14 Mart 2017 Salı

Yıldız / 1

 
 
Samanyolunda bir Gezinti
 
     Biyologlar ve psikologlar insanın öz benliğini de mercek altına almışlar. Öyle anlaşılıyor yazılıp çizilenlerden. Bu konularda durmadan deneyler yapılıyor, raporlar yazılıyor. Zaman zaman birbirini çürüten sonuçlar alsalar da ilginç savlar atılıp tartışılıyor. Bunlardan birisine göre, insanın bir deneyimleyen öz benliği olduğu gibi bir de hikaye eden, anlatan öz benliği varmış.
     Bunlardan deneyimleyeni, insanın yaşayıp gördükleri ve bunlardan süzdükleri ile oluşurken, anlatan benlik, deneyimlenene sadık kalmadan, genellikle en son deneyimlenene paralel sonuçlar çıkarırmış. Üstelik deneyimlenen gerçeklere bağlı kalmaksızın, yakıştırma sonuçlar da çıkarırmış. Biraz masalcı yanımız varmış yani. Kiminde az, kimisinde biraz daha çok... Başkalarının deneyimlediklerinden ve anlattıklarından alıntılarla, deneyimlemiş gibi  anlatmak da varmış:

    "Ulan arkadaş! Bıldırcın eti çok lezzetli oluyor. Her gün yemeli." demiş Ali.
    "Nerden biliyorsun? diye sormuş arkadaşı Veli.
    "Ağalar yerken gördüydüm." demiş Ali.

    Öykü yazmak da böyle bir şey. Bıldırcın yemeden yemiş gibi anlatmak gerekiyor zaman zaman. Hikaye gereği yani. Aslında anlatıldığı kadar tat vermiyor.

    On beş yirmi yıl kadar önce de bisikleti park etmiştim bu kapının önüne. Ortaokulun son Mayısında, biraz hareket biraz macera olsun diye, bu köyün içinden geçen yokuşlu yolu bisikletle çıkıp inmeyi denemiştik. Otobüslerin - o devire göre düşünün, düşünebilirseniz - su kaynattığı bu yokuş bizi de susatmıştı. Sonuna varmadan döndük ve bisiklete hakim olamamaktan korktuğumuz için, yürüyerek indik. İşte tam bu noktada Halil'le karşılaştık. Sınıf arkadaşımızdı Halil.
     Dilimiz damağımız kurumuştu. "Allah çıkardı seni karşımıza be Halil." dedik. "Bir yudum su getir, getir de uzasın ömrün." dedik.
     Söze biraz şiirsellik katmaya çalışmamızın nedeni, Halil'in anlatacağım diğer merakı yanında, şiirle de ilgilenmesiydi. "Mehtaplı ay ışığında..." diye başlayan, sık sık devrik tümcelerle süslenmiş dizeler aklımdaydı. (Mehtaplı(!) ay ışığı? Halil'e göre şiirsel bir tamlamaydı bu.)
     Halil seve seve koştu avludan içeri. Arkadaş canlısı birisiydi o.
     Halil'den önce kırk yaşlarında bir kadın çıktı evden. Gülümseyerek bize doğru geliyordu:
     "Halil şaşırmış biraz heral. İnsan arkadaşlarını kapı önünde bekletir mi hiç. Geçin geçin. Hiç olmazsa şu ağaç gölgesinde oturun. İçeri girersek damlar sizi bunaltır şimdi." dedi avluyu göstererek. "Duru su ile olmaz! Siz serinlerken ben de size ayran çırpıvereyim hemen."
     Ev sahipliği rolü için oğlunu tekrar uyardıktan sonra eve yönlendi. Kastımızı aşan bir durum çıkmıştı ortaya. Biz de tedirgindik biraz, karaağaç gölgesine yerleşirken.
    Bir yandan suları dağıtırken diğer yandan da bizi tembihliyordu Halil: "Aman ha! Sinemalardan uzak durun anamla konuşurken. Derslerden söz açılırsa Halil iyi deyin. Matematik ve Türkçe pekiyi..." Anasının yaklaştığını görünce de: "Tamam mı?" diye kısa kesti Halil.
     Sözü kısa kesmek zorunda kalmasaydı, Halil Dağhan adını da anmayın diyecekti Halil Dağ. Bu onun ozan halinin adıydı; eskilerin mahlas dediğinden.
     Anlaşılan, çoğumuz gibi sinemaya gidişlerini gizliyordu Halil. Ben de gizlerdim. Açıklamak zorundaysam da 'tarihi film' sıfatına saklanırdım. Aile büyükleri sinemayı ergen yaştaki oğulları için tehlikeli bulurlardı. "Aman ha! Oğlan yoldan çıkıverir." derlerdi aralarında konuşurken. Ancak, Halil için durum bundan da ötedeydi anlaşılan. Halil ile biraz diyaloğu olan birisi olarak, ben biliyordum işin aslını: Halil sinema yıldızı olmayı düşlüyordu.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder