31 Ağustos 2016 Çarşamba

DİKENLİ BİR SAVUNMA SANAYİİ HİKAYESİ-5, Çarli'nin Melekleri

 
MÜHENDİSLİK Mİ YÖNETİCİLİK Mİ?
    Çok geçmeden bir sessiz soru belirdi zihnimde:  Mühendis miyim değnekçi başı mı? Yanlış anlaşılmasın. Birim yönetimini hor görme değil de bir isyan abartması kabul edin bu benzetmeyi. Sekiz yıldır çalıştırılmayan akışmetre kalibre tezgahı ile uğraşmak, çalışma prensibini ve iç yapısını çözmek, neden çalışmadığını bulmak gibi bir 'baş ağrısı', personel devam çizelgesi ile veya üretim sapmaları ile uğraşmaktan daha çekici geliyordu banma.
   Ne var ki omuza yerleşen yıldız sayısı, kişinin ne kadar yönetsel meselelere gömüldüğü ile doğru orantılıydı. Mühendislik meselelerinden kaçma eğiliminde olanlar için bulunmaz nimet olan bu durum, aksi yöne yatkın olanlar için de sıkıntı kaynağı olabiliyordu. Ayrıca, sistem gereği nöbet tutmak zorundasınızdır veya hiyerarşik bağınız olmayan bir birim yetkilisi, bulunduğunuz hiyerarşik zincirin kontrolünde olmayan ek görevler verebilir.
   Bunlara benzer sorunların bir kısmını o ana kadar yaşadımsa da çoğunu ileride yaşayacağım çünkü halen yaşayan başkaları var.
   Bana şimdi sorulsa örneğin, fabrika birimlerinde mühendis görevlendirmem. Hele hele yüksek potansiyellileri asla... Bunun yerine, sorumlu olunan sistemlere göre örgütlenmiş ve kadrolanmış bir mühendislik biriminde, uzmanlaştırarak toplarım mühendisleri. Atölye fabrika yönetimlerini de buna uygun vasıf ve eğilimdeki personele bırakırdım.
   Oh be! Ayağıma batan dikeni çıkardım. Kapanan yaranın izi kaldı sadece.

   Dönelim ayların akışına.
   Hollanda bağlantılı proje sıkıştırmadan önce yüksek lisans tezimi tamamlamam gerekiyordu. Bir garip tesadüf, ben Eskişehir'e atandığım sırada tez danışmanım da ODTÜ'nün Gazi Antep yerleşkesine transfer oldu. Tezin bölümlerini postalıyorum, doğrulanmış veya düzeltilmiş hali bana postalanıyor. Defalarca oldu bu.
   Bu metni okuyan genç bir okuyucu elektronik posta geçiriyordur aklından bir ihtimal. Biz o olanaklara sahip olamadık.
   Doğrulanmış metin mumlu kağıda daktilo edilecek, teksir makinesinde çoğaltılacak ve ciltlenecek. Bir daktilo edinip yapabileceğim bir iş değildi bu. Mumlu kağıtla çalışanlar bilir; acemi daktilonun ya yazdığı harf teksirde çıkmaz, ya da tuşa aşırı kuvvet uygularsa harfler karışır. Üstelik yazılacak metin İngilizce. Ayrıca, tezin bir eki de ofset tekniği ile çoğaltılacak.
   'Bütün metinleri ve tabloları Word dosyasında oluştur, bas yazdır komutuna. Al sana tez kitabı. Bir de spiral sırt geçir. İki saat sonra tez kitabını teslim et.' Keşke böyle olsaydı. Biz delgi kartlarıyla bilgisayar kullanan nesiliz.
   Uğraş didiş Kasım sonlarında bütün hazırlıklar bitti ve Aralık ayında tez jürisine sunuldu. Tezim kabul gördü ve yüksek mühendis oldum. Bunu yazmamın nedeni, bu kariyer yükselişinin ödülü bir yıldı ve onunla birlikte 1977 yılına terfi etmiş olarak girdim.

   Askeri personelin yıllık izinleri, yazlık ve kışlık olarak iki ayrı dönemde kullanılır. Ben de Şubat ayında kullandım 1977'nin kışlık iznini. Döndüğümde ofis kalabalıklaşmıştı. Proje yöneticisi Akın Binbaşı ekibini güçlendirmek istiyordu. Proje için yararlı olacağını düşündüğü iki mühendisi de almak istemiş. Müdürler var olanla yetinmesini söylemiş. Akın Binbaşı konuyu komutana yansıtmış. Projeyi yakından izleyen komutan, "Proje aksarsa hesabını sizden sorarım." deyince istemeden razı olmuşlar. Böylece, üç ODTÜ'lü (Nadir, Bora ve ben) bir araya geldik.
   Popüler projenin yeni kadrosuna, diğer personelden bir kısmı, o günlerde popüler olan bir TV dizisinden hareketle, 'Çarli'nin melekleri' adını takmışlar.
   Akın Binbaşı kendi eliyle bize çay hazırlarken, gülerek anlatmıştı bu duyumu. O isminden hoşnuttu. Meşhur renkli defterinin iç kapağına süslü harflerle 'Charly's Note Book'  bile yazmıştı.
   Ruhu şad olsun.

29 Ağustos 2016 Pazartesi

ALTI YAŞIMDA SEVDALANDIM, NİŞANLANDIM

 
MAKİNEDİR MAKİNE
   Orak makinesi getirmiş Hacı Ahmet dayı dediler.(Hacamat diye kısaltarak söylerler.)  O da neymiş diye geçirdim içimden orak diye bilinen aleti ve tırpanı düşünerek. "Neredeymiş?" diye sordum. Anladım yakın bir yerdeymiş; sıradan bir günde oynadığımız bir mesafeden bile yakın. Okulun arkasındaki tarlamızı biçiyormuş. Bu durumda büyüklerden izin almadan gidebilirim. Hoş, o sıralarda, işin kaynadığı o mevsimde, izin alacak birisini arasan da bulamazsın.

 günümüzde traktörden güç alan tip. Bk: Not
   Okula yaklaştığımda, kanatlı bir devin, üstelik dört kanatlı bir devin, bizim atları kovaladığını zannettim ilk anda. Yaz sıcağının neden olduğu pusarıklık nedeniyle sürücü oturağındaki babamı seçemiyorum henüz.
   Not: (Resim öyküdeki makineden farklı. Günümüzde, traktör kuyruk milinden güç alan bir model bu. Öykümüzdeki makine, tırnaklı demir tekerleklerden, dişliler kullanılarak güç alırdı. Yani atlar makineyi çekmekle kalmaz aynı zamanda makinenin hareketlerine güç sağlardı. Çalışırken, yandaki çeyrek dairelik sandık yatay konuma indirilir. Kanatlar (tırmıklar) daha açık konuma geçer, en az birisi sandığın içini  süpürürken, onu izleyen ikincisi bıçaklara doğru inerdi. Sandığı terk eden kanat yükselirken dördüncüsü sandığa doğru dönerek inerdi. 
   Makinenin sol yanına bir sürücü oturağı takılırdı.
    Resimdeki makine nakil düzenindedir.)

   Sonunda devin yanına yaklaştım. Dev babamın kontrolündeydi. Önce arkasından izledim tozuna samanına aldırmadan. Yatırılıp biçilen ve sandığın içinde biriken buğday saplarını gördüm. Sonra sol taraftan babamın hizasından sürdürdüm gözlemeyi. Yükün ağırlığından iki büklüm, kan ter içinde ve soluk soluğa ilerleyen atları izledim.
   Sonra, babam beni oturağa oturttu. Ben söyleyince şu kolu kaldır dedi. Dizginler onun elindeyken yürüdük. Bıçaklar göz takip edemez hızla gidip geliyor, dibinden kesilen ekin dalları sıralı tırmık kanat tarafından sandığa yatırılıyordu. Babam işaret verdiğinde sandık dolmuştu. Ben kolu kaldırınca, ekini bıçağa yatırıp geçmekte olan son kanat, havaya kalkmadan sandığı çeyrek daire boyunca süpürdü. Biçilen ekin düzgün bir demet halinde yere kaydı. Bu çevrimi birkaç kez daha tekrarladıktan sonra benim inmem gerekti. İşi yavaşlatıyordum.
   İnsan makine ilişkisini yaşadığım o an makineye tutuldum. Benim bileğimin bir hareketi, babamın bile kucaklayamayacağı miktarda ekini, başakların hepsi bir tarafta olmak üzere, düzgün bir şekilde yere yığıverdi. Sevdalandım, makinenin bir parçası olasım geldi.
   Babama çırak oldum bir süre. Makine kullanma yaşında olmadığımdan, işim getir götürden, zaman zaman makinenin belirli yerlerine gres basmaktan ve istirahat anında, babam uyurken atlara göz kulak olmaktan ibaretti.
   Daha kendi ekinlerimizin biçilmesi bitmeden, bir çift at ve bir yetişkin kişi daha olsa demeye başladı babam. İş hızlı ilerliyordu ve 'benim buğdaylar da biçilecek Hacamat, hani senin filanca tarlanın yanındaki' diyenler vardı.
   Kazanç potansiyelini gören babam ortak buldu. O da Hacı Emindi. (Kısaca hacemin derlerdi.) İkisi de doğuştan hacı...
   Hacılar ortaklığı benim çıraklığı bitirdi.
  
   Biçilecek son dal yere düştükten sonra harman işi başlayacaktı. Makine kullanan bilir ki başlarken ve işin sonunda makine bakım ister. Babam da bunu biliyordu ve makineye depolama bakımı yapıyordu. Bıçaklar söküldü, gres yağıyla sıvandı paslanmaya karşı. Kam yolları temizlendi ve yeniden yağlandı. Yanık gres bitinceye kadar dişli kutusuna gres basıldı. Sandık söküldü ve yağıştan korumalı bir duvara dayandı.
   Bıçak ve oturak bir yakacak yığınına dayanmış bir kenarda duruyordu babam işini görürken. Benim gözüm oturaktaydı. Bir otursam diyordum. Makinenin tıkırtısını, ekinlerin devrilişini ve benim bir hareketimle koca bir demet buğday sapının yere kayışını hayal ediyordum. Babam hissetti içimden geçeni. "O bıçaktan uzak dur dedi. Çok keskin!"
   Babamın meşgul bir anında oturağa tırmandım. Muradıma ermiştim. Ancak, çok uzatmadan, babam fark etmeden inmeliydim. Sandalyeden kayıverdim. Bir dikkatsizlik veya şanssızlık eseri sol ayağım bıçağa dokundu. Dokunma duyusundan daha çok derin bir yanma duyusuyla anladım bunu. Bıçak ayağımın üst kısmını kesmişti. Ağlamayı erteleyerek hemen oradan uzaklaştım. Ekmek yapmakta olan anamlara varınca, bastım velveleyi. Yara temizlendi, hamurdan bir merhem ile sarıldı.
   Kabak çekirdeğini andırır bir yara izi kaldı o günün nişanı olarak sol ayağımın üzerinde, parmakların iki üç santim üstünde. Makinenin nişanıydı bu.
   Sevdalandım ona ve nişanlandım.

 

25 Ağustos 2016 Perşembe

DİKENLİ BİR SAVUNMA SANAYİİ HİKAYESİ-4

 
UMDUĞUN DEĞİL BULDUĞUN ÖNEMLİ
   Henüz mastır tezini sunamamış olmanın derdine, altı aylık oğlumun ve atama sorunu yaşayacak eşimin sorunlarını ekleyerek Eskişehir'e atandım.
   Yine bir diken temizleme molası.
   Opsiyon derslerim ve seçmeli derslerim, makine tasarımı ve imalat tekniklerine yoğunlaşmıştı. Mastır tezim de imalata ilişkin olunca, hayalim imalat birimlerinden birinde görev almaktı. Atamamın yapıldığı tasarım bürosu da ikinci seçenek olabilirdi.
   Ne var ki bulduğum umduğumdan çok farklıydı. Daha birliğe katıldığım anda, adını bile bilmediğim bir birime yönlendirildim: Aksesuar atölyesi. Sözünü ettiğim sistem ve donatıların yenilenmesi ve testleriyle uğraşacaktım.
   ODTÜ'de bir ara mecburi ders olarak verilen Sistem Bilimleri (Systems sciences) dersi ve ölçüm bilimi (Metrology) dersi sanki bu yeni görevim için tasarlanmışlardı. Özellikle test tezgahları üzerindeki çalışmalarımda, bu iki ders beni hiç yalnız bırakmadılar. 
   Bir taraftan Hollanda bağlantılı projenin hazırlıkları sürerken diğer taraftan yeni göreve alıştırılıyordum. Bir taraftan da tezimi yazıp bölüm bölüm danışmanıma doğrulatmaya gönderiyordum.  İş saatlerinde o konuda çalışmaya fırsat verilmiyordu ancak teknik resim biriminin yoğun desteği işimi kolaylaştırıyordu.

   Bazı mesleklerde bitmeyen bir öğrenme mecburiyeti vardır. Bizimki de öyle.
   İlk tanıştığım şeyler 'hose' ve J-57 motorunun 'hacamat' edilmesi oldu. Mesele şu: Belirttiğim motor üzerinde 'bleed regulater' adlı bir kontrol ünitesi bulunurmuş ve bunun testi için tedarik edilmiş bir test tezgahı varmış. Tezgahı kurmak ve devreye almak bana verilen ilk görevdi. Neyi nasıl yapacağımı kendim bulmak ve öğrenmek zorundaydım. İlk bakışta garip bir durumla karşı karşıyaydım. Önce motorun niye ve nasıl 'hacamat' edildiğini öğrenmeliydim. Öyle ya... İngilizcede 'bleed' kanamak/kanatmak anlamına geliyordu.
   Atölye şefine sorduğumda da 'hose' gelmedi daha diyordu, onun deyimiyle 'bled valf' tezgahı için. Hose dediğinin hortum olduğunu kolay anladık ancak 'bleed' işinin esasını öğrenmek için yayın taramam gerekti. Bereket ABD sisteminde, okumasını bilene, her seviyede yayın bulunuyordu ve komutanlığın kitaplığında da vardı ve güncelleniyordu düzenli olarak.
   Bu arada belirteyim, öncelikle öğrenmem gereken şey USAF doküman sistemi oldu.
   Kanatmanın esası şuydu: Bunu aerodinamiksiz anlatmaya çalışacağım. Kompresör  yüksek basınç bölgesine (yanma odasına) sürekli hava basar. Yokuşa karşı değirmen taşı yuvarlamak gibi bir şey bu. Bazı değişkenler birleşip kompresör performansını olumsuz etkilediğinde, hava akışı sürdürülemez, hatta geri teper. Bu kesinti yanmanın durması demek olduğundan güç kaybıyla sonuçlanır. İtki olmayınca da uçak havada tutunamaz. 'stall' veya 'surge' olarak bilinen bu durum, doğal olarak pilotların tüylerini diken diken eder.
   Yüklü bir kamyonun yokuş tırmanması gibidir bu durum. Bir nedenle hız kaybettiğinde, vites düşürerek motorun durmaması sağlanır. Kanatma sistemi vites küçültmenin yaptığını yapar; durma eğilimi içindeki motoru durmadan toparlar. Üstelik bu işlem adı geçen regülatör tarafından otomatik yapılır.
   Kanatma (bleed) sistemi, kompresörde tıkanma gelişirken, basınç farkını ve giriş havasının sıcaklığını hissederek olumsuz gelişmeyi saptar ve kanatma valfini açarak akışın sürekliliğini sağlar.
   Tezgahı çalıştırmak için kuramsal hazırlık yapıldı, şefin belirttiği 'hose' de geldi. Belgelerde geldi görülen ancak bulunamayan bir şey yüzünden çalışma yarım kaldı. Bu şey. -50 derecede donmayan bir sıvıydı. Tedariki her zaman sorunlu olan bu sıvıyla ileride de çok uğraşacaktım; Dow Corning silicon oil.
   O an bile ulaştığım noktaya tırmanarak ulaştım. Kişiye, başladığı işe dair, basit bir yönlendirme eğitimi çok yararlı olurdu. Ona buna sorarak veya akıl yürüterek öğrenmek, belki daha kalıcı olabiliyor fakat çok zaman alıyor.
(Bu günlük bu kadar. Devamında, şimdiden ayağıma batan bir dikenden sözedeceğim: Mühendislik mi yöneticilik mi?)

21 Ağustos 2016 Pazar

YIILARIN GERİSİNDEN

 
SU KABAĞI
(Değerli devrimci öğretmen, öğretmenim Ahmet yıldırım ve devrimci ilk öğretim müfettişi Kemal Güngör anısına ve o günkü 'su kabaklarına' selam olsun diye... )
   
   "Bu ne hal Ahmet öğretmen!" dedi müfettiş, sınıftaki erkek öğrencileri göstererek.
   Gerçekten de yadırganacak bir manzara vardı. Seksen kişilik sınıfta, elliye yakın, irili ufaklı su kabağı. Su kabağı deyişim, daha bir önceki gün sıfır numara makineyle tıraşlanmış kafaların, yeterince güneş görmemiş ten renkleriyle su kabağı gibi ışıldamasındandı.
   İster istemez ben de güldüm ve "Anlatayım müfettişim," dedim. "Bu bizim Seferin, yeni berberimizin azizliği. Ben de ilk gördüğümde, "Bu ne hal Sefer!" dedim dün öğleden sonra. Sonra, inşallah müfettiş gelmez dedim içimden. Siz de tam üstüne geldiniz."
   "Anlat, anlat! Ben de merak ettim doğrusu." dedi müfettiş.
   Anlattım.
   -"Bizim köy kasabaya uzaktır, siz de bilirsiniz."
   -"Aslında uzak sayılmaz yollar yol olsa ve araç bulunsa. Neyse, devam et sen."

   İşte o 'uzak köy' zamanında, köyden hiç kimse kasabadaki bir meslek erbabının yanına çırak girip bir meslek edinmeyi düşünmüyordu. Oysa ki köylünün demirciye, terziye, nalbanta, kalaycıya, saraca veya berbere, az veya çok, illa işi düşerdi.
   Bunlardan bazılarını Çivril pazarı günü pazara gidince halledebilirsiniz fakat örneğin, vurulması gereken iğnenin hastanın yatağında vurulması gibi haller de var. Köyde iğne yapmayı bilen birisi yoksa, çoğu zaman hastayı Çivril'e doktora götürmenin de bir anlamı yok.
   Ahmet Ağa atını, Mehmet Ağa öküzünü nallatmak istediğinde, ya Çivril'e gidecek ya da nalbant bulunan bir köye.
   Sözü uzatmayayım, çıraklık yoluyla bu mesleklerden birisini edinmeyi kimse istemeyince tek yol kalıyor askerlik. Ne ilgisi var demeyin efendim. Şöyle:
   Örneğin, komşu köy Kara Yahşiler 'den Sıhhiye Ali, askerlikte iğne yapmayı öğrenmiş, şans eseri sıhhiye sınıfına ayrıldığı için. Askerlik dönüşü, kendi köyü dahil, birkaç köyün sağlık memuru gibi çalışmıştır. İğnelik hastası olan, bir biçimde Ali'ye kaydettirir kendisini. Gerisini Sıhhiye Ali takip eder. Günü geldiğinde, heybesine malzemesini ve aletlerini koyar, atına atladığı  gibi hastalarını dolaşır. Parasını da kazanır bu yoldan. Köydeki çifti çubuğu da aksamaz.
   Bizim köyden Nalbant İdris de öyle. Askerlikten dönüşte hemen başlamasa da ihtiyacı görüp, askerlikte süvari birliğinde öğrendiği nalbantlığı uygulamaya geçirdi köyde. Acil haller dışında, haftada bir gün açar tezgahı. Diğer günler kendi işindedir.
   Sefer de askerlikte berberlik öğrenmiş. Berberlik dememe bakmayın. Sadece makine tutmayı öğrenmiş; ustura makas derseniz Sefer'e göre değil. Bölüğünün komutanı, hiç asker parası gelmeyen Sefer'i seçmiş eline üç beş kuruş geçsin diye. Vermişler eline bir makine, koymuşlar başına meslekten berber birisini. Bir kaç saatlik iş başı eğitiminden sonra, Sefer olmuş berber Sefer. Tıraşı gelen bölük eratı Seferin elinde. Böyle geçmiş askerliği.
   Sefer fakir. Babası Tos Ahmet (tosamad derler), sizlere ömür. Tarla yok tapan yok. Ne iş bulsa onu yapar böylesi. Askerlik dönüşü, nereye çağırılırsa orada çalışır Sefer. Kerpiç kesene tezenecilik de yapmıştır, ramazanda davulculuk da. Anasının dibi delik kül tenekesini tangıdı tungudu vurarak, köyün köpeğini uyandırırmış, köpek ürmelerinin yoğunluğundan da insanlar uyanırmış. Köyde masal gibi anlatılır Sefer'in ramazan davulculuğu. Çalar saati olmadığından, sahuru zamanını horozlarının dikkatine bırakan Sefer'in durumunu anlarsınız.
   Sözü uzatmayayım, Sefer'den berberlik geçmişini dinleyen köyün önde gelenlerinden birisi önermiş. Sefer, "Makinem yok ki." demiş. Cemaatten para toplayarak elden düşme bir makine almışlar. Getirilip Seferin eline verilen makine sıfır numaraymış ve aşındığı için meslek dışı kalmış bir şeymiş. İki kolunu ters yönde kasarak sıkmazsanız, saçı kesmek yerine yolarmış. Git, parmaklarını alıştır demişler. Önce amcasının çoban eşeğinde, sonra da kepeneğin tarazlanmış yerlerinde çalışmış. Yoldurmadan kestirebiliyormuş artık.
   Bana açıldı konu. Köyde fakirliği iyi bilirim. Köy dayanışması olmasaydı, öretmen olmak yerine sığır çobanı da olabilirdim. Bu nedenle ilgimi çekti. Kabul ettim. Sefer bir tür okul berberiydi artık. "Ben bu gün ayarlayayım. Yarın öğleyin okulda ol. Öğle tatilinde bitir tıraşlarını," dedim.
   Bit mücadelesi bakımından çocukların tıraşına dikkat ederim. Ya kızlar, demeyim müfettiş bey. Elimden gelse onları da tıraş ettirirdim. Ne yazık ki omuz hizası kesmeye bile razı edemedim köylüyü. Kesmemek için bin bir türlü dinsel bağlantılı bahane buluyorlar. Dinin işi gücü kadın saçı sanki mübarek köyde.
   Çocuklara tembihledim: "Bu akşam, banyo yapamasanız da saçlarınızı yıkayın. Duru suda ıslayıp da valla yıkadım demek yok, ben anlarım. Onar kuruş da berber parası getirin. Yarın berber gelecek." dedim. Her ihtimale karşı, berberin kim olduğunu söylemedim.
   Beşinci sınıflardan birini de görevlendirdim. Beş sınıfı bir arada okutmanın böylesi yararı da var. Görevliyi yemeğe erken bıraktım. Erkenden gelecek ve düzeni o kuracak. Öğrenciler de bilir onun beni temsil ettiğini.
   Öğle yemeğinden sonraki ilk derse girdiğimde gözlerime inanamadım.
   "Ne bu hal!" dedim henüz işini bitirmekte olan Sefere. "Su kabağı gibi olmuş bunlar."
   "İyi ya öğretmenim," dedi Sefer. "Tıraşları çabuk gelmez." Sonra sıkınarak ekledi: "Elimdeki tek makine bu. Bu da sıfır numara." 
   Ne var ki makinenin sıfır numara olduğunu ben de bilmiyordum. Sormak da aklıma gelmedi hiç. Mart soğuğunda olacak şey mi? Şapka giyin bere takın dedim. Analarının baş örtüsüyle gelenler bile vardı bu sabah.
   İşte böyle efendim. Oldu bir kere.

19 Ağustos 2016 Cuma

DİKENLİ BİR SAVUNMA SANAYİİ HİKAYESİ-3

 
DİKEN TEMİZLİĞİ
   Yakın dönemden sözederken, insan tam objektif olamıyor. Arada bir dönüp bakmak gerekiyor. Dikenli bir alanda gezinirken arada bir durup diken temizliği yapmak gibi.
   Örneğin birinci bölümde, yirmi yıl süren mutlu beraberlikten söz etmiştim. Bu doğruydu ancak bu ortam sürerken geleceğini kurma hayalinde 'ergenler' de vardı. Modern silahlar edinmek güzeldi ancak kullanımı ve idamesi daha bilgili personel ve daha donanımlı bakım örgütlenmesi gerekiyordu. Sadece hava kuvvetleri değil, tüm kuvvetler bunun farkındaydı. Devleti bu açıdan önlem almaya ikna etme çabasında oldular.
   İlk planda, bu teknik meseleleri kavrayıp kucaklayabilecek personel ele alındı. 
   Her üç kuvvet, tahmin edebildikleri alanlarda yetiştirilmek üzere, subaylar arasından seçtikleri bir kısmını ABD üniversitelerine mühendislik tahsiline gönderdiler. Teşvik için lisansa bir yıl, yüksek lisansa iki yıl erken terfi ödülü koydular. (Yasa sadece ABD'de tahsil görenleri kapsamaktaydı nedense.) Primli maaş yasalaştı; albay maaşı bazında, mühendise %55, yüksek mühendise %65 meslek primi verildi. (Bu cazip durumun askeri öğrenci olma kararımda etkisi yoktu fakat öğrencilik döneminde bol para hayali kurmama engel yoktu. Ben daha öğrenciyken, ordu içi dengeler nedeniyle kırpıldı teşvikler.)
   Belki aşırıya kaçıldı amma önemseniyordu belli ki.
  Sonuçta, 1960 başlarında önemli sayıda subay ABD'ye mühendislik eğitimine gitti. Gidenlerden bir kısmı, tazminatı göze alıp geri gelmedi. Bir kısmı en kısa zamanda istifa edip geri gitti veya Türkiye'de başka sektörlere veya akademik hayata kaydılar. Gelip görev alanlar da geçen sürede kıdemlendikleri için orta kademe yönetici olarak işe başladılar.
   Projenin semeresinin umulan kadar olmadığı kanısındayım.

   Tekrar Hollanda bağlantılı test tezgahı projesine dönünce...
   Hollanda devleti fakir bir devlet değildi. ABD ile ilişkilerinde sorun yoktu. Test tezgahlarını rahatlıkla ABD'den temin edebilirlerdi. Sorulması gereken soru, neden geçmişinde bu sahada ürünü olmayan bir şirkete bu işi vermişlerdi sorusudur.
   Verolme Elektra adlı bu şirket, gemilere kontrol ve kumanda sistemleri tasarlayıp uygulayan bir şirketti. Enstrümantasyon ve bunların entegrasyonu alanındaki deneyimleri test tezgahlarıyla örtüşen bir özellikti fakat gerekenin hepsi bundan ibaret değildi. 
   Değerlendirmem şudur ki, Hollanda'nın proje satınalma kavramı yerleşmiş bir devlet olması ve finans yönetimi konusundaki şöhretleri onlara bu kararı aldırdı. Hollanda'nın bir sanayi ve ticaret ülkesi oluşu da önemli bu hususta. (Örneğin Foker,)
   Bu satırların yazarı o günlerde mesleğinde çaylaktı ve değindiğim gelişmelerden henüz haberli değildi. İkide bir yüksek lisans çalışmasının durumu soruluyordu. Bunun Eskişehir yolunun hazırlığı olduğunu dahi anlamadı. Rahat bir havada, derslerini verdiğini ve tezini yazmakta olduğunu söylüyordu.
   Test tezgahı projesinin yoluna girdiği ve proje için personel planlandığı bir zamanmış oysa. İster misin denmeden atamam çıktı Eskişehir'e.

16 Ağustos 2016 Salı

DİKENLİ BİR SAVUNMA SANAYİİ HİKAYESİ-2

 
TÜRKİYE- HOLLANDA

   Bir savaş uçağı pilotu, uçuş esnasında motor değerleriyle fazla ilgilenemez; yapacak başka işleri vardır. Bunun yerine, motor üzerindeki kontrol düzenleri kendi kendini kontrol eder ve yürütür. Bu kontrol düzenleri olmasaydı, her hava koşulunda, her irtifada ve her değişik hızda, motorun güvenilir ve verimli olarak çalıştırılması mümkün olmazdı. Hatta denebilir ki sadece motoru yönetmekle görevli makinist bile bulundurulsa, bunu beceremezdi. (Konuya yakınlığı olmayanların anlaması zor bir durum.)
   Kontrol düzenlerinin yanında ayrıca destek üniteleri vardır: Yağlama sistemi ve yakıt besleme sistemi gibi. Bunların işbirliği ile motor otomatik çalışır, pilot sadece güç (itki) talebini bildirir gaz kolu aracılığıyla. Pilotun önlem alması gereken hallerde de uyarı sinyali gelir.
   Görevini mümkün olduğu kadar kısaltarak anlattığım bu düzenler ve üniteler, önceden belirlenmiş aralıklarla test edilir veya yenilenir (revizyon edilir). Periyodu gereği (veya şikayet üzerine) ve yenileme sonrası, bu donatılar test edilirler. Bu sıkı kuralların nedeni, uçan bir aracın üzerindeki ünitelere 'arızalanıncaya kadar kullanılır' denememesidir. Çünkü çoğu arıza, uçağın ve pilotun tümden kaybedilmesine neden olacaktır.
   Test denilen işlem, ünitenin uçuş koşullarında karşılaşacağı halleri yerde oluşturup işlevini bu koşullar altında doğru yapıp yapmadığının saptanmasıdır. Sonuçlar, ünite seri numarası esasına göre kaydedilir ve arşivlenir. Testler, test tezgahı denilen simülasyon düzenleri kullanarak yapılır. Donatı ve sistem yenileme, kullanıcı bakımlarından öte, fabrika seviyesi bakım (FSB) veya depo seviyesi bakım olarak adlandırılır. FSB'nin önemi bilinmekte ve bu yönde yatırımlar ve hazırlıklar yapılmaktadır: Tesis, makine,test tezgahı ve gereken teknik personel.
  Hikayenin birinci bölümünde değinilen yıllarda, yenileme ve test ihtiyacı, ABD üzerinden karşılanırken, ambargo nedeniyle akış olumsuz etkilenir. Giden ünite geri gelmez olmuş veya baştan kabul edilmemiştir.
   Etkinliği belgeli sistem ve donatı sıkıntısı, uçuş faaliyetlerini olumsuz etkilemektedir.
   Ambargo aynı zamanda, askeri sistem üzerinden temin edilmeye çalışılan test tezgahlarını da engellemiştir. Envanterdeki motor tiplerinin ağırlıklı bir kısmını olumsuz etkilediği için, tezgahların ticari bağlantılarla tedarik yolları aranmış, şartnameler yazılıp ihaleler açılmıştır. Eldeki teknik veriler ABD'deki motor imalatçısı şirketlerin verileri olduğu için, şartnameler adeta tek kaynaktan tedarik zorunluluğu yaratmıştır. Alınan teklifler çok yüksek tutarlıdır ve teslim süreleri uzundur. (İhtimalen, bu arada ambargonun gevşeyeceği
öngörülmektedir.)
   İşte bu şartlar altında, NATO şemsiyesindeki bir teknik toplantı nedeniyle Brüksel'de bulunan iki mühendis subay, Hollanda Hava Kuvvetlerinden bir subay ile tanışırlar. Her iki taraf da motor işleriyle haşır neşirdir. Konu ambargonun olumsuz etkilerine kaymıştır.
   Yedek parça planlaması nedeniyle yenileme konusunda yardımcı olamayacaklarını ancak üniteleri test  etmek için yol bulunabileceği söylenir. Zira aynı motor tiplerini Hollanda Kraliyet Hava Kuvvetleri de kullanmaktadır.
   Her iki taraf kendi üstlerine telefonlar açar ve böylesi bir açılım incelemeye değer bulunur. Gerekli temaslar kurulur ve görüşmeler için Belçika'dan Hollanda'ya geçilir.
   Bu iş gezisi sırasında, Hollandalıların elinde  bulunan test tezgahları da görülür. Motorların kitaplarında belirtilen tezgahlara benzememektedir fakat hizmete yeterlidir ve uygundur. Test tezgahlarının, motor kitaplarında belirtilmeyen bir Hollanda şirketi tarafından tasarlanıp üretildiği anlaşılır. Şartnameler yeniden yazılır ve ihale tekrarlanır.
   Bu sıralarda, bu satırların yazarı, Türk Hava Kuvvetleri karargahında, teknik bir şubede çalışan yeni mezun bir mühendistir. Resmi olarak mastır için izinli fakat Kıbrıs gerilimi sonucu iptal edilen izinler nedeniyle tam-gün mesaidedir. Birkaç yıl sonra, yukarıda değinilen çabalar sonucu oluşan bir projenin tam da göbeğine düşeceğini henüz bilmemektedir.
   Gene sınırı aştım. Devamı gelecek.

13 Ağustos 2016 Cumartesi

DİKENLİ BİR SAVUNMA SANAYİİ HİKAYESİ-1

 
HOLLANDA'DAN ÇİN'E - TÜRKİYE ÜZERİNDEN
 
   1952 yılı ve sonrası:
   Türkiye çok arzuladığı NATO üyeliğine kavuşuyor. Öncesiyle ve sonrasıyla bu gidişi etkileyen politik koşullar uzun zaman derinlemesine tartışıldı.
   Ele alacağımız konu, çok da uzmanı olmadığımız bir alanda, savunma sanayisi etrafında dolaşıp mütevazi görüş ve gözlemlerimizi açmakla sınırlı.
   NATO'ya giriş Türkiye silahlı kuvvetlerinde ve savunma politikası tasarımında ciddi değişimlere neden oldu. Burada, tedarik ve savunma sanayisi alanlarında dolaşacağız kısa birkaç paragrafla.  
   NATO'ya giriş Türk Milli Savunma Bakanlığına ve silahlı kuvvetlerine ABD stok numarası sistemini öğretti. Bu sistemde, civatadan radar paketine, hatta motora kadar her şey sistematik olarak bir numara alıyor.  Bir silah sistemi sorumlusu, sistem elkitapları üzerinden, bir pulun veya diyotun veya bunların bir üst birleşiminin parça numarasını bulduktan sonra, ikmal sistemi stok numarası üzerinden yürütülüyor. Stok numarası muhteşem bir tedarik aracıdır. Birileri sizin için (ve kendisi için elbette) ürünü tedarik ediyor, minimum ve maksimum stok seviyelerini belirliyor, sistemi gereğince dokümante ediyor. Böylece, sistemin Türkiye'deki uzantısı üzerinden ihtiyacı kolayca karşılamak mümkün oluyordu.
   Mal varlığı sizce bilinmeyen (ya da umursamadığınız) babanızın kredi kartıyla katalogdan ayakkabı satınalmak gibi bir şey bu; zahmetsiz ve hızlı, hatta biraz da kaliteli. Babanızın bin bir zahmetle kurduğu fakat çeşit ve kalite bağlamında yeterince geliştiremediği ayakkabı fabrikasının ürünlerini bile kullanmıyorsunuz.  (Zaten yok seviyesine yakın olan ulusal sanayi ürünlerini bu ayakkabı örneğinin içinde sayabilirsiniz.)
   Bu alış verişten babanızın ne kaybettiğini bilmiyorsunuz, daha da ötesi bedava gibi görünüyor size. Babanız da ikinci dünya savaşının neden olduğu 'seferberlik' halinin evlatlarını yoksullaştırdığını biliyor. Biraz refah uğruna, bildiğini de sineye çekiyor baba.
   Bu mutlu(!) birliktelik yirmi yıl kadar sürdü. Hibe ve kredilendirme yoluyla biz hesapsız harcamaya alışırken, ABD hem savaş stokları nedeniyle birikmiş artık malzemeden kurtuldu, hem de kendisine derinden muhtaç bir ortak(!) elde etti. Ortak ise yetersizliğini bildiği araç gerecini modernize etmek heyecanı içindeydi ve geleceği hesaplamaktan uzaktaydı. Yardıma alışan bir ortağın emir almaya da alışması gerektiği hayal edilemedi. Edildiyse bile halkın refahı ve ülkenin güvenliği uğruna yutkunuldu.
   Öyle ki, bir gün bu muhtaç ortak, Kıbrıs gibi ulusal değeri olan bir meselesinde, birkaç kez uyarılmasına rağmen bildiğini okuyunca, diğer tarafça bir dersin gerekliliğine karar verildi ve yaptırım kararı alındı: Ambargo.
   Genel bir yaptırımdan ziyade, askeri malzeme ve amerikan yardım  programıyla sınırlıydı bu yaptırım. Parasıyla, pazar araştırması yaparak ve pazarlık ederek alış veriş yapmayı unutan sistem, buna rağmen şaşırdı, bocaladı.
   Zorlayan şartlar altında ulusal tedarik sistemi harekete geçirilmeye çalışıldı. Stok Numarası yazarak tedarik etmeye alışan bir sistemi, pazar ve ürün araştırması yapan, şartnamesini oluşturan ve tedarik kalitesini güvenceye alan ve üstelik bunu babasının parasını (dolayısıyla evladının hakkını) harcayarak yapan bir hale dönüştürmek kolay olmuyordu. Türk Standartları Enstitüsü (TSE) bünyesinde, askeri malzeme standartları çalışması bile başladı.
   İşte bu sıralar, başka amaçlı bir toplantıda, Türk subaylar, Hollanda'dan subaylarla sohbet ederken, konu bir yere dayanır. Oradan bir yol açılır bir konuda. Bu yolu ve kavşaklarını ikinci yazıda değerlendireceğim.

10 Ağustos 2016 Çarşamba

AKLIMA GELDİ-13. Mutluluk Üzerine

 
KENDİNİ BİLMEK
 
   Daha ilkokula başlamadan önce, dedemin lokum ve sevgi eşliğinde verdiği dinsel eğitim dönemi vardı. Sureler yanında, İslami ve ahlaki bilgiler de öğretirdi. Daha o zamanlar ezberlettiği 'İslam'ın şartı-beş' bilgisini zaman zaman, çoğu zaman toplum içinde, tekrarlatırdı. Büyüdüğümü sandığım bir yaşta, -orta birde- tekrar sordu köy odasında, jüri(!) karşısında. Alındım doğrusu. Çocuk işi gibi görüyordum. İslam'ın şartı kaç sorusuna aynı küçümser havada beş dedim. Dedem olmadı deyince isyan ettim. Beni sakinleştirdi ve doğru yanıt altıdır dedi. Altıncı şartı anlayacak yaşa geldiğin için şimdi söylüyorum. (Din dersi kitabında hala beş yazıyordu.) Altıncı şart çok önemlidir ve senin toplum içindeki yerini belirler. Bu şart, 'haddini bilmektir.' Haddini bilmek, edepli ve ölçülü olmaktır dedi.
   Yıllar sonra, bu kez Abidin haddimi bildiriyor. Hem de mutluluk konusunda bir beyin fırtınası sırasında. Dedemden kalanı ilişkilerimde değerlendirdiğimi sanıyorum fakat mutluluk bağlamında hiç düşünmemiştim.
   Kendini bilen insan haddini de bilir diyor Abidin. Ölçülü bir insan, olanaklarını ve yetersizliklerini bilir; gerekirse nasıl geliştireceğini araştırır, bulur. Ölçüsüne uygun hedefler belirler ve gerçekleştirir. Gerçekleşen hedefler birer mutluluk kaynağıdır. Ölçülü insan, güçlükleri de ölçebildiği ve yenmenin yollarını ussal bir yaklaşımla aradığı için zor girişimlerde de dirençli olabilir, mücadelenin çetinliğinden mutsuz  olmaz.
   Çok katı, duygusuz bir yaklaşım değil mi diyecek oldum, "Bekle hele." dedi. "Kendisi duygu olan mutluluktan sözediyoruz.  Örneğin, bütün nimetlere aç, bütün fırsatlara hevesli olursan, mutsuzluğu garanti edebilirim sana. Ve ayrıca, ölçülülük de hissedilen bir şeydir."
   "Duygular ve mantık işbirliği içinde olunca, insan 'olmayacak duaya amin dememeyi' becerebilir ve mutluluğu sürdürme veya elde etme yönünde avantaj kazanır." 
   Uzun uzun tartışılabilecek bu konuda, güçlü bir argüman...
   Tatil öncesinde torunum Arya, bir 'skype' görüşmesi sırasında, bisiklet ve at istedi benden. Üç buçuk yaşında birine uygun iki tekerlekli bisiklet bulmak zordu ancak mümkündü. Canlı kanlı at, hem beyaz hem de mitolojik tek boynuzlu olanından... İşte bu mümkün değildi. Torunu mutlu etmek kendimi de mutlu etmekti. Bisikleti  (14 Jant), İzmir'deki satıcılar bulundurmadığından, internet yoluyla getirttik. Eğlence yerlerindeki ata, kağıttan boynuz takmaya kadar indirgedik at konusunu da. Sadece eve getirememeye nasıl ikna edeceğimiz kaldı geriye. Mantık ve duygu işbirliği vardı bu konuda.
   Arya bisikletiyle, dedesi de mutlu torunuyla mutluydu. At konusu hiç gündeme gelmediği için sorunumuz da yoktu. Raslantılar da bir gerçek; Rotterdam'da hayvanat bahçesine götürülen Arya, bindirildiği midillinin çıkardığı bir burun sesinden korkmuş ve at hevesi geçivermiş. Sonuç olarak, olanaklar, mantık, duygular ve raslantı bir bakıma mutluluk yolunu organize etti. (Raslantının rolüne Abidin de itiraz etmedi.) 
   Diğer çok önemli bir kavram da 'yaşamın anlamı'. Kişi yaşamına bir anlam yükleyebilmişse daha dayanıklı olacaktır. Anlamlandırma, son torunu evlendirmekten son tabloyu tamamlamaya, bir kariyer zirvesine ulaşmaktan yoğun ibadetle, öbür dünyada ebedi mutluluğa erişmeye kadar uzanabilir. Tamamen kişiseldir ve kişi kendisini ikna eder ve coşturur.
   Mutlu etmeden mutlu olunmaz. En yakınından başlayarak çevresine mutluluk veren kişinin eninde sonunda mutlu olması gerekir. Bunu yapmayanın ne bu dünyada ne de diğerinde mutlu olabileceğini sanmıyorum. (Beni affet Abidin. Son paragrafta sana danışmadım.)
   Sen de ben de biliyoruz ki mutluluk konusunda kimse kimseye hiçbir güvence veremez. Kendinden başka!

3 Ağustos 2016 Çarşamba

AKLIMA GELDİ -12 : Mutluluk üzerine


MUTLULUĞU ÖLÇEBİLİR MİSİN ABİDİN?
   Abidin'den yanıt yerine soru geldi:
   "Hayrola! Mutluluğu yönetmek mi istiyorsun?"
   Yaşam bilimci veya davranış bilimci olmadığımı, bu konuyu, kendimi de tartarak, öğrenmeye çalıştığımı belirttim ve "Keşke mümkün olsa." dedim. " 'Cesur Yeni Dünya' romanında yazarın 'somo' adını verdiği mutluluk hapıyla yönetiliyordu ada toplumunun mutluluğu."
   "Allah göstermesin!" diye tepki geldi. Mutluluğu yöneten mutsuzluğu da yönetebilirmiş. Mutluluğu ölçmek aynı zamanda mutsuzluğu ölçmekmiş. "Ölçmek de" diyor Abidin "yönetmeye başlamaktır."
   Böyle bir niyetimin olmadığına güç bela ikna edebildim. Şöyle devam etti Abidin:
 
  Üç önemli nedenle mutluluk ölçülemezmiş.
 
   Bunlardan birincisi beden zaman çelişkisi: Her ne kadar insanın tarımı keşfetmesi on bin yıl öncelere dayansa da  bin yıl önce, Dünya nüfusunun önemli kısmı avcı-toplayıcı olarak yaşıyordu. Yer küredeki insan tarihi yanında, bu birkaç bin yıl kısa bir süredir. Bu nedenle insanlar avcı toplayıcı genlerinin etkisindedir hala. Avcı-toplayıcı refleksleri ile bilim üstü çağları yaşamak zorunda olan insanın soyut dünyası somut gerçeklerle çelişiyor. Doğal yaşamamaktan dolayı, gelişmelere ayak uydurma çabası içinde ve çoğu zaman gelişmelere yetişememenin hüsranıyla sürekli gergin, yaşamla uyumsuz yaşamaktadır. 
  
   ikincisi, insanın irrasyonel bir varlık olmasıdır. İnsan davranışları, yapılan genellemelere rağmen ölçülebilir bir şey değildir. Duyguları ve bunlara karşı tepkileri matematik kesinlikle kestirilemez.

   Son olarak, mutluluk kişiseldir ve kişiler birbiriyle aynı olmadığı gibi, kişilerin mutluluğu da, en azından ortaya koyduğu belirtiler dikkate alınırsa, farklı olacaktır. Belki ihtiyaçlar hiyerarşisindeki (Maslow) üst katmanların tatminiyle sağlanan mutluluk, alt katmanlarınkine göre daha belirgin ve kapsamlı olabilir. Bu genel kabulün, her zaman ve her koşulda böyle olacağını iddia etmek de mümkün olmaz ayrıca.

   Bilinmezlerin bu kadar çok olduğu mutluluk gibi bir soyut kavram ölçülemez. Örneğin, ağlayan bir kadın görseniz ilk akla gelen üzgün olduğudur. Oysa insan mutluluktan da ağlayabilir.
   Yaşam kimyası bilginlerine göre, insanı mücadeleye yönlendiren adrenalinin gerdiği bedeni ve zihni, sonuç alındıktan sonra (hedef ürün alındıktan veya tehlike atlatıldıktan sonra) serotonin ile gevşetme süreci çalışıyor. (Tam avcı-toplayıcıya göre) Ancak, bu sürecin süresi ve şiddeti, adamdan adama ve günden güne değişebiliyor.
   Yaşam bilimciler de diyor ki beyin her algıdan sonra bir karar notu atar nöronlar arasına. Bu karar notundaki bilginin, zaman ve tekrarlanan duygularla değişmezliği kanıtlanınca karar cümlesi olarak yazılır, limbik sisteme geçirilmesine veya gen mutasyonuna kadar gider gerekirse. Modern çağlarda ise o kadar hızlı değişimler yaşanıyor ki bilgi notları sürekli değiştiklerinden yeni karar cümleleri yazılamıyor. Hala avcı-toplayıcı aşamasında yazılan karar cümleleri duruyor. Bu nedenle modern çağ insanı mutluluğu yakalama konusunda karasız, hedefsiz ve şaşkın.
   Toplum bilimciler de diyor ki modern çağlar çekirdek aile yapısını kırdı. Her ne kadar devletlerin sosyal güvenlik sistemleri çekirdek ailenin bir kısım işlevlerini üstlenmiş olsa da insanlardaki yalnızlık duygusu giderek artıyor. İnsanlar artık daha güvensiz ve daha depresif.
Peki ne yapayım Abidin dediğimde, "Mutlu olmak için haddini bil ve yaşamını anlamlı kıl." dedi. Peki nasıl dediğimde, "Şu anda senden daha anlamlı bir işim var. Sonra görüşürüz." dedi.
Haddimi bildirecek belli ki. Bekleyeceğiz.