28 Nisan 2017 Cuma

Sabaha Karşı-3/3

,
-V-
Çocuk Ne Düşünüyor?
      Anası yat dizime dediğinde, anasının dizini yastık yapıp kıvrılıveriyor çocuk.
      Bu, birisinin dizine ilk yatışı değildi. Dedesi ile anneannesi gece oturmasına gittiklerinde, çok zaman uykusu gelir ve anneannesinin dizine yatardı. Gözüne ışık gelmesin diye anneanne de önlüğünü çocuğun yüzüne örter ve burada yanındayım dercesine sırtını sıvazlardı.
      Fakat bu diz, bu geceki diz eskilerden farklı gelmişti çocuğa. Zaten yarı uyur durumdayken, ana sıcaklığı ve okşaması da katılınca, uykuya daldı hemen. Dalmadan önce, en son ne zaman yatmıştım anamın dizine sorusu dolaşıyordu zihninde fakat sorusuna yanıt bulamadan uyku teslim aldı onu. Uyku ağır basmasaydı şöyle düşünecekti: Anamın dizine en son ne zaman yattığımı bilmediğim gibi, çocukluk anılarımın tamamına yakınında, çoğunlukla dedem ve anneannem çıkıyor karşıma, biraz da ablam. Anamın kim olduğunu ve babamın kim olduğunu biliyorum elbette fakat dedemin evine 'bizim ev', baba evine ise 'sizin ev' diyorum kardeşlerimle konuşurken. Biraz o tarafta biraz bu taraftayım anlayacağınız. Ne kadarımın o tarafta ne kadarımın da bu tarafta olduğunu ben de bilmiyorum. Anne ve babamın sevgi tartısında ne kadar çektiğimi düşününce, örneğin küçük kardeşimle tartıldığımızda, benim kefemin hafif kaldığını düşünüyorum. Onunla ilgili çocukluk anıları daha zengin anamın. (Babasınınkini bilmiyordu. O sevgisini kolay göstermezdi) Bundan benim daha az sevildiğim sonucunu çıkarıyor ve üzülüyordum.
      İyimserim şu an ve iyimserlikle değerlendiriyorum her şeyi. İlk kez bu gün, anılar havuzundaki seviye farkının benim dede evine taşınmamdan kaynaklandığını düşündüm. Bir zorunluluk vardı. Ortak yaşanmışlıklar azalınca ortak anılar da azalıyor belli ki. Ben ona iki hane ötedeki evde hasretken o da beriki evde kendi hasretini çekiyormuştur mutlaka.
      Ay doğarken uyuyan çocuk, gün doğarken uyandı.
      Ana kokusuyla esrik ve mutlu halde dalınan derin uyku, arada görülen belirsiz ama mutlu düşler de dahil, mutlu ve dinç bir uyanış ile sonuçlandı. Tatlı tatlı gerindi ve gözünü anasına çevirdi. İki çift mavi göz mutlu ışıltılarla selamlaştılar.
      Hayvanlar da ayaklanmış ve otlamaya başlamışlardı.
      "Hadi bakalım, kalkalım." dedi ana. Çocuk hemen doğruldu ve dikildi. Aynı konumda uzun zaman oturduğundan ve çocuğu uyanmasın diye kıpırdamadığından ananın sağ bacağı uyuşmuştu. Bu nedenle, bacağındaki karıncalanma geçinceye kadar bekledi ve "Ya Allah, bismillah" diyerek o da kalktı. Ananın çıkından çıkardığı peynir dürümlerini yiyerek hayvan pazarına çıkan arka yollara sürdüler hayvanlarını. "Biraz erken varırsak gölgeli bir yer yakalarız." dedi ana. "Hadi bakalım, aynı düzen, ben sol yana, sen sağ yana. Koyunlar bağlara sapmasın."

      Baba da zahire pazarında satışı yapıp onlara katıldı çok geçmeden. Böylece görev tamamlandı. Dürümlerini yediklerinden emin olmasına rağmen sadece çocuğa köfte-ekmek aldı baba. Bu bir ödüldü. Sevindirmek istemişti onu. Bilmiyordu ki, hiç bir ödül bu çocuğu sabaha karşı aldığı ödül kadar sevindiremezdi.
 
 


27 Nisan 2017 Perşembe

Sabaha Karşı-2/3

-III-
Çay Başında Mola
      Ancak Küfü Çayının kurumuş yatağını geçtiklerinde, yani yolun beşte dördünü aştıklarında, doğuda ufuk kızarmış ve ay doğacağını işaret etmişti. Yol boyu otlayan hayvanlar doymuştu. Az öncesinde, çayın öbür yanındaki bir kuyudan sularını da içtiklerinden yorgunluklarını anımsadılar. Hayvanlar da yolcular da yorgundu. Koyunlar  sürülmediklerini anlar anlamaz yattılar. Durunca malak da anladı mola verildiğini; o da yattı. Atlar ayakta uyur bilirsiniz. Başlarını aşağı salarlar sadece. Tay da öyle yaptı.
      Durunca dinlenmeyi hatırlayan yolcuların bedeni de gevşemeye başladı. Çok geçmeden ikisi de uyuklamaya başladılar. Oturma konumunda uyku bedeni sarınca, gevşeyen kaslar bedeni desteklemediği için, iki de bir devrilecek gibi oluyorlar, devrilmek üzereyken doğal denge sistemince uyandırılıyorlar. Bu böyle yinelenip giderken dizime yat bari oğlum diyor ana. Çocuk ikiletmeden yan geliyor. Ana oğlunun başını sıvazladıktan sonra omzundaki atkıyı örtüyor çocuğun üstüne.
 
      Okurlarım, bundan sonrasını kolay anlayabilmeniz için kısa bir açıklama yapayım bu noktada:
      Çoğunuz bilir köyde kadının omzundaki yükü. İşler, kadın işi erkek işi diye sınıflandırılırken hiç de adil davranılmamıştır. Bir kere ocak başı, ekmeğinden aşına, sofra açmasından bulaşığına şaşmaz çizgilerle kadınlar bölgesindedir. Çapa kadın işidir, kürek genelde erkeğin. Erkek harman savurur ama eline kalburu alıp dane çalkalamaz. Ahır temizliği erkek ağırlıklı olmakla birlikte, pisliğin tersliğe (gübre yığınına) taşınması iki kişi gerektirir. Çoğunlukla ikinci kişi kadındır. Sütün sağılmasına ve işlenmesine erkek hiç karışmaz. Çocukların bakımı ve temizliği gene ananındır. Kısacası zordur kadınlık köy yaşamında. (Zordu deseydim daha mı isabetli olurdu, bilmiyorum.)
     Öykümüzdeki ana da o zor yaşamı yaşayanlardandır. Şu an dizinde uyuyan oğlundan önce üç kız doğurmuş, dördüncüsü oğlan gelince bayram edilmiştir. Oğlu olmak çok önemsenir. (Nedenleri üzerinde toplum bilimsel bir çözümlemeye girmeyeceğim.) Onun arkasından bir oğlan daha ve sonra iki kız daha gelmiştir.
      İş yükü ve hanedeki kafa sayısı dede tarafından değerlendirilir. Kendi çocuğunu, (tek çocuğu olan anayı) zamanında şımartamadığı için, torunlarından kızların en büyüğünü ve oğlanların en büyüğünü evine almıştır. Bakım ve ilgide yeterince cömert davranılmış, hatta diğerlerinden daha rahat imkanlar sunulmuştur.
       Öte yandan, haneler ve sofralar ayrılmasına rağmen, iş dağıtımında her zaman çizelgeye alınmışlardır hepsi sıra geldikçe.
      İşte o ana, kuru çayın batı yakasında oturdukları yerde, oğlunun başını sıvazlarken düşünür. İçin için şöyle der:
-IV-
Ana Düşünür
      Sen doğduğunda oğlum, dünyalar benim olmuştu. İtibarım artmıştı, havalardaydım. Sen de öyle güzel bir bebektin ki bakan dönüp bir daha bakardı. Kendi nazarımdan bile sakınırdım. Bir düğün yerinde yaşlı bir kadın, aş kazanının isinden sürmüştü yüzüne senin. "Allah korusun kızım. Bak o kadın gözlerini alamıyor çocuktan." demişti. "Nazarı değecek kör olmayasının."
      Sonra kardeşin geldi. Daha üç yaşını tamamladığında deden istedi seni. "Arada ihmal edilmesin, ezilmesin çocuk." dedi. Kabul ettik. Aksi mümkün değildi zaten.
      Sevgide kısa kaldıklarını söylersem Mushaf çarpar. Tövbe tövbe!
      Fakat senesine varmadan gelişmen bozuldu senin. Hara güre arasında günlük izleyemesem de kardeşlerinle oynarken görüyordum arada bir. Kavruluyordun gün be gün. Yazılmadık muska, okunmadık dua bırakmadık. Sarardın. Zayıf ve şiş karınlı, cansız bir çocuk oldun. Bir boncuk boncuk ışıldayan gözlerin kaldı sanki ayakta. Bir seneyi aşkın bir süre işte böyle böyle eridin. (Bunu söylerken işaret parmağını kıvırıyordu yavaş yavaş.) Sonunda anladık ki soğulcan (solucan) basmıştı seni. Etin kemiğin semirecekken, içinde solucan ordusu beslemişsin. Nankörlük etmek istemem amma işin gerçeği bu: Soğulcanlı elden beslenen çocuk soğulcanlı olur. Neyse, Allah'ıma şükürler olsun kurtuldun. Bu sefer de avlu duvarına tırmanmakta köpeğin minnoş ile yarışmandan şikâyetçiydim. Bilesin bunu da. Bunu söylerken, uyandırmamak için hafiften sıvazladı başını ve sırtını oğlunun. Aslında şikayeti sevinciydi. Hafiften puslandı mavi gözler. Çekisinin ucuyla sildi gözlerini.
      Ne çok korkmuştum asalaklar çocuğun kanıyla birlikte aklını da çektiyseler diye. Çocukça amma korkuyor insan, söz konusu kendi çocuğu olunca. Şükür Allah'a ki bir şey olmamış. Okuldan, arkadaşlarından ve öğretmenden güzel işaretler geliyor. Maşallahın var.
      Kimi zaman kendime kızmaktan alamıyorum kendimi. "Olmaz baba. Alma benim can paremi." deseydim. "Gündüz oyna gezdir. Akşam yanımda olsun." diye dikilseydim. Takdirat işte. Böyle yazılmış. Hayırlısı olur inşallah.
      Gene de, çocuklarımın yetişme anılarını gözden geçirdiğimde, senin ve ablanın geçmişinde kısa kalıyorum. Geçmişim gasp edilmişçesine üzülüyorum. İçimdeki adalet duygusu kabarıyor, vicdanım sızlıyor. Özellikle yaz bahar günlerinde haftalarca görmediğim olurdu seni. "Hiç olmadı her gün uyurken görseydim yanımda olsaydı da." diyorum.
      İki hane ötesi değil mi deme. Yorgun bedene iki adımlık yol bile çok geliyor sırasında. Geçmişin boşa geçen bazı anların değerini, gençliğinde anlayamıyor insan. Şimdiki aklım olsa, ya vermezdim ya da... Euzu billah mineş şeytan. Şeytan durduğu yerde günaha sokuyor insanı; isyana yönlendiriyor. 

Sabaha Karşı-1/3

 
İki Yolcu
-I-
Ar Belası
      Borcunu ödeyememenin önemli kusur sayıldığı yıllardı. Bu nedenle borçla alış verişten bile çekinilirdi.
      İşte o yıllarda, köyde bakkal işletme yolunu seçen birisi, kasabadaki toptancıya -aslında yarı toptancı dense uygun olur- gider; düşüncesini anlatır. Toptancı ancak kefil bulabilirse kredili mal verebileceğini söyler ve o köyden kimlerin kefaletini kabul edebileceğini de belirtir. Verilen isimlerin arasında, öyküsünü anlatacağım ailenin babası da vardır.
      Durum uygun bir dille anlatılınca ve yemin billah yüz karası olunmayacağı anlatılıp dil dökülünce, yumuşak yürekli olan ve insana güveni esas alan baba, 'bir muhtacın yarasına merhem olursam hayrına' diye düşünür ve kefaleti kabul eder. Ayrıca, kendi bakkallık geçmişinden hareketle, mesleğin incelikleri üzerinde tavsiyelerde bile bulunur.
      Bakkal dükkanı açılır açılmasına da işler iyi gitmez. Okur-yazar olmayan bakkal, fiyatları karıştırır, alacağını vereceğini belleğinde tutamaz. Kimi açıkgözlerce istismar edilir bu gibi zafiyetleri. Üstüne üstlük, bakkala inen malı sattığından çok ailece yedikleri söylenir.
      Kendi işiyle meşgul olan baba, bakkalın gidişatından habersizdir. İcradan ihbar gelmese aklına bile gelmeyecektir kefaletin yükümlülüğü. Oysaki, bakkaldan düzgün ödeme gelmeyince, toptancı senetleri bankaya kırdırmış ve mal vermeyi kesmiştir. Durumdan mahcup olan bakkal haber vermediği gibi  toptancının selamını da iletmemiştir. Ve bir gün icra dairesinden ihbar gelir.
      'kapısına icra dayanan adam' durumuna düşmek istemeyen baba,  ana ile baş başa verip çare arar. Belayı def edecek bir plan yaparlar: İlk perşembe günü, koşum yaşı gelmiş tay, bir yaşını geçmiş manda danası (o yörede malak denir), yirmi koyun ve elli dolu buğday satılırsa konu komşuya mahcup olmayız denir.
      Hayvanlar geceden yola çıkarılacak, buğday arabası da sabah yüklenip yola çıkarılacaktır.
Hayvanları sürme işi anaya ve büyük oğluna düşer. Otlata otlata hayvan pazarına götürecekler, baba da zahire pazarında buğdayı satıp hayvan satışı için hayvan pazarına yetişecektir.
 
-II-
Birazdan Ay Doğar
      Çalar saat yerine kınalı horoz vardır; ilk horozlarda yola çıkılacak. Ve kınalı öter.
      Çocuk uyandırılırken dede de uyanır. "Daha erken." der ufka bakarak. Gözünün bebeği kızını ve mecburen adam yerine konan henüz on yaşındaki torununu düşünmektedir. Endişelidir ve için için damadına kızmaktadır. "Derdin yoksa kefil ol demişler, bilmez mi bu adam." diye söylenir.
      Bu yolculuk planlanırken, yola çıkıştan hemen sonra, daha pazar yolu çatına varılmadan ayın doğacağı hesaplanmıştır. Yolun sadece dörtte biri karanlıkta olacaktır, gerisi yarımayın soğuk aydınlığında...
      Dede gerçekten haklıdır. Horozun biyosaati erken çalmıştır nedense. Yıldızlardan başka ışık kaynağı yoktur ve bu ışık da ancak bastığınız yeri yarım yamalak görmenizi sağlar.
      İki yolcu, birinin karaltısı kısa, diğerininki daha uzun. Kısa olanı diğerinin üç dört metre sağında yürüyor; önlerinde bir miktar beyazlık dalgalanıyor. Onların arkasında da, üç beş adım gerilerinde iki karaltı, biri tay diğeri malak.
       Malak ve tayın yuları ananın elinde. Karanlıkta bir şeyden ürkerlerse çocuğu sürüklemesinler diye ana tarafından alınan bir önlem bu.
      İçgüdüsel olarak koyun sürüden ayrılmaz dense de otlaya otlaya ilerlerken, hoş gelen bir ot kümesi birkaç koyunu zaman zaman geride bırakabilir veya doğrultudan saptırabilir. Bunu önlemek için ana koyunların sol arkasında, oğlu da sağ arkasında yürümekte.
      Gözlerden çok kulaklar dört açılmak zorundadır karanlıkta kırda yürüyorsanız. Etrafı algılamakta kulaklar gözlerden üstündür bu durumda. Ancak her iki duyu da bol bol yanılgıya düşerler. Bir ses duyarsınız, o sese neden olan şeyi anlayamazsınız. Rüzgarın birbirine sürttüğü diken dallarından da olabilir gece avına çıkmış bir vahşi hayvandan da. Bir karaltı görürsünüz. Yol kenarındaki bir deve gülü kümesi de olabilir, orada bekleyen bir adam veya başka bir canlı da.
      Ana dualarla kendisini yatıştırmaya çalışsa da çocuğun hayal gücü masallar diyarındadır. Onun  için algıları abartılı, korkusu da daha şiddetlidir. Bu nedenle de ikide bir adımları anasına doğru kayar, aralarındaki mesafe azalır. Anasının kokusunu alabileceği kadar yaklaştığı bile olur.
       Birbirlerini oyalayarak, cesaretlendirerek ve korkularını bastırmak için dereden tepeden konuşarak yola devam ederler.
      

12 Nisan 2017 Çarşamba

Kelimelerin Ruhu-12: Bütçe

 
Bütçe Yapma Hakkı ve Parlamento
 
     Anayasa değişikliği ile birlikte gündemimize oturan deyimlerden birisi bütçe yapma hakkı.
     Bütçe yapmak, harcama kalemlerinin (yatırımlar, masraf, borç vs.) gelir kalemleriyle (vergiler, harçlar, alacaklar vs.) dengelenmesidir.
     Bunu aileler de yapar, şirketler de, devletler de. Şirketler genel kurullarında veya yönetim kurullarında kararlaştırır ve onaylar. (İcra direktörü olan genel Müdür veya benzeri değil.) Demokratik devletlerde ise meclisler bütçeyi kararlaştırır ve onaylar. Meclis onayıyla kararlaştırıldığı için de adı bütçe kanunudur. Bu kendiliğinden bir şey getirir: O da keyfiliğin önlenmesi ve bir önceki yılın uygulamasının da mecliste tartışılıp onaylanması (ibra- aklama) ...
      Hesaplı aileler bu işi evlerinde de yaparlar fakat yazılı hale pek getirmezler çünkü işin akıldan takibi mümkündür ve bir gün dışardan birisine hesap verilmeyecektir.
      --.--
      Dünya demokrasi tarihinin başı, yani parlamento kurulmasının nedeni bütçe yapmaktır. Bunun da, başlangıçta, harcamalar kısmı değil gelirler kısmıdır esas mesele. Çünkü İngiliz halkı, krallarının durmadan vergi salmasından şikayetçidir. (kefe vergisi bile vardır.)  Toplanan paranın nasıl harcandığıyla daha sonra ilgilenmiştir. Yani demokrasiyi başlatan şey, vergi salınmasını halk adına kontrol altına almaktır. Bunu tartışırken de kendiliğinden, oraya şu kadar, buraya bu kadar harcansın demeye başlamışlar ve sonuçta, hem harcama kalemleri hem de gelir kalemleri kararlaştırılır olmuştur. Hasılı, bütçe yapımı, hem tarihi kökü itibariyle, hem de, harcamalar da vergiler de halkı ilgilendirdiği için, halkı temsil eden meclisin ayrılmaz bir parçası olmak zorundadır.
      Önerilen anayasa maddelerinde, meclisler bütçe yapımında maliye bürokrasisinden yararlandığı için, meclisin rolü olmasa da olur noktasında değerlendirilmiş ve bütçe yapma yetkisi yürütmenin başı (her şeyin başı) olan başkana bırakılmıştır. Başkan halk tarafından seçilmiş olsa da halkı temsil etmeyecektir. Çünkü seçilme gayesi o değildir. Milleti temsil edenler ise millet vekilleridir. Bu şekilde, bütçe yapma ile millet vekillerinin, dolayısıyla milletin bağı koparılmış ve sadece meclis onayı seviyesine indirilmiştir. Meclis onayı alınamadığında da eski bütçeyi eskale ederek (enflasyon ayarlaması yaparak) uygulama yetkisi verilmektedir. Yani başkan millet vekillerinin nazını çekmek zorunda değildir.
      Rakamlar söylenerek, başkan şu kadar parayı istediği gibi harcar denmektedir. Yukarıda ifade edildiği çerçevede bu doğrudur.
      Beni bu yazıyı yazmaya iten şey, işin harcama tarafı olduğu kadar, bence daha önemli olan gelirler kısmıdır. Çünkü bütçe yapma yetkisi olan makam, gelir kaynaklarını da belirleyecektir. Tekrarlamak gerekirse nedir gelir kalemi: Beni (elbette sizi de) ilgilendiren kısmıyla vergiler ve harçlar. Sözün özü, başkana vergi salma yetkisi de verilmektedir.
     Vergi salma yetkisi, meclis onayı alamamak fazla önemli bir risk de olmadığına göre, ölçüsüzleşebilir, cezalandırmaya dönüşebilir, baskı aracı haline gelebilir. Başkanın vergi salma yetkisi çok tehlikelidir. Silaha da dönüşebilir.
      Bütçe yapmanın bu kısmı yeterince vurgulanmıyor endişesiyle yazdım. Umarım açıklayabilmişimdir.
     Şunu da belirtmeliyim: Meclisi gündemine gelmek zorunda olmayan her şey gizli kapaklı yapılacaktır. Örtülü işler kısa zamanda yozlaşma haline dönüşecektir.

10 Nisan 2017 Pazartesi

Topçu Çavuşu- 3/3

 
 
-IV-
Ana, Raziye! Raziye Nerde?
 
      Yarı uyur yarı uyanık, yarı top mevziinde yarı memleketinde Afyon'a varırlar. Kara trenin içinde, açık pencereden gelen isin etkisiyle, yarı yüzü kara yarı yüzü ak...
      Kütahya afyon arasında bir rüya görmüştür. Devrin adabına uygun olarak, anne babanın manevi varlığıyla buluştuktan sonra, sıra yâre ve ağyara gelmiştir.
      Karısı Raziye'den ayrıldığında, o hamiledir ve ilk çocukları Molla Ahmet, dedesinin adı, etraflarında koşturmaktadır. Hamit de düşünde Raziye'sini ve iki çocuğunu görür. Her üçü de yatar vaziyettedir nedense. Doğrulup kalkmazlar. Ellerinden tutup onları doğrultmaya çalışırken, uyandırılır. Karşısındaki askerin elidir tutup çektiği el. "Hayırdır inşallah!" der yüreği ağzında. "Hayırdır inşallah. Bu nasıl rüya!"
      "Uyumayacağım bundan sonra." der. "Zaten ne kaldı şurada. Afyon'da aktarma yaptıktan sonra, vardık say." 
      Oysa ki daha dört saatlik bir yol ve Dinar'dan sonra bir aktarma daha vardır. Bunun farkındadır ve "Olsun!" diye düşünür. "Bu yolu ayakta geçiririm de gene uyumam."
      Menzile yaklaştıkça, Ayvalık etkisi daha az ziyaret etmektedir zihnini. Yol boyunca rüyalarında gördüğü yakınlarını anılarında tazelemektedir, heyecanla ve sevinçle. Sağ salim varıyordu işte helallaşarak ayrıldıklarına.
      Yapar da dediğini. Direnir ve uyumaz. Tahta bavuluyla Savranşa'ya yakın bir istasyon olan İnceköy istasyonunda indiğinde akşam karanlığı çökmüştür.
      Yirmi dakika kadar yürüdükten sonra yuvasına ulaşacaktır. Ulaşır ancak yuva yuvalıktan çıkmıştır; yaslı ve suskun.
      Anadolu alışkanlığı, gurbettekine kara haber gönderilmez. Gurbette kara haberin kahrı çekilmez olur çünkü. Bu nedenle, askere ulaşmayan kara haberler, akşam karanlığını, karaların en karası haline getiren bir kara bulut gibi çökmüştür haneye. Neler mi olmuştur:
      Babası Molla Ahmet, o devrin ortalamasından yüksek bir yaşta, atmış dört yaşında yaşlılıktan vefat etmiştir. Hadi o yaşlıydı. Allah rahmet etsin. Abisi Mustafa! O Çanakkale'de şehit düşmüştür. Hadi savaş ortamıydı, şehit olmuş, ruhu şad olsun. Ya karısı Raziye! Genç yaşında, ikinci çocuğunun doğumunda kaybedilmiştir doğuramadığı bebeğiyle birlikte. Oğlu Molla Ahmet'se, adını aldığı dedesinden az önce bir çocuk hastalığı sonucu kaybedilmiştir. İki Molla Ahmet ardı sıra...
      Ümmü ana tek başınadır hanede. Onun için mavi gözler pusludur. Onun için o güler yüzün gerisinde derin bir hüzün yatmaktadır.
      Bir yanda vatanını ve özgürlüğünü kaybeden Hamit, diğer yandan da sevdiklerini yitirmiştir. Bütün bu kayıplar nedeniyle kendini kaybeden genç adam, kendisini şişelerin dibinde arar olmuştur. Aylarca boşalttığı yüzlerce şişenin dibinde ne kendisi vardır ne de sevdikleri. Her boşalan şişe, anasının yüreğine hüzün doldurmaktadır sadece. "Bu böyle gitmez." der Gök Ümmü. "Bu oğlanın başını bağlamalı tezinden. Aradığı, kaybettiği yuvasıdır belki."
      Öykünün bu kısmını kısa kesmek gerekecek. Yani, aranan bulunur ve bir kız babası olur Hamit. Kızının sarı saçlarında ve mavi gözlerinde sakinleşen denizde, diplerden gelen bir dalga sonucu, eşini boşar fakat kızını bırakmaz. Kızını kollayıp yetiştirecek bir hanım arar bundan sonra. Birkaç resmi ve gayri resmi ilişkiden sonra, çocuk sahibi olamayan fakat analık duygusunu yaşamaya hazır birisi çıkar karşısına. Böylece tek çocuklu bir aile olurlar, inişleriyle yokuşlarıyla.
      Öykünün başındaki çocuk da dedesinin Kurtuluş Savaşı sırasındaki yerini bu anneanneden öğrenir. (Biyolojik anneannesini hiç bilmeden.)
      İç güvenlikte görev alan Hamit, asker kaçaklarını yakalayıp cepheye göndermekle ve çoğu asker kaçağı, yani başı bozuk olan eşkıyaya karşı bölge köylerinin korunmasıyla uğraşmıştır. Kendisine sorulduğunda dede, gönlü başka yerdeymişçesine, "Eşkıya kovaladık." demekle yetinmiştir. Kır atlı eşkıyayı doru atlı korumalar kovalamış yani.
      Bu satırların yazarına göre, o nesil mutluluğu en çok hak edendir çünkü çok ağır bedeller ödemişlerdir. Mutlu mudurlar öbür dünyada, bilinmez. Ancak, onların ödediği ağır bedeller karşılığı  elde edilenler, bir ihmal veya bir yanılgı sonucu, hatta aymazlıkla kaybedilirse, en derin acıyı o zaman çekeceklerdir.

9 Nisan 2017 Pazar

Topçu Çavuşu -2/3

 -III-
 
      Balıkesir'den başlayan tren yolculuğu Afyon'da sonlanacak, orada aktarma yapılacak ve memlekete doğru sürecek.
      Bu yolculuk, yolculukların en ağırı ve en acısıydı. Geride, Kaz dağlarının batı yamaçlarında bıraktığı topçu siperi, ağır anlamlar içeriyordu. Savaş bitmiş, mağlup olunmuş...  Gözlerinin önündeki denizin bir adasında, bir Fransız zırhlısında imzalanan ateşkes sözleşmesine göre, yenilgi kabullenilmiştir.
      Kendi elleriyle topun kaması sökülmüş, kendi kalbini kendi elleriyle sökmüşçesine, derinleri yakan bir acı içinde, kama gözlemciye teslim edilmişti.
     Olağan bir terhis halinde yola çıkan asker, sıla hasretiyle ve kavuşma hayalleriyle dolu olması gerekirken, askerin ruhu, kavuşmayı hakketmemişçesine dağınıktı; yarısı geride, diğer yarısı ileride. Bu teslim oluş,bu teslim ediş, kırılmış gururun ve alınamamış öcün etkisiyle, memleketine yollanan askerin ruhunu da teslim alıyordu sanki. Yolculuk boyunca, bütün kelimeler kırık ve ümitsiz çıkıyordu açılmayan ağızlardan.
     Topçu çavuşu  Molla Ahmet oğlu Hamdi, Ayvalık'taki mevzide, kanayan kalbini teslim ettikten sonra, ruhu geride kalmışçasına, değişik kara araçlarıyla Balıkesir'e getirilmiş ve oradan bindirilmişti trene. Asker hayatındaki Molla Ahmet oğlu Hamdi Çavuş ismi, yollar aşıldıkça, giderek Molla Ahmet oğlu Hamit'e dönüşüyordu. Hatta arada bir cılız bir ses, "Halil'im sen misin, geldin mi?" diyordu. Rahmetli amcasının zevcesi Hörü ananın sesiydi bu. Kırım seferinden dönmeyen oğlu Halil'in anısına, doğumundan beri onu Halil diye çağıran yaşlı ve yaslı bir kadının cılız sesiydi...
     Kömür bulursa kömür, odun bulursa odun yakan kara tren, Dursunbey'e doğru sallanırken, komşu kompartımanlardan birinden yayılan Çanakkale türküsünün etkisiyle, Savranşa köyünden ayrılan Hamit, İzmir'de, Sarı Kışla 'da buldu kendisini. Kızıl Çullu'da tamamlanan eğitimi sonunda, Ayvalık'taki topçu birliğine sevkini beklerken, aynı şekilde Manisa'daki birliği Çanakkale'ye taşınan abisi Mustafa ile orada buluşmuştur. (Bu buluşma onların son görüşmesi olmuştur fakat Hamit bu gerçeği henüz bilmemektedir.)
     Tam köydeki sevdiklerini gözünün önünde sıralamışken, Dursunbeyli'den trene binen sarıklı sakallı birisinin İttihatçılar karşıtı sözleri doldurur kompartımanı. Kendisinin de itilafçı olduğunu söyler, söz arasında. Onun sözlerini, bölük gediklisinin söyledikleriyle yakın fakat bölük komutanının sözleriyle taban tabana zıt bulur. Genç topçu subayının sorunları ve çözümlerini ifade ediş biçimi, yaşlı gediklinin daha çok dinsel yaklaşımlı açıklamalarına göre daha akla yakındı ancak doğrusu hangisi? Ümmet olmak yeterli mi yoksa millet olmak da mı gerekiyor? Babası Molla Ahmet gelir aklına. O ne der acaba bu konuda? Adının Mollası medrese eğitiminden geldiğine göre, bu konuları biliyordur belki de.
     Babası aklına gelince anası durur mu? Mavi gözler doldurur ortamı. Gözlerin buğulu ışıltısı, güler yüzün -bir hüznü örtmeye çalışan- huzuru ve ana kokusu doldurur kompartımanı. (Ana kokusunu özlemeyen var mıdır?) Ümmü ana onu sımsıkı kucaklamıştır ve oğlunun kokusunu çekmektedir içine, oğlunu da içine çekercesine. Onun nefesini hisseder Hamit boynunun sol tarafında. Gözleri yaşarır. Gözlerini gizler ötekilerden, sanki onların gözü yaşlı değilmiş gibi. Ruhu travmalarla darmadağın olmasa ve dikkat etse, anasının gözlerindeki buğunun ve huzurlu görünmeye çalışan yüzün altında titreşen huzursuzluğun, sadece kendisine duyulan özlemin sonucu olmadığını da anlardı. Beden yorgun, ruh yorgun... Anlayamadı işte! Çünkü insan zihni, en son deneyimlediklerini hikaye etmeye yatkındır. O da askere uğurlanışını anımsıyor aile bağlamında.
     Nihayet o itilafçı adam iner de Tavşanlı'da, kompartıman aranan huzuru bulur; sessiz, huzurlu ve uykulu bir yolculuk sürer Kütahya'ya doğru.
     Kütahya'ya yaklaşırken uyandırılır. "Kütahya!" diye bağıran kondüktörün sesiyle mi yoksa yanında oturan Emirdağlının dürtmesiyle mi uyandığını anlayamaz. Neredeyse ikisini aynı anda algılamıştır. Oysa ki, yanındaki askerin dürtmesinin nedeni, başta belirtilen atış hazırlığı komutunu, hem de aynısını, yüksek sesle sayıklayıp durmasıdır. Ülkesinin onurunu kıran ateşkes sözleşmesinin içinde imzalandığı o Fransız zırhlısı hedeftedir hala. Ateşkesten  kısa süre önce Midilli dolaylarında duman saçan Agamemnon adlı Fransız zırhlısı... Kısacası, çok istese de verilemeyen, verilemediği için öz benliğini sarsan o ateş emridir bu sayıkladığı. Ateş emrini düşlerinde vermektedir artık.  

Topçu Çavuşu - 1/3

 
-I-
      İhtiyar adam zatürreye yakalanmış, ateşler içinde yanmaktadır. Öyle bir ateş ki yorgan tutuşacak gibi. Hani  'havale geçiriyor' derler ya halk arasında... İşte, o aşamaya gelmiş ateşten. Yüksek sesle bir şeyler söylüyor uykusunda. O kadar yüksek ki yandaki şiltede uyumakta olan çocuk bile uyanıyor irkilerek. Tedirginlikle yatağında hafif doğrulduğunda, bir el bastırıyor onu yat dercesine.
     "Korkma oğlum!" diyor anneanne. "Deden sayıklıyor. Biraz ateşlendi de."
     Çocuk gözlerini dikip dedesini gözlerken dede top menzili veriyor:
     "Menzil beş fersah! Zaviye kırk derece amudi! Nakıs seksen derece ufki! Barut hakkı iki bağ! Nişan al! Ateş!"
     Arada bir sessizlik oluyor. Çocuk tam yeniden dalmak üzereyken dede yeniden kıvranmaya başlıyor ve arkasından bağırıyor:
     "Sür! Kır atlı doru atlıyı geçti!"
     "Düşünde eşkıya ya da asker kaçağı kovalıyor yalım." diye fısıldadı anneanne.
     İhtiyar kadın, bir yandan, korkmasın diye torununa açıklama yetiştiriyor, diğer yandan da bir şeyler aranıyor telaşla.  "Nerde bu ocağı sönmeyesinin sirkesi!" deyişinden sirke aradığı anlaşılıyor. Onu bulamayınca, tülbendini ıslatıp bolca da kolonya döküyor ve onunla adamın alnını, yüzünü ve ensesini siliyor. Islanan cilt ateş etkisiyle kısa zamanda kuruduğundan silmeyi sürdürüyor, hatta ıslaklığı artırmak için tülbendi yeniden ıslatıyor. Bu kez kolonya serpmiyor nedense. Silmeye devam ediyor ve kendince belirlediği bir anda, ıslak bezi uygun boyuta katlayıp kocasının alnına yerleştiriyor.
     Islak silmeler fayda sağlamış olmalı ki dede biraz sakinleşiyor, nefes aralıkları düzene giriyor ve sanki uyumaya başlıyor. Aslında, sayıkladığı sırada da uyuduğuna göre, uyumaya başladı derken bilinen uyku haline geçti demek istiyorum.
     Önce çocuk, nice sonra da yaşlı kadın uyudular dedenin ardından. Ancak, ne yazık ki, bu rahatlama geçiciydi.
 
-II-
 
    Kasabanın çevresindeki okula yakın bir köyde, sadece bir gözden ibaret olan bu evde bulunmalarının nedeni, torun okutmaktı.
     İlkokul öğretmeninin tavsiyesiyle parasız yatılı sınavına hazırlanılmış, tam sona gelindiğinde, dedenin karşılaştığı tanıdık bir ortaokul öğretmeni:
     "Hamit Ağa ben de seni akıllı biri zannederdim. Bu yumruk kadar çocuğu nasıl kıyıp da yatılıya gönderirsin. Burada okul mu yok, öğretmen mi yok? Ha, ne dersin Hamit Ağa? Tut bir ev şuradan, al yanına teyzemi, gel de güzel güzel okut çocuğu." deyince dedeyi bir düşüncedir aldı. Hak da verdi ona ve aynı zamanda 'akılsız' sayılmayı da kabullenemezdi. Evrakları katlayıp iç cebine soktu. O evrak, o cepten bir daha çıkmadı.
     "Haklısın hocam." dedi. "Yarından tezi yok buyurduğun yönde hazırlanırız."
     Sahibinin kendi evine bitişik, yapılışında geniş olan hayatın bir ucuna yerleştirilmiş kutu gibi bir oda bulundu. Küçümseme yok bu betimlemede. Hatta denebilir ki yaygın öğrenci evleri yanında birinci sınıftı odamız;  yeterli yapı kalitesinde ve güvenlikli.
     Gerçeği, acı gerçeği, ertesi gün öğle yemeği için eve geldiğinde öğrenecekti çocuk. Henüz soğumamış yemek tenceresi sacayağının üstündeydi fakat evde kimse yoktu.
     "Köye gittiler." dedi ev sahibi. Anlaşıldı. Pek çok öğrenci gibi yalnız kalacaktı bundan sonra.
     Çocuk yeni yaşama alışadursun. Biz dönelim gene dedeye.