5 Haziran 2018 Salı

Aklıma Geldii - 16

 
BİR YARIM 70 DİĞER YARIM 99 YAŞINDA
 
      Başlığa bakarak depresif veya karamsar bir ruh halinde olduğumu düşünmeyin. Sadece biyolojik bir gerçekten yola çıkarak yazdım bu başlığı. Sadece benimle de ilgili değil. Sizi veya ötekileri de aynen tanımlayan bir gerçek.
      Bir süredir elimde dolaşan bir kitap var. (İsteyene referans verebilirim.) İnsanoğlunun/kızının nereden gelip nereye gittiğini anlatmaya/anlamaya çalışan bir kitap.
      Bu kitapta, eşeyli üreme konusu işlenirken, bir kadının 400 civarında yumurtaya sahip olduğunu, ortalama 35 yıllık aktif üreme kapasitesi olduğunu ve yumurtaların, kadın daha ana rahminde iken fetüs bedeninde oluştuğu ifade ediliyor. Diğer bir anlatımla, sizi veya beni oluşturan ilk hücredeki kromozomlardan anadan geleni, ana ile yaşıt. Babadan gelen kromozom sıfır yaşındayken, anadan gelen, ananın o andaki yaşı kadar yaşamış yumurtalık içinde. Bunun için ben 70 yaşındayken diğer yarım 99 yaşında dedim. Çünkü ben anam 29 yaşındayken doğmuşum.
      Aslında bu durum sadece ilk hücre için geçerli. Daha sonra oluşan hücrelerdeki kromozom yarıları eşit yaşta. Vurgulama amacıyla abarttım biraz. (Biraz mı?)
      Sıkı durun; son sözüm: İlk hücrenizin bir yarısını, anneniz değil anneanneniz doğuruyor.

9 Mayıs 2018 Çarşamba

Gündüz Düşü 2/2

 
Gündüz Düşü
 
      Hep birlikte büyük bir salona geçtik. Kimse kimsenin nefesini ve kokusunu duymayacak kadar geniş olan ve sanırım, amaca uygun tasarımı, döşemi ve iklimlendirmesi de bulunan bir salondu düş odası. Hiç unutamadığım bir zemin kaplaması vardı: Çimen yeşili renkte ve uzun havlı halı.
      "Şimdi hedefimiz hızla kendimize, kendi geçmişimize yoğunlaşıp en mutlu anı yakalamak. Bunu geleceğe yönelen hayaller kurarak da yapabiliriz fakat bu birincisinden daha zordur." dedi uzman moderatör. "Seçim sizin."
      İnsanın ne kadar çok mutlu anı varmış ve onların içinden birisini seçip öne çıkarmak da ne zormuş. (Bu zorluğa karşı uyarılmıştık zaten. "Film şeridi gibi döndürün belleğinizde, en son takıldığınız dönem, sizi en çok rahatlatanı olacaktır." dendi. "O an, içinde sizi gerecek hiç bir unsur taşımayan bir andır; sadece huzur verici bir güzellik veya hoşluk...")
      İnsan bellek defterini açtığında, nedense, sondan başlayarak okuyor. (Belki de bellek defterine defterin sonundan başlanarak kaydediliyor anlar.)
      Yakın geçmişte başarıyla tamamladığım bir projenin mutluluğu çıktı hemen öne. Fakat, hemen arkasından bir itiraz geldi: "Ben varım. Beni tamamladığında da çok mutluydun ve üstelik üstün hizmet ödülü kazandırdım sana. Katmerli mutluluk!" Tamamladığım başka bir projenin sesiydi bu.   
      İşle ilgili mutluluk anlarını atlamalıyım diye düşündüm. Mutlu anların gergin anlarla kuşatılmış olduğu bir gerçekti.
      Çocuklarım geldi aklıma. Her birinden mutluluk akıyordu yüreğime. Fakat onları da birbirinden ayıramazdım. Farklı açılardan değerliydi her biri. Ayrıca, çocuk yetiştirmek öyle çocuk oyunu gibi bir şey değildi. Bir sayfa daha çevirdim defterden.
      Derken, evlilikle ilgili sayfa geldi önüme. Büyük mutluluktu fakat iki kişilikti. İki kişinin birlikte elde ettiği bir şeydi ve bir anlık değildi. Uzayıp giden bir zamandı; acısıyla tatlısıyla.
      Gerek evliliğin ve gerekse çocuk yetiştirmenin anılmasının, mutluluk veren pek çok anları vardı fakat doğal olarak, içinde gerginlikler de taşıdığı bir gerçekti. Her ikisinde de anılması sıkıntılı olan diretmeler ve ödünler vardır.
      Gene sondan geriye giderek, sıralı okullardan mezuniyetlerim üzerinde düşündüm bir an. O kadar derin iz bırakmadıkları görüldü. Örneğin, bir tören paketi içine bile girmemişti hiç birisi. Sadece bir süre sonra mezuniyet belgesi almakla noktalanıyorlardı.
      Gide gide çocukluğumdaki bir ana takıldım kaldım. Bu an ne ilk bisikletimdi ne de öz yapım (self made) çemberimdi. Ne de başka bir nesne... Bir bahar havasıydı yüzümü okşayan, burnumu sızlatan.
      Ilık bahar havasının savurduğu doğa kokusu... Bir anda su papatyası ve su nanesi kokusu sardı her yanı. Ve su şırıltısı... O anda, orada...
      Sulama  ve drenaj kanalları henüz dilim dilim bölmemişti ovayı. Bahar gelince, bahar yağışlarının ve kar sularının beslediği çaylar ve dereler coşardı. Derelerin kenarında su papatyaları şahlanır, görece çukur olan bölgelerde gölcükler oluşur ve bu gölleri su papatyaları kaplardı. Çayırlar yeşerir, papatya sarısı ve çimen yeşili yarışırlardı olabildiğince. Rengin, kokunun ve doğal seslerin insanı kendinden geçiren yarışmasıydı bu.
      Bir de hayal yolunu denemek istedim. Çayırları bırakıp Kaz Dağlarına gittim (gitmeye çalıştım). Bir yolculuktan kalma bir takıntıydı bende bu: Kaz Dağlarının Ege'ye bakan yamacında, çamlar arasında bir ev. Bu evin verandasında Güneşin sulara batışını izlemek... Zorladım kendimi fakat ne çam kokusu duyabildim ne de deniz kokusu. Martı sesi bile yoktu. Beyin, deneyimleri arasında olmayan şeyleri belleğe almıyor anlaşılan. Huzursuz oldum ve çayırlara döndüm tekrar. Kısa sürede su nanesi kokusu sardı ortalığı ve arkadan diğer duygular.
       Moderatörün kendine has zili ile döndük gerçek yaşama.
      "Aranızda daha ilk deneyişinde huzuru yakalayanlar var. Anlattığım doğrultuda tekrarlarsanız çoğunuz huzuru yakalayacaktır. Hiç bir zaman yakalayamayanlarsa kendilerine dikkat etsinler ve hekim yardımı alsınlar." diye bağladı oturumunu.
      Gündüz düşü deneyimine katılanlardan ben dahil birkaçıyla özel görüşme yaptı ruhbilimci olan moderatör. "Bu görüşme benim bilim adamı yanımla ilgili, yürüttüğümüz oturumla ilgisi yok. İstemezseniz sorularıma veya bir kısmına yanıt vermeyebilirsiniz." diye açıkladıktan sonra bana sordu: "Bir ara, önce rahatlamış olan yüz hatların bir süre kasıldı. Belli ki huzurun kaçtı. Özel değilse, ne oldu o ara?"
      Çayırı bırakıp dağ yamaçlarında kıvranışımı anlattım ayrıntıya boğmadan. Olmayınca döndüm dedim.
       Belli dedi, "tekrar rahatladı yüz hatların." Ancak diye sordu: "Ben zili çaldığımda, hatta o nedenle biraz erken çaldım, sen hala huzurluydun fakat kıvranıyordun. O niçindi?"
       Kısa bir duraksamadan sonra anlattım.
       Bir gölet ile dereyi (biz arık derdik) bağlayan küçük çay dediğimiz bir çay vardı. Yer yer üstünden atlanacak kadar daralırdı yatağı. Bir ara bir oyun tutturmuştuk arkadaşlarla aramızda: Kim bir yakadan öte yakaya işeyebilir. Çocukluk işte!
       "Çok dalmış olmalıyım geçmişe. Çayın suyu paçamdan akacaktı neredeyse. Uyandırıldığıma ben de memnun oldum aslında; büyük bir utançtan kurtuldum. Siz de memnun olmalısınız. Çünkü, Enstitüyü halı değiştirme masrafından kurtarmış oldunuz." dedim.
      O gün kuş gibi, tüy gibi hafif hissettim kendimi.
      O yıllarımı ne kadar özlerim bir bilseniz!
 

4 Mayıs 2018 Cuma

Gündüz Düşü 1/2

 
 
Gerginlik
 
      "Yöneticiler her gün gerginliklerle (streslerle) karşı karşıyadır." Böyle başladı söze kürsüdeki uzman. "Yöneticiler, süreç performansının gerektirdiği hizmet, bilgi veya malzeme akışını kollarlar, yönlendirirler ve süreç performansını ölçerler. Sürecin performansı devamlı aynı seviyede olmayabilir. İstenen asgari seviyeyi (acemi yönetici çoğu zaman azami seviyeyi hedefler) yakalamak için önlem almak da yönetim sorumluluğudur. Planlar, ölçer, gerekirse yeniden planlar ve yeniden ölçer. İşte budur yöneticinin yükü. Bu yük insanın belini bükmez; onun yerine,  sadece damarlarının içini kolesterol ile doldurur. İşte bu nedenle" diyordu profesör, "yöneticiler kendi bünyelerinin yükünü, yani stresi kontrol etmeyi öğrenmelidir."
      "Diyetinizi ihmal edin de demiyorum fakat damarlarınızdaki kolesterolün vücudunuz tarafından üretildiğini de unutmayın. Kuramsal olarak, 'sıfır kolesterol' besinler tüketseniz de, belli koşullar altındayken bünyeniz damarlarınıza kolesterol eklemeyi sürdürecektir. İşte bunun için buradasınız. Stres kontrolünü öğrendiğinizde, bir anlama, kolesterol  kontrolünü de öğrenmiş olacaksınız."
      "Çoğunuz, bu da nereden çıktı diyor olabilir. Bu davranış biçimi genlerimizde şifrelenmiş durumdadır: 'Şu kadar stres yükselmesi varsa bu kadar kolesterol karıştır bünyede dolaşan kana.' diyor genetik şifre. Ancak, bu formüldeki işlem işaretleri ve kat sayılar kişiye özeldir.
      Avcı-toplayıcı atalarımızdan kalan bir iletidir bu. Neden mi? Karşısındaki kayanın arkasından çıkıveren bir yırtıcıyı görünce veya avlamak için bir mamuta yaklaştığında heyecanlanacaktır. Ölüm veya yaralanma riski vardır. Belirgin tehlikeyi duyumsayan bedeni, kan kaybından ölmemeye göre programlandığı için, kolesterol üretimini hızlandıracaktır. Yara kapatmaya uygun bir malzemeye gereksinim duymaktadır ve kolesterol da bu işte bire birdir."
      Her insanın bedeninde var olan ve kendisine özgü olan bu kolesterol pompası, oturum arasında, çaylar yudumlanırken de tartışıldı çeşitli kamu kurumlarından gelme katılımcılar arasında. Bir kamu işletmesinden gelenler, 'tek tip' kafa yapısındaydılar ve muhafazakar yaklaşıyorlardı meseleye. Sezebildiğim kadarıyla da, savlarını dillendirirken, kendisi pek söze girmeyen bir arkadaşlarının gözüne bakıyorlardı; belki amirleriydi belki de liderleri.
      "Bakınız şu Allah'ın hikmetine." diyordu. "Muhteşem bir savunma mekanizması koymuş kullarının bedenine. Evrimle mevrimle açıklanamaz bu. Binlerce yıl geçmiş insanoğlu avcı-toplayıcı yaşamını terk edeli. Genetik yapı neden hala o günlerin izini taşısın ki?"
      "On onbeş bin yıl yeterli olmamıştır belki de." dedi bir başka kamu kurumundan birisi. "Esasında o genetik kodlar, insanoğlunun milyonlarca yıl süren avcı-toplayıcı yaşamı boyunca, tarım devrimi öncesindeki yaşamı sırasında işlenmiş olmalı. Kaldı ki, Bereketli Hilal'da başlayan tarım devrimi aynı yıl bütün Dünya'ya yayılmadı. Beş yüz yıl öncenin İngiltere'sinde bile avcı-toplayıcı yaşam sürdürenler vardı. Başka bir yerde ise hala öyle yaşayanlar var."
      "Kutsal metinlerde milyon yıllar denmiyor." diye şiddetli bir itiraz yükseldi bu yorum üzerine. "Zaten gen men masaldır. Buna inanıyorsan sen bir ..." Alevlenmeye yatkın bir ortam oluştu durduk yere. Bereket, proğram yöneticisinin yeni oturum zamanına dair anonsu yetişti imdada.
     
      "Stresi hissettiğinizde kendinizi sakinleştirmenin yolunu aramalısınız." diye başladı uzman. "Yararlı olduğu bilinen yollar vardır ve izleyen oturumlarda bunlar anlatılacak size. Ruhbilimci olarak ben size gündüz düşü (day dreaming) tekniğini anlatacağım şimdi."
      Kuramsal açıklamalardan sonra, "Kendinizi en mutlu hissettiğiniz anı yakalayın gündüz düşü sırasında. Şimdi gündüz düşü odasına gideceğiz." dedi.
      (Devamı var.)

25 Şubat 2018 Pazar

Ulus Etlik Arası Çok mu Irak? - 3

 
Köyden İndim Şehire
 
      Söyleşinin kontrolü bende zannederken o bir hamle yaptı sorusuyla:
      "Ankara'yı iyi bilir misin abi? diye sordu aniden.
      "Meslek gereği çok gelip gitmişliğim var. Bilirim sanırım. Hayrola?" dedim.
      "Ulus Etlik arası çok mu ırak?"
      "Ankara ölçeğinde yakın sayılır."
      "Ulus meydanına Küçük Esat üzerinden mi gidilir? diye sordu kısa bir duraksamadan sonra.
      "Yoo! Ulus nere, Esat nere?" Benim yanıtım üzerine, gözlerini benden kaçırırcasına dışarıya baktı ben söze girinceye kadar. Ben bilerek söyleşinin yönünü değiştirdim; o konuda sözü sürdürmeye niyetli değildi belli ki. Belki de şimdilik...
      "Ne oldu gönlünün kaydığı mimarlığa şimdi?" diye sordum. "İnsan gönül verdiği işte daha başarılı olur bence." diye ekledim.
      "Aslında aklım da gönülden yana kaydı bir ara. Asılan listede hatırı sayılır bir mimari yetenek puanı görünce yani... -Mimarlık seçenlere 'mimari yetenek testi' vermişlerdi sınavda. İşte onun puanı.-  Mimarlık kantinindeki ve bahçesindeki öğrencileri gözleyince de, aklım 'olmaz bu iş.' dedi gönlüme. 'Yaşamında taksi çevirmeyi bile bu yaşa kadar deneyimlememiş birisi, bu üst seviye kültürü yaşamakta güçlük çeker.' "
       "İşte böyle. Mühendisliği seçtik sonunda."
      Taksi de nereden çıktı şimdi diye aklımdan geçirdim. Bir anlama, deneyim edinimi ile bağlantılı olabilir. Bunu biraz deşmeli diye düşündüm:
      "Taksi çevirmenin konuyla ilgisini kuramadım." dedim. "Seçiminde önemli yer tuttuğuna göre..." Anlamıştı aklımdan geçeni. Ben tümcemi tamamlamadan söze girdi bu söyleşi sırasında ilk kez.
      "Haklısınız. Şöyle açıklayayım." dedi. "Mimarlık, bir üst kültürün taleplerine yanıt vermesi gereken bir meslek. Ben bir miktar köylüyüm hala, her şeye rağmen. İlk kez bu gelişimde kullandım taksiyi. Düşünebiliyor musunuz, bu yaşta ilk kez!.. Taksi şoförü hemen anladı benim taşralılığımı. Bu yüzden beni Küçük Esatlarda dolaştırıp getirdi Ulusa ve bi dünya paramı aldı. Çok değil mi deyince de 'yirmi beş dedik!' diye boru gibi bir ses geldi pos bıyıkların arasından, sigara dumanıyla karışık. Sabaha karşı, ıssız Ulus meydanında kuzu olduk ve verdik istediğini. Diyeceğim, ben benden mimarlık hizmeti isteyecek sosyal tabakanın kültürüne ulaşıncaya kadar çok nal toplayacaktım mimar olsaydım. Bilmem haklı mıyım?
      Haklıydı. Mimarlık bilgi kadar görgüydü. Ancak ben o konunun üstünde durmadım. Onun yerine, taksinin plakasını alıp almadığını sordum. Şikayet et diyecektim.
      Güldü genç arkadaşım. "Gazeteci olarak sen de bilirsin ki önerdiğin şey de bir üst kültür davranışı. Biz daha hakkımızı arayacak kadar dik durmayı öğrenemedik." dedi genç üniversiteli.
      Haklıydı ancak, özeleştiri de yapabildiğine göre, uygar dünyanın aydınlanmış bir ferdi olmak yolundaydı. Yolu ve bahtı açık olsun dilerim.

22 Şubat 2018 Perşembe

Ulus Etlik Arası çok mu Irak -2

 
Etlik - Ulus
 
      Ben bir büyük gazetenin Denizli muhabiriyim. Merak, gözlem ve dinleme bizim malzememiz ve araçlarımızdır. Bu nedenle, insanları konuşturma konusunda deneyimli sayılırım. Tren kompartımanında, kısa mesafe binip inenleri saymazsak, yalnız sayılırız genç arkadaşımla. Rahat rahat konuşuyoruz. Sözü bitirmek niyetinde değildim ancak doğru bilgi almak için, ara sıra sözün akışını değiştirmek gerektiğini de bilirim. Bunun için, yeni bir sayfa açarcasına, "Ankara'ya daha önce hiç gelmişliğin var mı?" diye sordum.
      "Hayır." dedi. "Bu benim ilk gelişim. Amca oğlum Mehmet ağabey burada Dil Tarih'te okuyor. Onun yol göstermesi ile gelip işimi bitirdim. Solfasol'da kardeşi oturuyor. Eniştenin iş arkadaşına komşu olmak için orada ev kiralamışlar. Onlara konuk oldum iki gün."
      "Bilmediğin şehir, bilmediğin mahalle, sanırım merkeze de uzak... Güç olmadı mı?"
      "Olmaz mı! Örneğin, ikinci günümde, Ulus'tan bindiğim dolmuş, uzattığım parayı bozamadığı için beni Hasköy'de indirdi. İkinci dolmuşun geliş zamanından da onun parayı bozup bozamayacağından da emin olamadığım için Solfasol'a kadar yürüdüm." diye anlattı hafif alaycı ve aynı zamanda biraz da incinmiş havada. Semt adı ilgimi çekmişti. İstemeden araya girdim:
      "Solfasol mu dedin! Ne garip isim o öyle!" dedim. "Müzikle ilgili gibi."
      Ona da garip gelmiş ilk duyduğunda. Tarihçi büyüğüne sormuş daha Ankara'ya gelmeden önce. 'Duyduğuma göre,' diye başlayıp anlattı:
      "Solfasol, aslı 'zulfazl' olan Arapça bir kelimeden bozularak gelmiş. 'Erdemli, eski dilde faziletli' anlamına geliyormuş aslı. 'zulfazl' dilimizde yuvarlanıp Solfasol olmuş zamanla. Arapça ile Türkçenin fonetik farklılığından kaynaklanıyormuş bu kayma. Zulfazl yazdığımızda, Arapça aslında, birinci z, peltek z olarak tıslamalı, ikinci z ise, Arapçada z olmayıp, dilin ucu azı dişine dayanarak d ile z arası bir ses veren başka bir harfmiş. Bu nedenlerle, kelime değişe değişe sulfadıl, sulfazıl veya  sulfasıl derken, sonunda solfasol kalmış."
      Bu sırada karşı yönden gelen bir trene yol verdi bizimki. Trenler selamlaşırken bizim susmamız gerekirmiş gibi sustuk bir süre ikimiz de. Suskunluğun arasında gülümsemekteydi genç üniversiteli. Bu gülümseyişin arkasından bir şeylerin geleceğini sezdim ve ilgisizmiş gibi beklemeye başladım.
      "Bir de böyle bir açıklaması var Solfasol'un." diyerek matbaa basımı bir sayfa uzattı bana. Hacı Bayram külliyesi civarında satılan dinsel yayınlardan birisinin arasından çıkmış bu sayfa. (Bildiri dağıtmanın başka bir yolu da bu anlaşılan.) " 'fazilet' kelimesinden hoşlanmayan cumhuriyet rejimi, bu anlamsız solfasolu üretti." iddiasındaydı broşürün yazarı. 'zulfazl' Hacı Bayram hazretlerinin doğduğu yer olduğundan oradaki cemaatin Solfasol ile ilgisi ve hakkında bilgisi var anlaşılan.
      "Bu da bir açıklama değil mi?" dedim renk vermemeye çalışarak ve biraz da provoke etmek için.
      Benim bu renksiz tepkim biraz şaşırttı anlaşılan. Bir süre sustuktan sonra kendi rengini ortaya çıkarma cesaretini gösterdi: "Evet o da bir açıklama. Açıklama amma 'solfasol' gerçeğini değil, bunu yazanın cumhuriyet düşmanı olduğunu açıklıyor." dedi.
      Bu köy çocuğu ufkunu genişletmiş, aydınlanma yoluna girmiş dedim içimden.
      "Hacı Bayram türbesini mi ziyaret ettin?" diye sordum.
      "Evet. İşlerimi tamamladıktan sonra, dün ziyaret ettim. Kurtuluş savaşımızla ilgili kitaplarda da adı geçiyor, adına yapılmış camiden dolayı. Ayrıca, Solfasol dolmuşlarının kalkış noktası da bu külliyeye çok yakındı."
      "Din eğitimi aldın mı hiç?" diye sordum söz bu bağlama kaymışken. Amacım da muhatabımın düşünce dünyasını tartmaktı.
      Dedesi tarafından eğitilmiş hem de örgün eğitim yaşamından da önce başlayarak.
      Dindar mısın diye sorduğumda da, dedeme göre evet, babamın gözüyle bakınca da hayır demeliyim dedi. Ayrıca, bu hususta, gittikçe her ikisinden de uzaklaşıyorum, açıkça dile getiremesem de diye ekledi ben onlardan farklıyım dercesine.
      Yol uzun, konuşulacak konu çok.
      (Devam edecek.)

18 Şubat 2018 Pazar

Ulus Etlik Arası Çok mu Irak -1

 
 
Solfasol Nerede?
       "Etlik garajında in ve Ulus'a git. İş Bankası binasının yanında in ve Solfasol dolmuşlarının sabah seferine başlamasını bekle."
 
      "Üniversite sınavlarının sonucu belli olmuştu. O zamanki seçim sistemine göre, Türkiye'de mevcut üç beş üniversitenin yedi sekiz fakültesinden birine kaydolabilecektim. Bunlardan ikisi de Orta Doğu Teknik Üniversitesinin Mimarlık Fakültesi ve Mühendislik Fakültesi idi. Benim tercihim bu ikisi yönündeydi. Yola çıktığımda kararım daha netleşmemişti; ikisinin arasında gidip geliyordum. Duygu yanım mimarlık diyor, akıl yanım mühendislik diyordu."
      Böyle dedi yol arkadaşı genç, heyecanlı heyecanlı. Her ne kadar vurgulamadan geçiştirse de biraz öğünme de seziliyordu sözcüklerin arasından sızan. Anlattığına bakınca öğünmeye hakkı da vardı aslında. Anlattığı sınav başarısı azımsanacak gibi değildi.
      "Niye tıbbı seçmedin?" diye sordum merakımdan. İş işten geçmişti oysa. Sırf kendisini sınamak için İstanbul'daki tıp fakültelerinden birisini yazmış seçenekler arasına. Gitmeyeceğini daha yazarken de biliyormuş. Bunun iki nedeni varmış: Birincisi mühendisliği çok istemesi, ikincisi de kan veya ağır yara gördüğünde bayılmasıymış. Lise günlerinde, tıraş olurken kanattığı sivilcesini sıkarken bayılmıştı yatılı okul lavabosunun başında. Yatılı öğrenciler arasında, tevatür de devreye girerek, günlerce konuşulmuş bu.Ona 'sen doktorluk yapamazsın' denirmiş hep.
      "Yazık olmuş. Keşke doktorluğu seçseydin. Kandan veya yaradan uzak dalları da var tıbbın. İyi para kazanırdın." dedim.
      Duyguları kolayca yüzüne vuran birisiydi. Bu yaklaşımım onu mutlu etmemişti. Seçimini savunmayı gerekli gördü:
      " İyi bir mühendis de iyi para kazanabilir. Türkiye sanayileşecekse mühendislik sayesinde sanayileşecek. Sanayi büyüdükçe de daha çok sayıda ve dalda mühendise gereksinim olacak. Giderek büyüyen bir sarmal bu." dedi.
      Kendi içinde tutarlı bir argümandı ileri sürdüğü. Tutarlı olmasına tutarlıydı ancak yap-sat döngüsünün tam ortasını düşlerken, bulunduğu noktanın çevresini , yani piyasayı, ürün geliştirmeyi, pazarlamayı aklına bile getirmiyordu. Bunu, onun bir eksikliği olarak göremezdim. O, iyi niyetiyle, sürecin bir bölümünü doldurmak için yola çıkmıştı anlaşılan.
      İşim toplumla iletişim gerektirdiğinden, özellikle taşradan gelen bu kuşaktaki gençlerin, ülkesini kalkındırma ve halkının refahı konularında çok ateşli olduğunu saptadığımı  ve kendisini feda etme derecesindeki bu ateşi de çok romantik bulduğumu burada belirtmeliyim. Ben bu düşüncemi incitmeden ifade etmeyi tasarlarken o:
       "Zaten biz, seçimimizi yaparken, hiç para düşünmedik." diye sözünü sürdürdü, ben düşüncelerimi toparlarken. "Üreten kişi, bir şekilde, üretilen değerden payını alacaktır. Bunun ne kadarı azdır, ne kadarı çoktur bilmiyorum ben. Arkadaşlarım da öyle. Hepsi çiftçi, esnaf ve küçük memur çocuğu. Yola çıktığımız noktalar arasında sarsıcı farklar yok. Ne kadar parayla ne gibi bir refah seviyesine ulaşılacağını da bildiğimiz söylenemez." Çoğul özne kullanışı dikkatimi çekti:
      "Biz diye konuşuyorsun. Neden?" diye araya girdim.
      "Biz dediğim kişiler, düşünceleri ve idealleri çok yakın olan arkadaşlar. İdealleri derken  ülküleri diyecektim ancak bu kelimeyi başkaları kaptı; sanki Türkçeyi çok seviyorlar da, öz Türkçeyi önemsiyorlar da düne kadar mefkure derken şimdi ülkü diyorlar. Neyse, parasız yatılı öğrencilerdik biz Denizli'de, Koca Mektepte. Sıra arkadaşlığı, etüt arkadaşlığı ve yatakhane arkadaşlığı derken biz  olduk biz.
      Koca Mektep derken Denizli Lisesini kastediyordu. Ben de bir koca mektepli olduğum için bilirim bunu ve mensubiyetimden gurur duyarım.
      (Devam edecek.)