HOLLANDA'DAN ÇİN'E - TÜRKİYE ÜZERİNDEN
1952 yılı ve sonrası:
Türkiye çok arzuladığı NATO üyeliğine kavuşuyor. Öncesiyle ve sonrasıyla bu gidişi etkileyen politik koşullar uzun zaman derinlemesine tartışıldı.
Ele alacağımız konu, çok da uzmanı olmadığımız bir alanda, savunma sanayisi etrafında dolaşıp mütevazi görüş ve gözlemlerimizi açmakla sınırlı.
NATO'ya giriş Türkiye silahlı kuvvetlerinde ve savunma politikası tasarımında ciddi değişimlere neden oldu. Burada, tedarik ve savunma sanayisi alanlarında dolaşacağız kısa birkaç paragrafla.
NATO'ya giriş Türk Milli Savunma Bakanlığına ve silahlı kuvvetlerine ABD stok numarası sistemini öğretti. Bu sistemde, civatadan radar paketine, hatta motora kadar her şey sistematik olarak bir numara alıyor. Bir silah sistemi sorumlusu, sistem elkitapları üzerinden, bir pulun veya diyotun veya bunların bir üst birleşiminin parça numarasını bulduktan sonra, ikmal sistemi stok numarası üzerinden yürütülüyor. Stok numarası muhteşem bir tedarik aracıdır. Birileri sizin için (ve kendisi için elbette) ürünü tedarik ediyor, minimum ve maksimum stok seviyelerini belirliyor, sistemi gereğince dokümante ediyor. Böylece, sistemin Türkiye'deki uzantısı üzerinden ihtiyacı kolayca karşılamak mümkün oluyordu.
Mal varlığı sizce bilinmeyen (ya da umursamadığınız) babanızın kredi kartıyla katalogdan ayakkabı satınalmak gibi bir şey bu; zahmetsiz ve hızlı, hatta biraz da kaliteli. Babanızın bin bir zahmetle kurduğu fakat çeşit ve kalite bağlamında yeterince geliştiremediği ayakkabı fabrikasının ürünlerini bile kullanmıyorsunuz. (Zaten yok seviyesine yakın olan ulusal sanayi ürünlerini bu ayakkabı örneğinin içinde sayabilirsiniz.)
Bu alış verişten babanızın ne kaybettiğini bilmiyorsunuz, daha da ötesi bedava gibi görünüyor size. Babanız da ikinci dünya savaşının neden olduğu 'seferberlik' halinin evlatlarını yoksullaştırdığını biliyor. Biraz refah uğruna, bildiğini de sineye çekiyor baba.
Bu mutlu(!) birliktelik yirmi yıl kadar sürdü. Hibe ve kredilendirme yoluyla biz hesapsız harcamaya alışırken, ABD hem savaş stokları nedeniyle birikmiş artık malzemeden kurtuldu, hem de kendisine derinden muhtaç bir ortak(!) elde etti. Ortak ise yetersizliğini bildiği araç gerecini modernize etmek heyecanı içindeydi ve geleceği hesaplamaktan uzaktaydı. Yardıma alışan bir ortağın emir almaya da alışması gerektiği hayal edilemedi. Edildiyse bile halkın refahı ve ülkenin güvenliği uğruna yutkunuldu.
Öyle ki, bir gün bu muhtaç ortak, Kıbrıs gibi ulusal değeri olan bir meselesinde, birkaç kez uyarılmasına rağmen bildiğini okuyunca, diğer tarafça bir dersin gerekliliğine karar verildi ve yaptırım kararı alındı: Ambargo.
Genel bir yaptırımdan ziyade, askeri malzeme ve amerikan yardım programıyla sınırlıydı bu yaptırım. Parasıyla, pazar araştırması yaparak ve pazarlık ederek alış veriş yapmayı unutan sistem, buna rağmen şaşırdı, bocaladı.
Zorlayan şartlar altında ulusal tedarik sistemi harekete geçirilmeye çalışıldı. Stok Numarası yazarak tedarik etmeye alışan bir sistemi, pazar ve ürün araştırması yapan, şartnamesini oluşturan ve tedarik kalitesini güvenceye alan ve üstelik bunu babasının parasını (dolayısıyla evladının hakkını) harcayarak yapan bir hale dönüştürmek kolay olmuyordu. Türk Standartları Enstitüsü (TSE) bünyesinde, askeri malzeme standartları çalışması bile başladı.
İşte bu sıralar, başka amaçlı bir toplantıda, Türk subaylar, Hollanda'dan subaylarla sohbet ederken, konu bir yere dayanır. Oradan bir yol açılır bir konuda. Bu yolu ve kavşaklarını ikinci yazıda değerlendireceğim.
Bu alış verişten babanızın ne kaybettiğini bilmiyorsunuz, daha da ötesi bedava gibi görünüyor size. Babanız da ikinci dünya savaşının neden olduğu 'seferberlik' halinin evlatlarını yoksullaştırdığını biliyor. Biraz refah uğruna, bildiğini de sineye çekiyor baba.
Bu mutlu(!) birliktelik yirmi yıl kadar sürdü. Hibe ve kredilendirme yoluyla biz hesapsız harcamaya alışırken, ABD hem savaş stokları nedeniyle birikmiş artık malzemeden kurtuldu, hem de kendisine derinden muhtaç bir ortak(!) elde etti. Ortak ise yetersizliğini bildiği araç gerecini modernize etmek heyecanı içindeydi ve geleceği hesaplamaktan uzaktaydı. Yardıma alışan bir ortağın emir almaya da alışması gerektiği hayal edilemedi. Edildiyse bile halkın refahı ve ülkenin güvenliği uğruna yutkunuldu.
Öyle ki, bir gün bu muhtaç ortak, Kıbrıs gibi ulusal değeri olan bir meselesinde, birkaç kez uyarılmasına rağmen bildiğini okuyunca, diğer tarafça bir dersin gerekliliğine karar verildi ve yaptırım kararı alındı: Ambargo.
Genel bir yaptırımdan ziyade, askeri malzeme ve amerikan yardım programıyla sınırlıydı bu yaptırım. Parasıyla, pazar araştırması yaparak ve pazarlık ederek alış veriş yapmayı unutan sistem, buna rağmen şaşırdı, bocaladı.
Zorlayan şartlar altında ulusal tedarik sistemi harekete geçirilmeye çalışıldı. Stok Numarası yazarak tedarik etmeye alışan bir sistemi, pazar ve ürün araştırması yapan, şartnamesini oluşturan ve tedarik kalitesini güvenceye alan ve üstelik bunu babasının parasını (dolayısıyla evladının hakkını) harcayarak yapan bir hale dönüştürmek kolay olmuyordu. Türk Standartları Enstitüsü (TSE) bünyesinde, askeri malzeme standartları çalışması bile başladı.
İşte bu sıralar, başka amaçlı bir toplantıda, Türk subaylar, Hollanda'dan subaylarla sohbet ederken, konu bir yere dayanır. Oradan bir yol açılır bir konuda. Bu yolu ve kavşaklarını ikinci yazıda değerlendireceğim.
Yeralti ve ustu degeeleri yaninda emsalsiz bir kultur yapisi ve degerlerine sahip bir ulkede baslatilan imrendirici donusumun korku salinip uyusturularak engellenmesi sureci...
YanıtlaSil... bu cok guzel ozet icin tesekkurler.
Ne zaman ki "..alinan ders(ler)" surecini her birey, her grup ve her orgutun yasamsal ve islevsel sureclerinin bir parcasi haline getirebilirsek o an soylenilecek birkac sozum daha olacak!
O gune kadar taninan ((!) sinir ve gosterilen (!) uc boyutlu tablolara bakarak hayattan keyif almaya bakalim; neticede bu sonucun maliyeti onu bilerek-bilmeyerek kullananlar arasinda o veya bu sekilde tasinacak; tasiniyor da netekim!
Sevgili Çorbacı ve Erel, uzun bir tatilden (30 günlük) döndüm. Hayatımda internet yoktu. Bu sürede iki -üç kitap okudum. Ne mutlu bana. Birincisi : Tonguç Baba idi.Sizin bahsettiğiniz 2.dünya savaşı yıllarını anlatıyordu. aslında bu kitabı daha öncede okumuştum,belki de bir daha okumuştum ve belki de bu üçüncü okuyuşum. Türkiye- Nato- Ortak pazar...Hepsi bir fasit daire.Atatürk gibi vizyonu olmayan liderler oldukça, Türkiye maalesef,emperyalizmin elinde bir oyuncak muamelesi görecektir ve netekim görmüştür de!!!
Sil