21 Ağustos 2016 Pazar

YIILARIN GERİSİNDEN

 
SU KABAĞI
(Değerli devrimci öğretmen, öğretmenim Ahmet yıldırım ve devrimci ilk öğretim müfettişi Kemal Güngör anısına ve o günkü 'su kabaklarına' selam olsun diye... )
   
   "Bu ne hal Ahmet öğretmen!" dedi müfettiş, sınıftaki erkek öğrencileri göstererek.
   Gerçekten de yadırganacak bir manzara vardı. Seksen kişilik sınıfta, elliye yakın, irili ufaklı su kabağı. Su kabağı deyişim, daha bir önceki gün sıfır numara makineyle tıraşlanmış kafaların, yeterince güneş görmemiş ten renkleriyle su kabağı gibi ışıldamasındandı.
   İster istemez ben de güldüm ve "Anlatayım müfettişim," dedim. "Bu bizim Seferin, yeni berberimizin azizliği. Ben de ilk gördüğümde, "Bu ne hal Sefer!" dedim dün öğleden sonra. Sonra, inşallah müfettiş gelmez dedim içimden. Siz de tam üstüne geldiniz."
   "Anlat, anlat! Ben de merak ettim doğrusu." dedi müfettiş.
   Anlattım.
   -"Bizim köy kasabaya uzaktır, siz de bilirsiniz."
   -"Aslında uzak sayılmaz yollar yol olsa ve araç bulunsa. Neyse, devam et sen."

   İşte o 'uzak köy' zamanında, köyden hiç kimse kasabadaki bir meslek erbabının yanına çırak girip bir meslek edinmeyi düşünmüyordu. Oysa ki köylünün demirciye, terziye, nalbanta, kalaycıya, saraca veya berbere, az veya çok, illa işi düşerdi.
   Bunlardan bazılarını Çivril pazarı günü pazara gidince halledebilirsiniz fakat örneğin, vurulması gereken iğnenin hastanın yatağında vurulması gibi haller de var. Köyde iğne yapmayı bilen birisi yoksa, çoğu zaman hastayı Çivril'e doktora götürmenin de bir anlamı yok.
   Ahmet Ağa atını, Mehmet Ağa öküzünü nallatmak istediğinde, ya Çivril'e gidecek ya da nalbant bulunan bir köye.
   Sözü uzatmayayım, çıraklık yoluyla bu mesleklerden birisini edinmeyi kimse istemeyince tek yol kalıyor askerlik. Ne ilgisi var demeyin efendim. Şöyle:
   Örneğin, komşu köy Kara Yahşiler 'den Sıhhiye Ali, askerlikte iğne yapmayı öğrenmiş, şans eseri sıhhiye sınıfına ayrıldığı için. Askerlik dönüşü, kendi köyü dahil, birkaç köyün sağlık memuru gibi çalışmıştır. İğnelik hastası olan, bir biçimde Ali'ye kaydettirir kendisini. Gerisini Sıhhiye Ali takip eder. Günü geldiğinde, heybesine malzemesini ve aletlerini koyar, atına atladığı  gibi hastalarını dolaşır. Parasını da kazanır bu yoldan. Köydeki çifti çubuğu da aksamaz.
   Bizim köyden Nalbant İdris de öyle. Askerlikten dönüşte hemen başlamasa da ihtiyacı görüp, askerlikte süvari birliğinde öğrendiği nalbantlığı uygulamaya geçirdi köyde. Acil haller dışında, haftada bir gün açar tezgahı. Diğer günler kendi işindedir.
   Sefer de askerlikte berberlik öğrenmiş. Berberlik dememe bakmayın. Sadece makine tutmayı öğrenmiş; ustura makas derseniz Sefer'e göre değil. Bölüğünün komutanı, hiç asker parası gelmeyen Sefer'i seçmiş eline üç beş kuruş geçsin diye. Vermişler eline bir makine, koymuşlar başına meslekten berber birisini. Bir kaç saatlik iş başı eğitiminden sonra, Sefer olmuş berber Sefer. Tıraşı gelen bölük eratı Seferin elinde. Böyle geçmiş askerliği.
   Sefer fakir. Babası Tos Ahmet (tosamad derler), sizlere ömür. Tarla yok tapan yok. Ne iş bulsa onu yapar böylesi. Askerlik dönüşü, nereye çağırılırsa orada çalışır Sefer. Kerpiç kesene tezenecilik de yapmıştır, ramazanda davulculuk da. Anasının dibi delik kül tenekesini tangıdı tungudu vurarak, köyün köpeğini uyandırırmış, köpek ürmelerinin yoğunluğundan da insanlar uyanırmış. Köyde masal gibi anlatılır Sefer'in ramazan davulculuğu. Çalar saati olmadığından, sahuru zamanını horozlarının dikkatine bırakan Sefer'in durumunu anlarsınız.
   Sözü uzatmayayım, Sefer'den berberlik geçmişini dinleyen köyün önde gelenlerinden birisi önermiş. Sefer, "Makinem yok ki." demiş. Cemaatten para toplayarak elden düşme bir makine almışlar. Getirilip Seferin eline verilen makine sıfır numaraymış ve aşındığı için meslek dışı kalmış bir şeymiş. İki kolunu ters yönde kasarak sıkmazsanız, saçı kesmek yerine yolarmış. Git, parmaklarını alıştır demişler. Önce amcasının çoban eşeğinde, sonra da kepeneğin tarazlanmış yerlerinde çalışmış. Yoldurmadan kestirebiliyormuş artık.
   Bana açıldı konu. Köyde fakirliği iyi bilirim. Köy dayanışması olmasaydı, öretmen olmak yerine sığır çobanı da olabilirdim. Bu nedenle ilgimi çekti. Kabul ettim. Sefer bir tür okul berberiydi artık. "Ben bu gün ayarlayayım. Yarın öğleyin okulda ol. Öğle tatilinde bitir tıraşlarını," dedim.
   Bit mücadelesi bakımından çocukların tıraşına dikkat ederim. Ya kızlar, demeyim müfettiş bey. Elimden gelse onları da tıraş ettirirdim. Ne yazık ki omuz hizası kesmeye bile razı edemedim köylüyü. Kesmemek için bin bir türlü dinsel bağlantılı bahane buluyorlar. Dinin işi gücü kadın saçı sanki mübarek köyde.
   Çocuklara tembihledim: "Bu akşam, banyo yapamasanız da saçlarınızı yıkayın. Duru suda ıslayıp da valla yıkadım demek yok, ben anlarım. Onar kuruş da berber parası getirin. Yarın berber gelecek." dedim. Her ihtimale karşı, berberin kim olduğunu söylemedim.
   Beşinci sınıflardan birini de görevlendirdim. Beş sınıfı bir arada okutmanın böylesi yararı da var. Görevliyi yemeğe erken bıraktım. Erkenden gelecek ve düzeni o kuracak. Öğrenciler de bilir onun beni temsil ettiğini.
   Öğle yemeğinden sonraki ilk derse girdiğimde gözlerime inanamadım.
   "Ne bu hal!" dedim henüz işini bitirmekte olan Sefere. "Su kabağı gibi olmuş bunlar."
   "İyi ya öğretmenim," dedi Sefer. "Tıraşları çabuk gelmez." Sonra sıkınarak ekledi: "Elimdeki tek makine bu. Bu da sıfır numara." 
   Ne var ki makinenin sıfır numara olduğunu ben de bilmiyordum. Sormak da aklıma gelmedi hiç. Mart soğuğunda olacak şey mi? Şapka giyin bere takın dedim. Analarının baş örtüsüyle gelenler bile vardı bu sabah.
   İşte böyle efendim. Oldu bir kere.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder