18 Mart 2017 Cumartesi

Yıldız / 3

 
Batıdan Doğan Yıldız - İzmir'den
     Aradan üç yıla yakın bir zaman geçmişti. İzmir yerelinde yayınlanan 'ismi lazım değil' gazetesinde bir haber yayınlandı:
 
 İzmir'den bir yıldız daha doğuyor
 
     Başlık bu! Altında da bir resim çerçevesi. Ortada bir yakışıklı, Tamer Güney'imsi gülümsemesiyle bizim Halil yani... Fotoğraf, haliyle cepheden fakat hafif sola bakıyor. İki tarafında da birer dilber; bol makyajlı, iyi rötuşlu, gene de esmer oldukları belli...
     Resim altı yazısında, 'İzmir'in yeni yıldızı Ozan Dağhan hayranlarıyla' diye yazıyor.
     "Ulan bu bizim Halil!" dedim heyecanla. Başarmış galiba diye düşündüm için için, biraz şaşkınlık, biraz imrenti ve biraz kıskançlıkla. Benim heyecanım seyirci topladı. Onlar da haberi incelediler, değişik yorumlarla.
     Aynı eğitimi görsek de, aynı sofralarda karnımızı doyursak da ve aynı sahalarda top koştursak da, insanın yetişegeldiği toplum düşünce yapısını ve algı biçimini belirliyor. Bunu gördüm bu ara: Kırsal naifliği almış birisi, şehir uyanıklığına alışmış birisine göre, gördüğünü kolay kabulleniyor, kolayca 'her gördüğünü dedesi sanıyor'. Yatılılardan İzmir'li arkadaşlar farklı yorum getirdiler: "Şişirme bu haber." dedi birisi, Diğeri ilkini onayladı ve "Bakın, bakın! Sağdaki kız şehla." dedi. Ve el birliğiyle, esmer dilberlerin şeceresini çıkardılar nerdeyse: "Tepecikten bu kızlar." dedi ilki. "Tenekeli mahalleden de olabilirler." diye bir açılım getirdi diğeri. Bense kızın şehla olduğunu fark etmedim bile, belki gözüm Halil Dağ'a (pardon, Ozan Dağhan'a) takıldı kaldı. Gazetelerin şişirme haber yapacaklarını düşünemedim bile. Adı belirtilen yerlerin özelliklerini de o arkadaşlardan öğrendim.
    Arkadaşlarımın yorumuna hemen inandım çünkü Halil'e bir kaç ay önce Denizli garajı yolunda rastlamıştım. Hal hatır sormaktan öteye gidemedik. Acelesi var gibiydi veya bu karşılaşma onu mutlu etmemişti.
    Ve ceketinin yenleri ve kapak kenarları tarazlanmış durumdaydı.
    Gene de o yaz uğradığımda, bu karşılaşmadan Huriye Anaya söz etmedim fakat ben gördükten sonra köye uğramış. "Kazancım az, okul ve iş bir arada olunca..." demiş anasına ve hatırının geçtiği bir terziye çabucak bir takım elbise diktirivermiş anası. "Çocukcağızın ceketi yıpranmıştı da." diye anlatınca anladım uğradığını.
    Bundan beş yıl kadar sonra İzmir'de karşılaştık onunla bir sabah. İkimizin elinde de birer gevrek, Gündoğdu'da bir sokak köşesinde, işe yetişme telaşındaydık bir taraftan da gevreklerimizi kemirirken. (Burada simit istersen, sen gevrek deyinceye kadar trene bakar gibi oluyor simitçiler. Bilmiş olun.) Uzun konuşamadık. Bir profesyonel kamerayı, üç-ayağı ile birlikte omuzlamış, önde sallana sallana gidenlere yetişmeye çalışıyordu. Bir daha bakışıp uzaktan el salladık birbirimize. "Anan seni beş yıldır görmemiş. Hasretinden kıvranıyor be Halil!" bile diyemedim.
     Ha sahi! O andaki adı neydi acaba?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder