıkar, dolaşır gözü yerde. Her yerde karısının izini arar. Yok, yok! Yanıt da yok, iz de! Böyle böyle akşam olur.
 
   Rüya görmektedir. Bir ev eğlencesindedir. Erkekler arası olandan. Oturak alemi de derler kimi yerde. Yenir, içilir, söylenir. Ortaya bir kadın çıkar ve oynamaya başlar. Rüya bu ya! Aniden kadının boyu uzar ve yüzü Naciye'ye dönüşür. Kanter içinde uyanır. Yüreği patlayacaktır nerdeyse. Duymuştur böyle şeyler olduğunu. "Aman Allah'ım! Olur mu? Konduramaz. Kör şeytana lanet okur ve uyumaya çalışır. Uyur uyumaz rüya devam eder. Oynayan kadının yanında bir de kız çocuğu belirir. Kim olduğunu bilmez ama gözleri tanıdıktır.
   Sabaha kadar yorgan ve yastıkla güreştikten sonra biraz dalar.
  
   Kapı gıcırtısıyla uyanır. Kapıdan, kendi gözleri kendisine, yataktaki bitkin adama bakmaktadır. Gözleri tanır fakat üstünde bulunduğu yüzü tanımaz. "Sen kimsin?" diye sorar kapıya doğru.
   "Ben Kara Veli'nin kızıyım." der kapıdaki göz. Altı aylık bıraktığım kızım olmalı diye düşünür Veli.
   "Gel kızım." der. "Ben senin babanım."
   "Anamın anlattığı Veli'ye benzemiyorsun." der kız uzaktan ve çekinerek. "Emme gözlerin bana benziyor. Anam da babasının gözleri kızımın güzel gözleri derdi hep." Artık emindir Veli.
   "Adın Nuriye mi?" der. Aslında bu bir soru değil, kızımsın, gel bana demektir.
   Nuriye biraz daha yaklaşarak incelemesini sürdürür. "Sağ şakağındaki ben de anamın anlattığı gibi. Essahdan babamsın yalım." der birkaç adım daha yaklaşarak.
   Birbirlerine sarılarak ağlaşırlar bir süre. Sonunda kızını bulmaktan cesaret alan Veli sorar:
   "Anan nerde kızım?"
   "Anam öldü baba." der küçük kız. "Sıtmadan. Beni de tutuydu emme." der ve susar, anamla birlikte gitmek isterdim der gibi.

6 Ekim 2016 Perşembe

DİKENLİ BİR SAVUNMA SANAYİİ-8


ÇARKLAR DÖNMEYE BAŞLADI
   Sırayla Hollanda'ya giden ekiplerin sonuncusu da döndü.
   Tezgahlar geldi. Kuruldu ve teslim testleri yapıldı.
   Hızla test talimatlarını yazdık ve test cetvellerini hazırladık. Test edilen her bir ünitenin test sonuçlarının kaydedilmesi ve kayıtların arşivlenmesi açısından, test cetvellerinin yeteri sayıda çoğaltılması gerekiyordu. Aslında kalite güvence sisteminin 'izlenebilirlik' gerekliliğinin uygulaması idi yaptığımız iş. (İleriki yıllarda Kalite Güvence Müdürlüğü görevini üstlendiğim yıllarda sık sık düşünürdüm o günleri.)
   O zamanlar en uygulanabilir çoğaltma yöntemi cetvellerin 'mumlu kağıda' daktilo edilmesi ve teksir makinesinde çoğaltılmasıydı. Yeterli sayıda mumlu kağıt ve teksir kağıdının temini de sorun oldu. Milyon dolarlık silah sistemleri ve tezgahlar alıyorsunuz, üç kuruşluk(!) malzemeye takılıyorsunuz. (Diken! Hem de çalı dikeni.)
   Genç nesillerden okuyan varsa,  neden söz ediliyor diyecektir. Bilgisayar sayfası olarak hazırla, bas yazıcının düğmesine... Mumlu kağıt, adı üstüne, yüzeyi mumlanmış sayfalardı. Daktilonun (daktilo da ne demeyin.) mum tabakasında bıraktığı izler teksir makinesinde mürekkep ile dolar ve teksir kağıdına iz bırakırdı. Teksir kağıdı da bildiğiniz üçüncü sınıf saman kağıt.
   Birlik kütüphanesinde bulunan tek makine çalışma mahallimize nakledildi. Atölye teknisyenlerinden gönüllü ve hevesli olanları sağdan soldan topladığımız daktiloların başına oturttuk. Başka ofislerden daktilo personeli de aldık. Mumlu kağıtlar yazılıyor, teksir makinesi harıl harıl çalışıyor.
   Teksir işini tekelinde tutma gayreti içinde olan bir müdürlük, makinesi ile beraber iki personel de görevlendirdi. Birisi teksir makinesini çalıştırıyor, diğeri de mumlu kağıt ve teksir kağıdı sarfiyatının kaydını tutuyor, zimmetle veriyor, bozuk çıkanları da kanıt olarak dosyalıyordu. (O seviyede bir yöneticini uğraştığı şeylere bakıp diş gıcırdatırdık biz de.)
   İşler yoluna girdi; çarklar dönüyor. Her tezgahın faaliyetini çizelgeliyor ve iliştirilmiş bir levhaya işliyorduk. (... gün itibariyle bu tezgahta ... adet ... ünitesi test edilmiştir. Getirisi ... $'dır.) Bunu komutanlar çok seviyordu. Hem ziyaretçilere bilgi verirken kolaylık oluyordu hem de komutanın işlere hakimiyetini gösteriyordu.
   Bütün üst düzey komutanlar incelemeye geldiler.
   Bütün dost ülkeler gelip gördüler. ( Mısır, İran, Libya, Pakistan, G. Kore vb.)
   Bunlardan İran ve Pakistan aynı şirketten teklif istediler. Bunu da şuradan biliyorum: Verolme gelişen işlere göre kadrosunu takviye etmek istemiş ve benim de ağzımı yokladılar. Mecburi hizmet engelini belirtmiştik. (Mecburi hizmet dikeni; topal eder adamı.)
   Zaten bu projelerin ikisi de gerçekleşmedi. Tam sözleşme hazırlanırken Humeyni'nin İran'a döneceği tuttu.
   Esas Pakistan'ınki ilginçtir. Bu yazı serisine ilham veren de o olaydır.
   Çin Rusya'dan MİG-19 almıştır. Arkadan, MİG'leri taklit ederek kendi uçağını yaptı. Bu Çin uçaklarından birkaç filo satın aldı Pakistan. Yaptırmak istedikleri test tezgahları da bu uçakların üniteleri içindi.
   Verolme Eklektra, tezgah tasarımı sırasında bir sorun fark eder. Bu uçakların üniteleri aktarılabilir (interchangable) değildir. Örneğin, bir motorun yakıt pompasını diğer aynı seriden diğer motora aktaramıyordunuz; yerine oturmuyor veya kusurlu oturuyordu. Aşikar ki, Çinlilerin işleme makineleri çok kabaydı. Ölçü toleransları tutturulamıyordu. Onlar da el işçiliği ile alıştıra alıştıra montaj yapmışlardı. Bu da onlar ve Pakistan için bir dikendi. Diken biraz da Hollanda'ya uzanıp Verolme'ye de battı. Verolme projeden vaz geçti bu sorun nedeniyle.
Bundan sonraki yıllar kişiselleşmeye çok müsait olduğundan, yazı dizisini daha ileriki yıllara uzatmayacağım. Sadece gecikmiş bir borcumu ödeyeceğim birkaç satırla:
   F-4 CSD'si ile uğraşırken, aktivitenin cazibesine kaptırdım kendimi ve CSD tezgahında yaptığım tadilatı ilgili neşriyata işlemedim. Tezgahın içinde iki tane beyaz kutu ve ev-yapımı olduğu hemen belli olan kablo demetleri vardır. Kablo demetleri, uçağın içinde güç iletimi için dolaşan kablo demetinin kısa halidir. Ne yazık ki tarafımca tasarlanmıştır. Bu kadar yıl sorun çıkarmadıysa, bir elektrikçi diploması isterim. Gene de kontrol edilip doğrulanması gerekebilir. Beyaz kutular ise F-4 uçağının dağıtım paneli ve paralelleme ünitesidir. İkmal sisteminden 'donatım' kaydıyla alınmıştır.
   Ben emekli olduktan sonra yirmi dört yıl geçti. Sözünü ettiğim sahalarda şimdi yeni nesil çalışanlar var. Tanışmasak da onlar benim çalışma arkadaşlarım.
   Yola devam arkadaşlar. Düşen damla buharlaşmadan önce yeni bir damla düşüyorsa, o kap eninde sonunda dolacaktır. Hep güzel haberler aldım, arkasının da geleceğinden eminim. Başarı dileklerimle.
   

1 Ekim 2016 Cumartesi

YOL NEREDE BAŞLAR?

 
ÖBÜR YANIM
   Kavaklar kavaklar, Sarı Kavaklar derken, ana tarafımızın geçmişini anlattım o öyküde.
   Ne de olsa X ve Y kromozomlarının muhabbeti ve rekabeti ile var olmuşuz. Onlar arasında barışçı bir denge gözetmek zorundayım. Bu nedenle, şimdi de baba tarafımıza değineceğim bilebildiğim kadarıyla.
 

   Üniversite yıllarımın tamamına yakınında, Ankara'da, Cebeci semtinde, Tıp fakültesinin tam karşısında yer alan, Fakülte ve Yüksek Okullar Askeri Öğrenci Komutanlığında  'iaşe ve ibate' edildim. Tıpta okuyan askeri öğrencilerin ısrarla 'Askeri Tıbbiye' dedikleri bu yeri, Kara Kuvvetlerine bağlı olmasına rağmen, diğer kuvvetler adına yüksek tahsil yapanlar da yurt ediniyordu.
   Her kuvvet, kendi mensubu öğrencileri, kendisinin atadığı 'sınıf subayları' ile kontrol ediyordu.
    Havacıların sınıf subayı ile denizcilerin sınıf subayı aynı odayı paylaşıyordu.
   Bir nedenle kendi sınıf subayımla görüştükten sonra, çıkmak üzere kapıya yöneldiğim sırada, "Denizlili misin yoksa Çorumlu mu ?" diye bir soru geldi arkadan. Sesin sahibi yeni atanan denizci subaydı. Adı da Saffet Çorbacıoğlu idi. Denizci arkadaşlarımdan duymuştum, ilahiyat okumuş bir öğretmen subaydı o.
   Döndüm, Denizlili olduğumu belirtim ve sordum: "Soruş şekliniz ilginçti yüzbaşım?"
   "Soyadın Çorbacıoğlu olduğuna göre, ya bu iki vilayetten birinden olacaktın ya da Elazığ'dan. Elazığlı olsaydın ben mutlaka tanırdım. Bu nedenle böyle sordum." dedi Saffet Yüzbaşı.
   Saffet Çorbacıoğlu'na göre, Horasan'dan gelen bir boyun bir kısmı Elazığ'a (Harput ağırlıklı)yerleşmiş. Kalanlarsa batıya doğru ilerlemiş. Bunlardan bir kısmı gidip Çorum bölgesine yerleşirken, diğer kısmı da Denizli bölgesine yerleşmiş. Çorbacıoğlu soyadlı kim varsa bir başka bölgede, bu üç bölgeden birinden daha sonra göç edip yerleşmiştir.
   Soy severlikten öte insan sevgisini önemsediğimden ve gençlik yıllarımın atmosferinin etkisiyle, Saffet Yüzbaşıdan  fazla ayrıntı sormadım.
    Emekli öğretmen Ayhan Çorbacıoğlu da "Buhara'dan Çivril'e" diye yazarak içeriğini tam bilmediğim bir göç yolu çizmiştir.
   Babamın da Horasan'dan söz ettiğini biliyordum.
   Kavimler ve kültürlerin peş peşe harmanlandığı bu topraklarda, önemli olan bu toprağa kök salan kültür ve halktı. Ülkemi de halkımı da olduğu gibi ve olduğu yerde seviyordum. Bunu vurguladıktan sonra gelelim gene göçler meselesine:
   İddia edildiği gibi, büyük şehirlerdeki kümeler incelendiğinde, çoğunun kökü ya Elazığ-Harput'a ya Çorum'a ya da Denizli-Çivril'e bağlanıyor. Ancak bu bağlantıyı tam doğrulamayan kümeleşmeler de var. Örneğin Doğu Kara Deniz: Arhavi'de Çorbacıoğlu soyadı taşıyan bir sülale var. Bunların Çamlı Hemşin'dekilerle bağı var mıdır, bilmiyorum. Ordu'nun Boztepe köyünde Çorbacıoğlu mahallesi bulunması ana söylenceye tam oturmuyor. Keza Milas'ta yaşayan Çorbacıoğlu ailesini hikayeye bağlayamadım.
   Savranname adındaki yazımı okuyanlar hatırlar: Sağlanan barış üzerine, barışın başladığı yüksek yere yerleşerek köylerini kurarlar.
   Öte yandan da biliniyor ki, o ilk yerleşilen tepedeki ailelerin hepsi Çorbacıoğlu soyadı taşımaktaydı. Hatta, o tepeye sığamadıkları için tepeden aşağı yerlere mekan tutanlar da vardı ve onların tepedeki asıl yerleri de hikayelerde belirtilirdi.
   Buradan şu sonuç çıkabilir mi: Köyün kurulmasında yer alan iki taraftan birisi soylarını böyle mi adlandırmaktadır?
   Ya da birleşen iki taraf kendilerine yeni bir isim mi seçtiler?
   Söylenceler ihtimallere cevap vermiyor.
   İki asıra vardığını tahmin ettiğim Münip Hoca'nın öyküsünü başlatanların arasında, Çorbacıoğlu İzzet Ağa (belki de Derviş Ağa) bulunması, Çorbacıoğlu yerleşiminin daha da eski olduğunu gösteriyor. (Bakınız: Kavaklar adlı öyküm) Yakınlarda restore edilen tarihi Savran (Savranşa - Serbanşah )  camisinin kitabesinde 1798/99 yıllarında onarıldığı belirtiliyor. (İnşa tarihini kitabeden çıkarmak mümkün olmadı.)
 Bir söylence içinde ve çevresinde gezindik. Böyle bir konuda tarihçi netliğinde bilimsel bir sonuca ulaşmak ne mümkün ne de çok gerekli.
   Sadece bizim aile bile Ege Bölgesini de atlayıp Avrupa'ya kadar uzanmış durumda.
   Gene de bu konuda eklemesi veya düzeltmesi olanlar muhabbet ve minnetle karşılanacaktır. Çünkü entelektüel merak da sürsün istiyorum.

27 Eylül 2016 Salı

DİKENLİ BİR SAVUNMA SANAYİİ HİKAYESİ-7

 
HOLLANDA
ÜLKENİN EN YÜKSEK YERİ, BİZİM KÖYÜN EYREK TEPESİ.
  
   NATO'ya giriş sonrası, ABD ile ve ABD'de başlamış yurt dışı eğitim ve kurslar. ABD askeri yardım paketine, kurs veya eğitime gideceklere bir takım imkanlar da konunca, Türkiye maliyesi, yarı harcırah kuralını koymuş ve işletmiş. 'Kural kara kaplısına' da bu kural, ülke belirtmeden ve '... subay ve astsubayların harcırahları...' diye geçince, ABD askeri yardımı ile ilgisi olmayan bir ülkeye, mesela Hollanda'ya gidecek subay ve astsubayların harcırahları da yarım hesaplanıyordu. Aynı göreve giden sivil personelin harcırahı ise tam. (Diken-1)
   Yarım harcırah, Rotterdam'da rezerve edilen oteli bile karşılamıyordu. Birisinin bir zaman yazdığı yönergeyi, ne kadar anlatırsanız anlatın, hemen değiştirmek zor. (Üç yıl sonra gittiğim bir görev sırasında da aynen duruyordu. Arada, ABD askeri ambargosu gelip geçmesine rağmen!..) Her ne kadar yüz kızartıcı da olsa durum, proje yöneticilerince, karşı şirkete anlatılmış olmalı ki otel ücretlerimizi karşılamayı şirket üstlendi. (ABD tarafınınkine benzetildi. Dikenin iğnesi kısaldı.)   
   Deneyimsizliğime rağmen -bu ilk seferimdi.- ucuzcu şirketin bizi ağırladığı otel aklıma gelince ruhum sıkılır, aşağılanmış hissederim.
   Kısacası, kısıtlı şartlara rağmen, yurt dışı görme hevesiyle uçtuk Hollanda'ya.
   Domatesi meyve yerine tüketenlerin, öte yanda, sera tarımıyla ve açık arazi hayvancılığıyla gıda ihraç edenlerin, öğle yemeğini evden getirilen peynirli sandviç ve evde şişelenmiş sütle geçiştirenlerin ülkesine.... Çalışkan ve tutumlu insanlar diyarına... Yarısı deniz seviyesinin altında olan fakat her daim yeşil ve çamursuz tutulabilen bir ülkeye...  Yel değirmenleri esasen su pompalamak içinmiş.
   Ülkenin en yüksek noktasının yükseltisi, bizim köyün eyrek tepesinden bile aşağıda. Dalgakıran yapmak için kaya ithal etmişler.
  
   İki haftası Rotterdam'da şirket bünyesinde, dört haftası da Belçika sınırına yakın bir askeri üste olmak üzere altı hafta geçirecektik bu ülkede.
   Yaban illerde gereksiz harcama yapmamak için götürdüğümüz lostra malzemelerini kullanmadan döndük; ayakkabılarımızın sadece tozunu sildik.
   Çok hoş insanlarla da tanıştık, yabancı düşmanı burnu havada tiplerle de.
   Cennet(!) Konya ovamıza 'konya çölü' deme cüretini gösteren TIR şoförüne haddini bildirdik, deve de gördün mü diye alaya aldık inceden. Ülkemizin diğer cennetlerini de tanıtmaya çalıştık her fırsatta. Savunamadığımız hallerde mazeretler ürettik.
   Margarin üstü (onlara göre tereyağı) granüle şeker ve benzeri şeylerden ibaret öğle yemeğinin üstüne, subayların birer duble bir şeyler almaları ve barmenliğini de subayların sırayla yapması, bizde kültür şoku etkisi yarattı.
   Şirket tesislerinde geçen günlerimizde, sorumlu olduğumuz tezgahların işleyiş ve kontrol özellikleri anlatıldı. Daha sonra kabul testlerine gözlemci olduk. Esas yetki, NATO kalite güvence programı dahilinde Hollanda'nın bir resmi kurumuna verilmişti. Ara kontrollara yetkili göndermenin maliyetini kurtarmıştı zahir bizden bir kahraman. (Küçük diken)
   Dört hafta boyunca da eşdeğer tezgahlarda test yöntemlerini öğrendik. Bu konu için teknisyen götürmüştük ancak biz de hem tercümanlık yaptık hem de ileride sorumlusu olacağımız operasyonlar hakkında bol bol not tuttuk.
   Altı haftada elbette önemli şeyler öğrendik. Bunların teorik kapsamda bir kısmını, bir hafta yoğun literatür taramasıyla da elde ederdik fakat deneyim ve görgüyü yerinden almak süreci hızlandırdı.
   Hatta, görevimizle ilgisi olmasa da, ilk gençliğimizde zihnimize yerleşen 'entegre tesisler' kavramı, bu ziyaretle zemin kaybetmeye başladı. Öyle ya, satın aldığımız tezgahların ana elemanları onlarca ülkeden toplamaydı. Bize satılan esasen işin mühendislik ve entegrasyon kısmıydı.
   Aynı bağlamda, uçağa bile bakış açım değişti. İşte deneyim ve görgü buydu.
  

10 Eylül 2016 Cumartesi

SAVRANNAME

 
SERBANŞAH (SAVRAN) SÖYLENCESİ
 
     ÖNSÖZ: Adı sonradan Savran'a değiştirilen Serbanşah köyünün kuruluş söylencesini değişik   ağızlardan, değişik yaşlarda dinledim. İlginçtir ki köyün halk arasındaki yaygın adı ne odur ne de öteki; Savranşa diye bilinir. Biraz sonra değineceğim Ak Dağın arkasında, biraz uzakta da olsa, Afyon Karahisar iline bağlı, Savran adıyla da Serban adıyla da bilinen bir yerleşim birimi var. Bunu da dikkate alarak, söylencenin tarihi geçmişini aradım fakat kanıtlı bir ip ucu bulamadım. Kelimelerin kökü de ikna edici olmadı. Benzer adlı kavimler de sağlam bir zemine ulaştırmadı.
   Bu nedenle, söylenceyi duyduklarımdan bende kalana göre anlatacağım.
   Her türlü düzeltme ve katkıya açıktır.
 
 
   Çivril ovası ortalama rakımı 850 metre olan, çevre dağların arasında, kuş bakışı şekli bir çizmeye benzeyen büyükçe bir düzlüktür. Çizmenin tabanı kuzeye bakar ve Ak Dağ zinciri tarafından kapatılır. Dağın arkası ise 50-100 metre kadar daha yüksek olan Sincan ovasıdır. Çizmenin burnu Dinar'a dayanır. Çizmenin topuğuna yakın bir noktada Çivril kasabası, koncun ön ucunda Baklan kasabası, koncun arka ucundaysa Çal oturur. Adı geçen dört ilçeye bağlı yüze yakın köy (şimdiki adıyla mahalle) serpilmiş durumdadır bu ova üzerine.
   Dinar'dan ve Ak Dağ'dan (altından ve üstünden) doğan Menderes, Işıklı gölünü şişirdikten sonra, çizmenin bileğinden başlayarak koncu çapraz kesip derin vadilerden Çal bölgesine akar. Çizmenin topuğundan giren Küfü Çayı, Sincan ovasından süzülen suyu taşıyarak koncun ortalarında Menderese karışır. (Küfü, yatağı değiştirilerek Işıklı Gölüne akıtılıyor halen)
   Su kaynakları söylence için önemli olduğundan, ayrıntısıyla anlatmaya çalıştım.
   Tarih öncesi dönemlerde, Işıklı Gölünün çok daha geniş olduğu biliniyor. Menderes yatağını geliştirirken, milyonlarca yıl boyunca tabanda biriken taşıntı, Menderes yatağının derinleşmesiyle ortaya çıkar ve şimdiki Çivril Ovası oluşur. Küfü Çayının ve Menderes Nehrinin özgürce aktığı zamanlarda, özellikle Menderes ve Ak Dağ arasındaki bölgenin geniş bir kısmı 'su-basar' durumdadır. Toprağın çok az ekildiği o yıllarda, bu sulak  bölge kıymetli bir otlakmış. Büyük İskender'in bölgede mola verdiği anlatılır tarihte. Konar-göçer kavimlerin temel uğraşısı hayvancılık olduğuna göre, meranın kıymeti de tartışılmaz.
      Söylenceye göre Batı yönden gelen Şah'lar ile Doğu taraftan gelen Serban'lar arasında bu otlak arazi paylaşılamıyormuş. Sık sık arbede çıkarmış. Caydırma ve cezalandırma amacıyla insan ve hayvan kıyımı, çok can yakarmış. Her iki boy da kendisini güçlü hisseder ve gerginliği ve kan davasını sürdürürmüş.
   Derken, o bölgeye yerleşip dergah açan bir ak sakallı bilge kişi, barış ortamının hem kendisinin hem de tarafların yararına olacağını düşünür. Her iki tarafla kurduğu sıcak bağlantıyı değerlendirerek, ovada barışı sağlamayı planlar. Böylece oluşan daha büyük güç, bu ovaya olası sızmaları engelleyeceği gibi dergahın cemaatini de genişletecektir.
    Plan, tarihte sıkça oynanan en etkili oyunu oynayarak, düşmanları, onurlarını da koruyarak, akrabalık yoluyla dostlaştırmaktır.
   Taraflarla görüşülerek bir buluşma takvimi ve yeri belirlenir. Olası arbedeler dikkate alınarak dergah buluşma yeri olarak seçilmez.
   O gün geldiğinde, taraflar tüm görünür güçleriyle iki yana sıralanırlar. Belli ki her iki taraf da hala kuşkuludur. Bu tahmin edilebilir bir şeydir ve bunu öngören bilge insan, tarafları biraz da göksel bir baskı altına almak ister: "Hoş geldiniz dostlar!" diyecek ve devam edecektir. " Allah-u Teâlâ hoş bir gelecek ihsan edecektir inşallah. Bana malum olana göre, şimdi devemi süreceğim, nereye ıharsa orası hepimize hayırlı olacaktır inşallah." der ve devesini sürer.
   Aslında devenin nerede mola vereceğini geçmiş gezilerinden bilmektedir. Kavimlerin savrulduğu bu topraklarda, geçmişte mesken tutmuş ve sonra kaybolmuş nice kavimlerin bıraktığı yıkıntıların çöküp dağılmasıyla oluşan bir yükselti, devesinin sevdiği bir yerdir. Havadar olduğu için burada dinlenmeye alışıktır.
   Bilge İnsanın devesi gelir ve şimdiki köyün merkezi sayılabilecek o yükseltinin üstünde bir yere çöker.
   Tarafların beyleri ve ak saçlıları bilge insanın iki yanında sıralanırlar. Arada, bilge kişinin bilgisine ve bileğine güvendiği adamları vardır. Sorun çözmede becerikli olan bilge kişi, geçmiş hesapların dökülmesine fırsat vermeden, beyleri orada dünür yapar.
   Karşılıklı kız alıp vermekle ve Bilge önünde Allah adı zikredilerek verilen sözler sonunda, taraflar akraba ve dost olurlar. 
   Bilge İnsanın planları dahilinde, orada mekan tutarlar. Ortaya çıkan köye de her iki tarafın isimlerinden mürekkep bir isim verilir: Serbanşah.
   Anlatılana göre, bu köy uzun zaman çevre yerleşimlerin yönetildiği yer olmuş, bir yangın sonrası, nasıl olduysa, tüm kayıtlar Işıklı 'ya kaçırıldığı için merkez özelliği sona ermiştir. Hükümet konağı sayılabilecek bir binanın işareti olarak, horasan harcıyla örülmüş bir tuğla duvar kalıntısı, bu satırların yazarının çocukluk anıları arasındadır. Köyün en eski binası olan camide dahi bu malzeme kullanılmamıştır.
      Hatamız varsa affola. Katkı ve düzeltmeler makbule geçer.

7 Eylül 2016 Çarşamba

DİKENLİ BİR SAVUNMA SANAYİİ HİKAYESİ-6

 
MÜHENDİSLİK ARKEOLOJİSİ- Tersine Mühendislik
 
   "Bu gün bir makale okudum. Tüm ihracatımızın ortalama kilogram fiyatı 1,39 ABD doları çıkıyormuş.   'I-phone' fiyatı ve ağırlığı esas alındığında, bir ton malla iki telefon (hangi modelse) alamıyormuşuz.   05.09.2016 "
 
   Bu dizi yazının kronolojisine uymasa da bu haber yazdırdı bana bu yazıyı.
 
   Önce 'tersine mühendislik- reverse engineering' ile ne kastedildiğini anlatmaya çalışacağım. En yalın ifadeyle, üründen bilgi çıkarmaktır. Sık uygulanan yöntem, elde etmek istenen bilgi de dikkate alınarak ürünün tetkiki ve kontrollü bir şekilde söküp aranan bulununcaya kadar parçaları ve süreçleri incelemektir. Parçadan montaja giden bir bilgi peşinde olunacaksa, gene kontrollü bir şekilde montaj da yapılır. Bu dağıtmalar ve toplamaların amacı bilgi derlemek olduğu için, yapılan iş de bir mühendislik etkinliği kabul edilir.
   Bir açıdan arkeoloji gibi, başka bir açıdan da dedektiflik gibidir.
   Dedektiflik yanı daha çok kaza-kırım sonu incelemelerde iş yarar. Örneğin, ana yakıt kontrol, kırımda darbe almış ve sıkışmışsa, sıkışan parçaların konumundan, motorun kırım anındaki çalışma biçimini yakalanabilir. (Ana Yakıt Kontrol için, Bkz. Not-1)
   Bu kez sadece arkeolojiye benzeyen (kazı benzeri) incelemelere değinilecektir.
 
   Bundan otuz yıl kadar önce... Eskişehir Hava İkmal Merkezinde çalışan bir mühendis, üstlendiği konu gereği, J-85 motorunun 'ana yakıt kontrol' ünitesi üzerinde çalışmaktadır. Ünitenin el kitabında listelenen özel takımlar için motor şirketinden fiyat bilgisi alınmıştır. Amaç sipariş açmaktır.
   O sabah, yukarıda tırnak içinde verdiğim haber özetine benzer bir haber okumuştur gazetede. Türkiye'den İran'a koyun ihracıdır haber. (O zamanlar oluyormuş.) Canlı hayvan başı fiyat da belirtilmektedir haberde. O an incelemekte olduğu özel takımın fiyatı elli koyun etmektedir.
   Biraz ulusalcılık damarı kabarır, biraz da merakı. Kazı yapmaya karar verir elindeki kırımdan kurtarılmış bir üniteyi kullanarak.
   Belirtilen özel takım, revizyona giren ünitenin sökümünde kullanılacaktır ve ilgili parça çoğu zaman elle alınabilmektedir. Bir nedenle sıkışmış veya yapışmışsa, işe ancak o zaman yarayan basit bir alettir bu takım. Mühendisin ilk tepkisi, elindeki çay kaşığına bakarak, "Bunun ucunu yarsam, aynı işi yapar." demek olur. Çay kaşığı üç para!
   Kazıyı derinleştirmeyi ve takımları yerel yaptırmayı önerir. Kabul görür ve muhasebe gereği proje açılır.
   Bu çalışma sırasında, hem söküm ve montaj planları yazılır hem de imali mümkün görülen takımların teknik resimleri çizilir. Sadece mastar ve ölçü aleti türü takımlar tedarik edilir, gerisi yerel olarak imal ettirilir. Tedarik halinde, en az iki şirketin komisyonu ve üçüncü şirketin mühendislik ve imalat sürşarjları girecektir fiyata. Adı özel takım olduğu için de kar marjları yüksek olacaktır. Tasarruf büyüktü elbette ancak daha büyük ve kıymetli olan, o mühendis ve çalışma arkadaşlarında gelişen öz güvendir. Bu öz güven ilgili birime çok şeyler katmıştır.
   Tersine mühendislik yöntemi başka projelerde de kullanılmıştır o mühendis ve çalışma arkadaşları tarafından. Örneğin F-4 CSD. ( Bkz. Not-2) ve daha sonrakiler.
   Maliyet etkin olması şartıyla, etkili bir yöntemdir ve benzer durumlarda çalışan, sivil veya asker tüm mühendislerce ve her sektörde, zaman zaman tersine mühendislik yapılmalıdır. 

Not-1: Ana Yakıt Kontrol: Pilot motordan sadece güç ister. Motorla, bir olumsuzluk sinyali gelmedikçe ilgilenmez. Pilotun güç talebi, motorun o anki durumu, irtifa, hava yoğunluğu ve motorla ilgili diğer bilgileri sürekli algılayıp değerlendirerek motora ölçülü yakıt veren ünitedir Ana Yakıt Kontrol. Diğer ünitelere bilgi veya izin de verir.
Not-2: CSD - Constant Speed Driver ( Sabit Devirde Çevirici ): Motor devri değişkendir. Ancak, motordan devir alan alternatör sabit devirle dönmelidir ki üretilen elektrik enerjisinin frekansı uçak sistemlerinin kabul sınırları içinde olsun. Bu düzenlemeyi sağlayan ünite CSD dir. 
 

5 Eylül 2016 Pazartesi

DELİ DELİ TEPELİ

 
MAKİNE DELİSİ
   Benim adım Bekir. Deli Bekir derler bana. Neden mi? Ben makine delisiyim de ondan.
   İş delisi olan var, mal delisi olan var, para delisi olan var. Bunların hiç birisinin adının önüne deli sıfatı konmaz. Benim gibi makinelere düşkün olunca birisi,  etiket hazır: Deli Bekir. Umurumdaydı sanki.
   Çivril'in mahallesi sayılabilecek kadar merkeze yakın olan bir köyde yaşadığımdan, bulabildiğim her fırsatta tamirciler sokağına koşarım. Tamirci esnafı beni tanıyıncaya kadar az çırak dayağı yemedim. Bir şey aşıracağım korkusuyla çırakları fitlerler, tam ben bir mekanizmaya veya bir yönteme dalmışken, irice bir çırağın yumruğunu bulurdum burnumda. Neyse ki şimdi alıştılar. Hatta bedava çırak gibi gördüklerinden itibar bile görürüm. Şunu da bilirler: İlgimi canlı tutacak yeni bir şey bulamazsam tez elden sıvışırım. Ve sadece bu nedenle, kimse beni sürekli eleman olarak almaz. Babamın 'bir baltaya sap olmayacak bu.' şikayetinin de nedeni budur.
   Bir de buharlı lokomotifi severim. Zaman zaman giderim istasyona sırf duman kokusunu içime çekeyim diye. Lokomotifi eni konu öğrendim. En çok da ilk hareket anını severim. Parçaların gözle izlenebilir yavaşlıkta olduğu andır o an.
   Bir yaz günü, öğleden sonra fakat hala sıcak bir zamanda, bir fırsatım oldu ve tamirciler sokağına niyetlendim. Daha köyden çıkar çıkmaz garip bir şey çarptı gözüme. Hava sıcak olduğundan, serap etkisiyle, görüntü net değildi fakat kırmızı bir gövde üzerinden kollar inip kalkıyor ve önünde yürüyen bir kara bir gövdeye ulaşmaya çalışıyor da ulaşamıyor gibi, biri inerken diğer kol kalkıyordu. Öndeki karaltıyı ata benzettim ancak bacaklarını göremiyordum. Havada süzülür gibi ilerliyordu.
   Yaklaştıkça anlaşıldı. Arkadaki sarı kollu kırmızı dev bir makineydi ve atlar tarafından çekiliyordu. Daha önce görmediğim bir makineydi bu. Ekini biçiyor ve düzgün desteler halinde yere bırakıyordu. Biçer-desteler orak makinesiymiş adı. Ancak herkes kısaca orak makinesi diyordu. Üç dört gün çalıştılar bizim köyde. Her gün oradaydım ben de.
   İki hacı (Hacı Ahmet ve Hacı Emin) beni hoş tuttular. Delisi olmasalar da onlar da seviyordu bu makineyi. Büyük hacı her daim ciddiydi fakat gülüşü güzeldi. Küçük hacıysa (ona Emin Abi diyordum) hepten kafadar ve şakacıydı.
   O güçlü atların niye bu kadar zorlandığını onlardan öğrendim. Atların her adımı, makinenin de bir adım ilerlemesi olduğu kadar, şerit bıçağın ileri veya geri bir tık atlaması ve tırmıklı kanatların birkaç derece dönmesi demekti aynı zamanda. Atlar makineyi çekerken arazi yüzeyinde yuvarlanan tırnaklı tekerler çeviriyordu bütün makineyi. Onun için çabuk yoruluyordu atlar. Onun için sık sık değiştiriliyordu kan ter içindeki atlar. Atlarla birlikte sürücü de değişiyordu.
   Yağız atlar büyük hacının, doru atlar küçük hacınındı. Ben yağız atlara bayılıyordum.
   Makineyi kullandırdılar bile bana, bir su döküm zamanı kadar kısa olsa bile.
   Bir perşembe günüydü. Çivril'in pazar günü o gün. Bir pazarcı arabası yakalarım umuduyla o gün biraz erken ayrıldım hacılardan. Sabah beni getirenler çıktı bahtıma.
   Adı lazım değil, şaklabanın biri, o sırada dinlenen yağız atları göstererek, "Atlara da maşallah, sahibine de." dedi. Onlar sabahtan beri boşta ve Hacamat dayı da o zamandan beri uyuyor zannediyordu. "Adamın uykusuna da..." diye ilave etti. Hep beraber gülüştüler.
   Oysa ötekiler, ben ayrılırken at değiştiriyorlardı. Yağız atların teri bile kurumamıştır daha. Dikkatli bakan görür, aklı olan anlar.
   İşte dünya halleri böyle. Ben deliyim, onlar akıllı!

31 Ağustos 2016 Çarşamba

DİKENLİ BİR SAVUNMA SANAYİİ HİKAYESİ-5, Çarli'nin Melekleri

 
MÜHENDİSLİK Mİ YÖNETİCİLİK Mİ?
    Çok geçmeden bir sessiz soru belirdi zihnimde:  Mühendis miyim değnekçi başı mı? Yanlış anlaşılmasın. Birim yönetimini hor görme değil de bir isyan abartması kabul edin bu benzetmeyi. Sekiz yıldır çalıştırılmayan akışmetre kalibre tezgahı ile uğraşmak, çalışma prensibini ve iç yapısını çözmek, neden çalışmadığını bulmak gibi bir 'baş ağrısı', personel devam çizelgesi ile veya üretim sapmaları ile uğraşmaktan daha çekici geliyordu banma.
   Ne var ki omuza yerleşen yıldız sayısı, kişinin ne kadar yönetsel meselelere gömüldüğü ile doğru orantılıydı. Mühendislik meselelerinden kaçma eğiliminde olanlar için bulunmaz nimet olan bu durum, aksi yöne yatkın olanlar için de sıkıntı kaynağı olabiliyordu. Ayrıca, sistem gereği nöbet tutmak zorundasınızdır veya hiyerarşik bağınız olmayan bir birim yetkilisi, bulunduğunuz hiyerarşik zincirin kontrolünde olmayan ek görevler verebilir.
   Bunlara benzer sorunların bir kısmını o ana kadar yaşadımsa da çoğunu ileride yaşayacağım çünkü halen yaşayan başkaları var.
   Bana şimdi sorulsa örneğin, fabrika birimlerinde mühendis görevlendirmem. Hele hele yüksek potansiyellileri asla... Bunun yerine, sorumlu olunan sistemlere göre örgütlenmiş ve kadrolanmış bir mühendislik biriminde, uzmanlaştırarak toplarım mühendisleri. Atölye fabrika yönetimlerini de buna uygun vasıf ve eğilimdeki personele bırakırdım.
   Oh be! Ayağıma batan dikeni çıkardım. Kapanan yaranın izi kaldı sadece.

   Dönelim ayların akışına.
   Hollanda bağlantılı proje sıkıştırmadan önce yüksek lisans tezimi tamamlamam gerekiyordu. Bir garip tesadüf, ben Eskişehir'e atandığım sırada tez danışmanım da ODTÜ'nün Gazi Antep yerleşkesine transfer oldu. Tezin bölümlerini postalıyorum, doğrulanmış veya düzeltilmiş hali bana postalanıyor. Defalarca oldu bu.
   Bu metni okuyan genç bir okuyucu elektronik posta geçiriyordur aklından bir ihtimal. Biz o olanaklara sahip olamadık.
   Doğrulanmış metin mumlu kağıda daktilo edilecek, teksir makinesinde çoğaltılacak ve ciltlenecek. Bir daktilo edinip yapabileceğim bir iş değildi bu. Mumlu kağıtla çalışanlar bilir; acemi daktilonun ya yazdığı harf teksirde çıkmaz, ya da tuşa aşırı kuvvet uygularsa harfler karışır. Üstelik yazılacak metin İngilizce. Ayrıca, tezin bir eki de ofset tekniği ile çoğaltılacak.
   'Bütün metinleri ve tabloları Word dosyasında oluştur, bas yazdır komutuna. Al sana tez kitabı. Bir de spiral sırt geçir. İki saat sonra tez kitabını teslim et.' Keşke böyle olsaydı. Biz delgi kartlarıyla bilgisayar kullanan nesiliz.
   Uğraş didiş Kasım sonlarında bütün hazırlıklar bitti ve Aralık ayında tez jürisine sunuldu. Tezim kabul gördü ve yüksek mühendis oldum. Bunu yazmamın nedeni, bu kariyer yükselişinin ödülü bir yıldı ve onunla birlikte 1977 yılına terfi etmiş olarak girdim.

   Askeri personelin yıllık izinleri, yazlık ve kışlık olarak iki ayrı dönemde kullanılır. Ben de Şubat ayında kullandım 1977'nin kışlık iznini. Döndüğümde ofis kalabalıklaşmıştı. Proje yöneticisi Akın Binbaşı ekibini güçlendirmek istiyordu. Proje için yararlı olacağını düşündüğü iki mühendisi de almak istemiş. Müdürler var olanla yetinmesini söylemiş. Akın Binbaşı konuyu komutana yansıtmış. Projeyi yakından izleyen komutan, "Proje aksarsa hesabını sizden sorarım." deyince istemeden razı olmuşlar. Böylece, üç ODTÜ'lü (Nadir, Bora ve ben) bir araya geldik.
   Popüler projenin yeni kadrosuna, diğer personelden bir kısmı, o günlerde popüler olan bir TV dizisinden hareketle, 'Çarli'nin melekleri' adını takmışlar.
   Akın Binbaşı kendi eliyle bize çay hazırlarken, gülerek anlatmıştı bu duyumu. O isminden hoşnuttu. Meşhur renkli defterinin iç kapağına süslü harflerle 'Charly's Note Book'  bile yazmıştı.
   Ruhu şad olsun.

29 Ağustos 2016 Pazartesi

ALTI YAŞIMDA SEVDALANDIM, NİŞANLANDIM

 
MAKİNEDİR MAKİNE
   Orak makinesi getirmiş Hacı Ahmet dayı dediler.(Hacamat diye kısaltarak söylerler.)  O da neymiş diye geçirdim içimden orak diye bilinen aleti ve tırpanı düşünerek. "Neredeymiş?" diye sordum. Anladım yakın bir yerdeymiş; sıradan bir günde oynadığımız bir mesafeden bile yakın. Okulun arkasındaki tarlamızı biçiyormuş. Bu durumda büyüklerden izin almadan gidebilirim. Hoş, o sıralarda, işin kaynadığı o mevsimde, izin alacak birisini arasan da bulamazsın.

 günümüzde traktörden güç alan tip. Bk: Not
   Okula yaklaştığımda, kanatlı bir devin, üstelik dört kanatlı bir devin, bizim atları kovaladığını zannettim ilk anda. Yaz sıcağının neden olduğu pusarıklık nedeniyle sürücü oturağındaki babamı seçemiyorum henüz.
   Not: (Resim öyküdeki makineden farklı. Günümüzde, traktör kuyruk milinden güç alan bir model bu. Öykümüzdeki makine, tırnaklı demir tekerleklerden, dişliler kullanılarak güç alırdı. Yani atlar makineyi çekmekle kalmaz aynı zamanda makinenin hareketlerine güç sağlardı. Çalışırken, yandaki çeyrek dairelik sandık yatay konuma indirilir. Kanatlar (tırmıklar) daha açık konuma geçer, en az birisi sandığın içini  süpürürken, onu izleyen ikincisi bıçaklara doğru inerdi. Sandığı terk eden kanat yükselirken dördüncüsü sandığa doğru dönerek inerdi. 
   Makinenin sol yanına bir sürücü oturağı takılırdı.
    Resimdeki makine nakil düzenindedir.)

   Sonunda devin yanına yaklaştım. Dev babamın kontrolündeydi. Önce arkasından izledim tozuna samanına aldırmadan. Yatırılıp biçilen ve sandığın içinde biriken buğday saplarını gördüm. Sonra sol taraftan babamın hizasından sürdürdüm gözlemeyi. Yükün ağırlığından iki büklüm, kan ter içinde ve soluk soluğa ilerleyen atları izledim.
   Sonra, babam beni oturağa oturttu. Ben söyleyince şu kolu kaldır dedi. Dizginler onun elindeyken yürüdük. Bıçaklar göz takip edemez hızla gidip geliyor, dibinden kesilen ekin dalları sıralı tırmık kanat tarafından sandığa yatırılıyordu. Babam işaret verdiğinde sandık dolmuştu. Ben kolu kaldırınca, ekini bıçağa yatırıp geçmekte olan son kanat, havaya kalkmadan sandığı çeyrek daire boyunca süpürdü. Biçilen ekin düzgün bir demet halinde yere kaydı. Bu çevrimi birkaç kez daha tekrarladıktan sonra benim inmem gerekti. İşi yavaşlatıyordum.
   İnsan makine ilişkisini yaşadığım o an makineye tutuldum. Benim bileğimin bir hareketi, babamın bile kucaklayamayacağı miktarda ekini, başakların hepsi bir tarafta olmak üzere, düzgün bir şekilde yere yığıverdi. Sevdalandım, makinenin bir parçası olasım geldi.
   Babama çırak oldum bir süre. Makine kullanma yaşında olmadığımdan, işim getir götürden, zaman zaman makinenin belirli yerlerine gres basmaktan ve istirahat anında, babam uyurken atlara göz kulak olmaktan ibaretti.
   Daha kendi ekinlerimizin biçilmesi bitmeden, bir çift at ve bir yetişkin kişi daha olsa demeye başladı babam. İş hızlı ilerliyordu ve 'benim buğdaylar da biçilecek Hacamat, hani senin filanca tarlanın yanındaki' diyenler vardı.
   Kazanç potansiyelini gören babam ortak buldu. O da Hacı Emindi. (Kısaca hacemin derlerdi.) İkisi de doğuştan hacı...
   Hacılar ortaklığı benim çıraklığı bitirdi.
  
   Biçilecek son dal yere düştükten sonra harman işi başlayacaktı. Makine kullanan bilir ki başlarken ve işin sonunda makine bakım ister. Babam da bunu biliyordu ve makineye depolama bakımı yapıyordu. Bıçaklar söküldü, gres yağıyla sıvandı paslanmaya karşı. Kam yolları temizlendi ve yeniden yağlandı. Yanık gres bitinceye kadar dişli kutusuna gres basıldı. Sandık söküldü ve yağıştan korumalı bir duvara dayandı.
   Bıçak ve oturak bir yakacak yığınına dayanmış bir kenarda duruyordu babam işini görürken. Benim gözüm oturaktaydı. Bir otursam diyordum. Makinenin tıkırtısını, ekinlerin devrilişini ve benim bir hareketimle koca bir demet buğday sapının yere kayışını hayal ediyordum. Babam hissetti içimden geçeni. "O bıçaktan uzak dur dedi. Çok keskin!"
   Babamın meşgul bir anında oturağa tırmandım. Muradıma ermiştim. Ancak, çok uzatmadan, babam fark etmeden inmeliydim. Sandalyeden kayıverdim. Bir dikkatsizlik veya şanssızlık eseri sol ayağım bıçağa dokundu. Dokunma duyusundan daha çok derin bir yanma duyusuyla anladım bunu. Bıçak ayağımın üst kısmını kesmişti. Ağlamayı erteleyerek hemen oradan uzaklaştım. Ekmek yapmakta olan anamlara varınca, bastım velveleyi. Yara temizlendi, hamurdan bir merhem ile sarıldı.
   Kabak çekirdeğini andırır bir yara izi kaldı o günün nişanı olarak sol ayağımın üzerinde, parmakların iki üç santim üstünde. Makinenin nişanıydı bu.
   Sevdalandım ona ve nişanlandım.

 

25 Ağustos 2016 Perşembe

DİKENLİ BİR SAVUNMA SANAYİİ HİKAYESİ-4

 
UMDUĞUN DEĞİL BULDUĞUN ÖNEMLİ
   Henüz mastır tezini sunamamış olmanın derdine, altı aylık oğlumun ve atama sorunu yaşayacak eşimin sorunlarını ekleyerek Eskişehir'e atandım.
   Yine bir diken temizleme molası.
   Opsiyon derslerim ve seçmeli derslerim, makine tasarımı ve imalat tekniklerine yoğunlaşmıştı. Mastır tezim de imalata ilişkin olunca, hayalim imalat birimlerinden birinde görev almaktı. Atamamın yapıldığı tasarım bürosu da ikinci seçenek olabilirdi.
   Ne var ki bulduğum umduğumdan çok farklıydı. Daha birliğe katıldığım anda, adını bile bilmediğim bir birime yönlendirildim: Aksesuar atölyesi. Sözünü ettiğim sistem ve donatıların yenilenmesi ve testleriyle uğraşacaktım.
   ODTÜ'de bir ara mecburi ders olarak verilen Sistem Bilimleri (Systems sciences) dersi ve ölçüm bilimi (Metrology) dersi sanki bu yeni görevim için tasarlanmışlardı. Özellikle test tezgahları üzerindeki çalışmalarımda, bu iki ders beni hiç yalnız bırakmadılar. 
   Bir taraftan Hollanda bağlantılı projenin hazırlıkları sürerken diğer taraftan yeni göreve alıştırılıyordum. Bir taraftan da tezimi yazıp bölüm bölüm danışmanıma doğrulatmaya gönderiyordum.  İş saatlerinde o konuda çalışmaya fırsat verilmiyordu ancak teknik resim biriminin yoğun desteği işimi kolaylaştırıyordu.

   Bazı mesleklerde bitmeyen bir öğrenme mecburiyeti vardır. Bizimki de öyle.
   İlk tanıştığım şeyler 'hose' ve J-57 motorunun 'hacamat' edilmesi oldu. Mesele şu: Belirttiğim motor üzerinde 'bleed regulater' adlı bir kontrol ünitesi bulunurmuş ve bunun testi için tedarik edilmiş bir test tezgahı varmış. Tezgahı kurmak ve devreye almak bana verilen ilk görevdi. Neyi nasıl yapacağımı kendim bulmak ve öğrenmek zorundaydım. İlk bakışta garip bir durumla karşı karşıyaydım. Önce motorun niye ve nasıl 'hacamat' edildiğini öğrenmeliydim. Öyle ya... İngilizcede 'bleed' kanamak/kanatmak anlamına geliyordu.
   Atölye şefine sorduğumda da 'hose' gelmedi daha diyordu, onun deyimiyle 'bled valf' tezgahı için. Hose dediğinin hortum olduğunu kolay anladık ancak 'bleed' işinin esasını öğrenmek için yayın taramam gerekti. Bereket ABD sisteminde, okumasını bilene, her seviyede yayın bulunuyordu ve komutanlığın kitaplığında da vardı ve güncelleniyordu düzenli olarak.
   Bu arada belirteyim, öncelikle öğrenmem gereken şey USAF doküman sistemi oldu.
   Kanatmanın esası şuydu: Bunu aerodinamiksiz anlatmaya çalışacağım. Kompresör  yüksek basınç bölgesine (yanma odasına) sürekli hava basar. Yokuşa karşı değirmen taşı yuvarlamak gibi bir şey bu. Bazı değişkenler birleşip kompresör performansını olumsuz etkilediğinde, hava akışı sürdürülemez, hatta geri teper. Bu kesinti yanmanın durması demek olduğundan güç kaybıyla sonuçlanır. İtki olmayınca da uçak havada tutunamaz. 'stall' veya 'surge' olarak bilinen bu durum, doğal olarak pilotların tüylerini diken diken eder.
   Yüklü bir kamyonun yokuş tırmanması gibidir bu durum. Bir nedenle hız kaybettiğinde, vites düşürerek motorun durmaması sağlanır. Kanatma sistemi vites küçültmenin yaptığını yapar; durma eğilimi içindeki motoru durmadan toparlar. Üstelik bu işlem adı geçen regülatör tarafından otomatik yapılır.
   Kanatma (bleed) sistemi, kompresörde tıkanma gelişirken, basınç farkını ve giriş havasının sıcaklığını hissederek olumsuz gelişmeyi saptar ve kanatma valfini açarak akışın sürekliliğini sağlar.
   Tezgahı çalıştırmak için kuramsal hazırlık yapıldı, şefin belirttiği 'hose' de geldi. Belgelerde geldi görülen ancak bulunamayan bir şey yüzünden çalışma yarım kaldı. Bu şey. -50 derecede donmayan bir sıvıydı. Tedariki her zaman sorunlu olan bu sıvıyla ileride de çok uğraşacaktım; Dow Corning silicon oil.
   O an bile ulaştığım noktaya tırmanarak ulaştım. Kişiye, başladığı işe dair, basit bir yönlendirme eğitimi çok yararlı olurdu. Ona buna sorarak veya akıl yürüterek öğrenmek, belki daha kalıcı olabiliyor fakat çok zaman alıyor.
(Bu günlük bu kadar. Devamında, şimdiden ayağıma batan bir dikenden sözedeceğim: Mühendislik mi yöneticilik mi?)

21 Ağustos 2016 Pazar

YIILARIN GERİSİNDEN

 
SU KABAĞI
(Değerli devrimci öğretmen, öğretmenim Ahmet yıldırım ve devrimci ilk öğretim müfettişi Kemal Güngör anısına ve o günkü 'su kabaklarına' selam olsun diye... )
   
   "Bu ne hal Ahmet öğretmen!" dedi müfettiş, sınıftaki erkek öğrencileri göstererek.
   Gerçekten de yadırganacak bir manzara vardı. Seksen kişilik sınıfta, elliye yakın, irili ufaklı su kabağı. Su kabağı deyişim, daha bir önceki gün sıfır numara makineyle tıraşlanmış kafaların, yeterince güneş görmemiş ten renkleriyle su kabağı gibi ışıldamasındandı.
   İster istemez ben de güldüm ve "Anlatayım müfettişim," dedim. "Bu bizim Seferin, yeni berberimizin azizliği. Ben de ilk gördüğümde, "Bu ne hal Sefer!" dedim dün öğleden sonra. Sonra, inşallah müfettiş gelmez dedim içimden. Siz de tam üstüne geldiniz."
   "Anlat, anlat! Ben de merak ettim doğrusu." dedi müfettiş.
   Anlattım.
   -"Bizim köy kasabaya uzaktır, siz de bilirsiniz."
   -"Aslında uzak sayılmaz yollar yol olsa ve araç bulunsa. Neyse, devam et sen."

   İşte o 'uzak köy' zamanında, köyden hiç kimse kasabadaki bir meslek erbabının yanına çırak girip bir meslek edinmeyi düşünmüyordu. Oysa ki köylünün demirciye, terziye, nalbanta, kalaycıya, saraca veya berbere, az veya çok, illa işi düşerdi.
   Bunlardan bazılarını Çivril pazarı günü pazara gidince halledebilirsiniz fakat örneğin, vurulması gereken iğnenin hastanın yatağında vurulması gibi haller de var. Köyde iğne yapmayı bilen birisi yoksa, çoğu zaman hastayı Çivril'e doktora götürmenin de bir anlamı yok.
   Ahmet Ağa atını, Mehmet Ağa öküzünü nallatmak istediğinde, ya Çivril'e gidecek ya da nalbant bulunan bir köye.
   Sözü uzatmayayım, çıraklık yoluyla bu mesleklerden birisini edinmeyi kimse istemeyince tek yol kalıyor askerlik. Ne ilgisi var demeyin efendim. Şöyle:
   Örneğin, komşu köy Kara Yahşiler 'den Sıhhiye Ali, askerlikte iğne yapmayı öğrenmiş, şans eseri sıhhiye sınıfına ayrıldığı için. Askerlik dönüşü, kendi köyü dahil, birkaç köyün sağlık memuru gibi çalışmıştır. İğnelik hastası olan, bir biçimde Ali'ye kaydettirir kendisini. Gerisini Sıhhiye Ali takip eder. Günü geldiğinde, heybesine malzemesini ve aletlerini koyar, atına atladığı  gibi hastalarını dolaşır. Parasını da kazanır bu yoldan. Köydeki çifti çubuğu da aksamaz.
   Bizim köyden Nalbant İdris de öyle. Askerlikten dönüşte hemen başlamasa da ihtiyacı görüp, askerlikte süvari birliğinde öğrendiği nalbantlığı uygulamaya geçirdi köyde. Acil haller dışında, haftada bir gün açar tezgahı. Diğer günler kendi işindedir.
   Sefer de askerlikte berberlik öğrenmiş. Berberlik dememe bakmayın. Sadece makine tutmayı öğrenmiş; ustura makas derseniz Sefer'e göre değil. Bölüğünün komutanı, hiç asker parası gelmeyen Sefer'i seçmiş eline üç beş kuruş geçsin diye. Vermişler eline bir makine, koymuşlar başına meslekten berber birisini. Bir kaç saatlik iş başı eğitiminden sonra, Sefer olmuş berber Sefer. Tıraşı gelen bölük eratı Seferin elinde. Böyle geçmiş askerliği.
   Sefer fakir. Babası Tos Ahmet (tosamad derler), sizlere ömür. Tarla yok tapan yok. Ne iş bulsa onu yapar böylesi. Askerlik dönüşü, nereye çağırılırsa orada çalışır Sefer. Kerpiç kesene tezenecilik de yapmıştır, ramazanda davulculuk da. Anasının dibi delik kül tenekesini tangıdı tungudu vurarak, köyün köpeğini uyandırırmış, köpek ürmelerinin yoğunluğundan da insanlar uyanırmış. Köyde masal gibi anlatılır Sefer'in ramazan davulculuğu. Çalar saati olmadığından, sahuru zamanını horozlarının dikkatine bırakan Sefer'in durumunu anlarsınız.
   Sözü uzatmayayım, Sefer'den berberlik geçmişini dinleyen köyün önde gelenlerinden birisi önermiş. Sefer, "Makinem yok ki." demiş. Cemaatten para toplayarak elden düşme bir makine almışlar. Getirilip Seferin eline verilen makine sıfır numaraymış ve aşındığı için meslek dışı kalmış bir şeymiş. İki kolunu ters yönde kasarak sıkmazsanız, saçı kesmek yerine yolarmış. Git, parmaklarını alıştır demişler. Önce amcasının çoban eşeğinde, sonra da kepeneğin tarazlanmış yerlerinde çalışmış. Yoldurmadan kestirebiliyormuş artık.
   Bana açıldı konu. Köyde fakirliği iyi bilirim. Köy dayanışması olmasaydı, öretmen olmak yerine sığır çobanı da olabilirdim. Bu nedenle ilgimi çekti. Kabul ettim. Sefer bir tür okul berberiydi artık. "Ben bu gün ayarlayayım. Yarın öğleyin okulda ol. Öğle tatilinde bitir tıraşlarını," dedim.
   Bit mücadelesi bakımından çocukların tıraşına dikkat ederim. Ya kızlar, demeyim müfettiş bey. Elimden gelse onları da tıraş ettirirdim. Ne yazık ki omuz hizası kesmeye bile razı edemedim köylüyü. Kesmemek için bin bir türlü dinsel bağlantılı bahane buluyorlar. Dinin işi gücü kadın saçı sanki mübarek köyde.
   Çocuklara tembihledim: "Bu akşam, banyo yapamasanız da saçlarınızı yıkayın. Duru suda ıslayıp da valla yıkadım demek yok, ben anlarım. Onar kuruş da berber parası getirin. Yarın berber gelecek." dedim. Her ihtimale karşı, berberin kim olduğunu söylemedim.
   Beşinci sınıflardan birini de görevlendirdim. Beş sınıfı bir arada okutmanın böylesi yararı da var. Görevliyi yemeğe erken bıraktım. Erkenden gelecek ve düzeni o kuracak. Öğrenciler de bilir onun beni temsil ettiğini.
   Öğle yemeğinden sonraki ilk derse girdiğimde gözlerime inanamadım.
   "Ne bu hal!" dedim henüz işini bitirmekte olan Sefere. "Su kabağı gibi olmuş bunlar."
   "İyi ya öğretmenim," dedi Sefer. "Tıraşları çabuk gelmez." Sonra sıkınarak ekledi: "Elimdeki tek makine bu. Bu da sıfır numara." 
   Ne var ki makinenin sıfır numara olduğunu ben de bilmiyordum. Sormak da aklıma gelmedi hiç. Mart soğuğunda olacak şey mi? Şapka giyin bere takın dedim. Analarının baş örtüsüyle gelenler bile vardı bu sabah.
   İşte böyle efendim. Oldu bir kere.

19 Ağustos 2016 Cuma

DİKENLİ BİR SAVUNMA SANAYİİ HİKAYESİ-3

 
DİKEN TEMİZLİĞİ
   Yakın dönemden sözederken, insan tam objektif olamıyor. Arada bir dönüp bakmak gerekiyor. Dikenli bir alanda gezinirken arada bir durup diken temizliği yapmak gibi.
   Örneğin birinci bölümde, yirmi yıl süren mutlu beraberlikten söz etmiştim. Bu doğruydu ancak bu ortam sürerken geleceğini kurma hayalinde 'ergenler' de vardı. Modern silahlar edinmek güzeldi ancak kullanımı ve idamesi daha bilgili personel ve daha donanımlı bakım örgütlenmesi gerekiyordu. Sadece hava kuvvetleri değil, tüm kuvvetler bunun farkındaydı. Devleti bu açıdan önlem almaya ikna etme çabasında oldular.
   İlk planda, bu teknik meseleleri kavrayıp kucaklayabilecek personel ele alındı. 
   Her üç kuvvet, tahmin edebildikleri alanlarda yetiştirilmek üzere, subaylar arasından seçtikleri bir kısmını ABD üniversitelerine mühendislik tahsiline gönderdiler. Teşvik için lisansa bir yıl, yüksek lisansa iki yıl erken terfi ödülü koydular. (Yasa sadece ABD'de tahsil görenleri kapsamaktaydı nedense.) Primli maaş yasalaştı; albay maaşı bazında, mühendise %55, yüksek mühendise %65 meslek primi verildi. (Bu cazip durumun askeri öğrenci olma kararımda etkisi yoktu fakat öğrencilik döneminde bol para hayali kurmama engel yoktu. Ben daha öğrenciyken, ordu içi dengeler nedeniyle kırpıldı teşvikler.)
   Belki aşırıya kaçıldı amma önemseniyordu belli ki.
  Sonuçta, 1960 başlarında önemli sayıda subay ABD'ye mühendislik eğitimine gitti. Gidenlerden bir kısmı, tazminatı göze alıp geri gelmedi. Bir kısmı en kısa zamanda istifa edip geri gitti veya Türkiye'de başka sektörlere veya akademik hayata kaydılar. Gelip görev alanlar da geçen sürede kıdemlendikleri için orta kademe yönetici olarak işe başladılar.
   Projenin semeresinin umulan kadar olmadığı kanısındayım.

   Tekrar Hollanda bağlantılı test tezgahı projesine dönünce...
   Hollanda devleti fakir bir devlet değildi. ABD ile ilişkilerinde sorun yoktu. Test tezgahlarını rahatlıkla ABD'den temin edebilirlerdi. Sorulması gereken soru, neden geçmişinde bu sahada ürünü olmayan bir şirkete bu işi vermişlerdi sorusudur.
   Verolme Elektra adlı bu şirket, gemilere kontrol ve kumanda sistemleri tasarlayıp uygulayan bir şirketti. Enstrümantasyon ve bunların entegrasyonu alanındaki deneyimleri test tezgahlarıyla örtüşen bir özellikti fakat gerekenin hepsi bundan ibaret değildi. 
   Değerlendirmem şudur ki, Hollanda'nın proje satınalma kavramı yerleşmiş bir devlet olması ve finans yönetimi konusundaki şöhretleri onlara bu kararı aldırdı. Hollanda'nın bir sanayi ve ticaret ülkesi oluşu da önemli bu hususta. (Örneğin Foker,)
   Bu satırların yazarı o günlerde mesleğinde çaylaktı ve değindiğim gelişmelerden henüz haberli değildi. İkide bir yüksek lisans çalışmasının durumu soruluyordu. Bunun Eskişehir yolunun hazırlığı olduğunu dahi anlamadı. Rahat bir havada, derslerini verdiğini ve tezini yazmakta olduğunu söylüyordu.
   Test tezgahı projesinin yoluna girdiği ve proje için personel planlandığı bir zamanmış oysa. İster misin denmeden atamam çıktı Eskişehir'e.

16 Ağustos 2016 Salı

DİKENLİ BİR SAVUNMA SANAYİİ HİKAYESİ-2

 
TÜRKİYE- HOLLANDA

   Bir savaş uçağı pilotu, uçuş esnasında motor değerleriyle fazla ilgilenemez; yapacak başka işleri vardır. Bunun yerine, motor üzerindeki kontrol düzenleri kendi kendini kontrol eder ve yürütür. Bu kontrol düzenleri olmasaydı, her hava koşulunda, her irtifada ve her değişik hızda, motorun güvenilir ve verimli olarak çalıştırılması mümkün olmazdı. Hatta denebilir ki sadece motoru yönetmekle görevli makinist bile bulundurulsa, bunu beceremezdi. (Konuya yakınlığı olmayanların anlaması zor bir durum.)
   Kontrol düzenlerinin yanında ayrıca destek üniteleri vardır: Yağlama sistemi ve yakıt besleme sistemi gibi. Bunların işbirliği ile motor otomatik çalışır, pilot sadece güç (itki) talebini bildirir gaz kolu aracılığıyla. Pilotun önlem alması gereken hallerde de uyarı sinyali gelir.
   Görevini mümkün olduğu kadar kısaltarak anlattığım bu düzenler ve üniteler, önceden belirlenmiş aralıklarla test edilir veya yenilenir (revizyon edilir). Periyodu gereği (veya şikayet üzerine) ve yenileme sonrası, bu donatılar test edilirler. Bu sıkı kuralların nedeni, uçan bir aracın üzerindeki ünitelere 'arızalanıncaya kadar kullanılır' denememesidir. Çünkü çoğu arıza, uçağın ve pilotun tümden kaybedilmesine neden olacaktır.
   Test denilen işlem, ünitenin uçuş koşullarında karşılaşacağı halleri yerde oluşturup işlevini bu koşullar altında doğru yapıp yapmadığının saptanmasıdır. Sonuçlar, ünite seri numarası esasına göre kaydedilir ve arşivlenir. Testler, test tezgahı denilen simülasyon düzenleri kullanarak yapılır. Donatı ve sistem yenileme, kullanıcı bakımlarından öte, fabrika seviyesi bakım (FSB) veya depo seviyesi bakım olarak adlandırılır. FSB'nin önemi bilinmekte ve bu yönde yatırımlar ve hazırlıklar yapılmaktadır: Tesis, makine,test tezgahı ve gereken teknik personel.
  Hikayenin birinci bölümünde değinilen yıllarda, yenileme ve test ihtiyacı, ABD üzerinden karşılanırken, ambargo nedeniyle akış olumsuz etkilenir. Giden ünite geri gelmez olmuş veya baştan kabul edilmemiştir.
   Etkinliği belgeli sistem ve donatı sıkıntısı, uçuş faaliyetlerini olumsuz etkilemektedir.
   Ambargo aynı zamanda, askeri sistem üzerinden temin edilmeye çalışılan test tezgahlarını da engellemiştir. Envanterdeki motor tiplerinin ağırlıklı bir kısmını olumsuz etkilediği için, tezgahların ticari bağlantılarla tedarik yolları aranmış, şartnameler yazılıp ihaleler açılmıştır. Eldeki teknik veriler ABD'deki motor imalatçısı şirketlerin verileri olduğu için, şartnameler adeta tek kaynaktan tedarik zorunluluğu yaratmıştır. Alınan teklifler çok yüksek tutarlıdır ve teslim süreleri uzundur. (İhtimalen, bu arada ambargonun gevşeyeceği
öngörülmektedir.)
   İşte bu şartlar altında, NATO şemsiyesindeki bir teknik toplantı nedeniyle Brüksel'de bulunan iki mühendis subay, Hollanda Hava Kuvvetlerinden bir subay ile tanışırlar. Her iki taraf da motor işleriyle haşır neşirdir. Konu ambargonun olumsuz etkilerine kaymıştır.
   Yedek parça planlaması nedeniyle yenileme konusunda yardımcı olamayacaklarını ancak üniteleri test  etmek için yol bulunabileceği söylenir. Zira aynı motor tiplerini Hollanda Kraliyet Hava Kuvvetleri de kullanmaktadır.
   Her iki taraf kendi üstlerine telefonlar açar ve böylesi bir açılım incelemeye değer bulunur. Gerekli temaslar kurulur ve görüşmeler için Belçika'dan Hollanda'ya geçilir.
   Bu iş gezisi sırasında, Hollandalıların elinde  bulunan test tezgahları da görülür. Motorların kitaplarında belirtilen tezgahlara benzememektedir fakat hizmete yeterlidir ve uygundur. Test tezgahlarının, motor kitaplarında belirtilmeyen bir Hollanda şirketi tarafından tasarlanıp üretildiği anlaşılır. Şartnameler yeniden yazılır ve ihale tekrarlanır.
   Bu sıralarda, bu satırların yazarı, Türk Hava Kuvvetleri karargahında, teknik bir şubede çalışan yeni mezun bir mühendistir. Resmi olarak mastır için izinli fakat Kıbrıs gerilimi sonucu iptal edilen izinler nedeniyle tam-gün mesaidedir. Birkaç yıl sonra, yukarıda değinilen çabalar sonucu oluşan bir projenin tam da göbeğine düşeceğini henüz bilmemektedir.
   Gene sınırı aştım. Devamı gelecek.