29 Mayıs 2016 Pazar

YOĞURT SUYU - 5/5


BEDEL
   Söz kesilmiş ve ileri adımlar planlanmıştı. Nasip olursa, son baharda koca nişan ve düğün yapılacaktı.
   Birkaç hafta geçti geçmedi, söz bozuldu gibi bir şeyler söylenmeye başladı. Nasip olmamıştı anlaşılan. İlginç olan, sözün üzerinden  henüz bu kadar kısa bir zaman geçmişken, söz niçin bozulmuştur? 
   Önce söz kesme aşamasında Samancıoğlu ile oğlu arasındaki görüşmeye değineceğim. Kulağıma gelene göre, oğlan bu işi olurlamamış ve kızı, yaşça da bünyece de küçük bulmaktadır. Önce aradaki yaş farkını dillendirse de daha sonra, okumuş bir eş hayal ettiğini, bu doğrultuda henüz sonuçlanmamış girişimleri olduğunu da belirtmiştir. Buna rağmen nasıl ikna edildiğini ise öğrenemedim.
   Köyün geçmişi ve geleceği konusunda sıklıkla danıştığım Fehim abime uğradım. Fehim abi, adı gibi sezgili birisidir, 'hasır altından Mısır'ı izler' gibisinden. Bu arada, söz öncesinde, kız babası Tahsin ile kahve köşesinde fısıldaşan da oydu.
    O gün, "Bu iş münasip değil demiştim." dedi Fehim abi. Tahsin ise babasının karar verdiğini, onun sözü üzerine söz koyamayacağını söylemiş. "Ben anladım." diye ekledi. "Tahsin, kızı kendi oğluma düşündüğümü düşündü ve babasının ardına saklandı. "
   Derin derin uzakları gözledikten sonra, önemli bir bilinmeyeni  dillendirme edasıyla, "Bilir misin Samancıoğlu'nun ne kadar kinci olduğunu?" dedi. Soru, yanıt almak için değildi; açıklamaya başlangıçtı. Aslında, buna evet yanıtı verecek kadar gözlemim de vardı. "İngiliz politikası izler o." dedi. "Yazar kafaya ve fırsat bekler." diye ilave etti, parmağıyla kendi şakağına  dokunarak. Onun görüşü şöyleydi:
   Avluyu bölme uğruna Samancıoğlu, sağmal mal bırakmamacasına ineğini koyununu satmıştı. İki ailenin arasının açık olduğu o sıra, yani on sekiz yıl önce, Mehmet Ağa tarafının kadın efradı, yoğurt suyunu ve içi peynir kırıntılı peynir suyunu, avluyu bölen duvarın üzerinden Samancılar tarafına dökerlermiş. Yapmasınlar diye aracı da gönderilmiş fakat devam edilmiş. O sıra peyniri veya yoğurdu bulsalar içine düşecek olan çocukları üzerinden Samancıoğlu'nu küçük düşürmekmiş amaçları. Peynir kırıntılarını çimdik çimdik toplayan çocukların resmi hiç silinmemiş Samancıoğlu'nun aklından.
   "Bana kalırsa," dedi Fehim abi, " şimdi 'he de' de sonra düşünürüz diyerek, babalık hakkını da ortaya koyarak oğlunu ikna etti Samancıoğlu. Deve kinli Mehmet Samancı! Bir kere söz kesildikten sonra, sözün sonucu ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın, Samancı hedefine ulaşıyordu aklınca. Olumlu sonuçlanması halinde ağaya dünür olacak, olumsuz sonuçlanırsa ağanın burnunu sürtecek..." Her ikisi de Samancıoğlu'nun hedefine uygunmuş. 'Şimdi he de de sonra düşünürüz.' derken aklından geçen bunlarmış. Sonrasını oğlu düşünmüş. Görevli olduğu şehre varır varmaz oturup mektup döşenmiş babasına. Yüzüne diyemediğini kelimelere dökmüş ve söz bozulmuş. Okuması olmayan Samancıoğlu'nun mektubu okuttuğu kişi de Fehim abiymiş meğerse.
   Parmağını iki Mehmet'lerin evlerine doğrultarak, "Yoğurt suyunun öcü böyle alındı işte." diye ekledi.
 

27 Mayıs 2016 Cuma

YOĞURT SUYU - 4/5

 
PULLUK DEVRİ (Devam)
   Devir devretmiş, feleğin çarkları çalışmayı sürdürmüştür. Filancaoğlu Mehmet, Samancıoğlu Mehmet Ağa olmuştur. Ailede, okumuş da vardır, alamancı da vardır artık. Samancıoğlu yükselenlerdendir. Bunu söylediğimizde, Mehmet Ağa gerilemekte demiş olmuyoruz. Onun çarkları da iyi dönüyor.
   Bu arada, en iyi sağaltıcılardan biri olan zaman da boş durmamış, iki ailenin de yarasını kapatmış ve onları selamlaşır hale getirmiştir.
   Bir önceki bölümde, kadınlar dünyasında kurulan bir tasavvurdan ve yayılan bir fısıltıdan söz etmiştik. Samancıoğlu'nun okumuş oğluna ağanın torununu uygun bulanlar, uygun kulaklara uygun şeyler fısıldamışlardır. Kaşların çatılmadığı görülünce de sıralı adım atılmıştır.
   Buralarda, bu konudaki ilk adım kadınlarca atılır. (Erkekler habersizdir sanmayın.) Erkek tarafının kadın büyükleri, yanlarına hatırlı birilerini de alarak, 'hayırlı bir iş için' kız evine konuk olurlar. Hoş karşılanır ve 'nasipse olur' denirse, kesin söz için, aynı ziyareti erkekler heyeti yapar. Aslında bu, erkekler kendilerini önemli zannetsinler diye icat edilmiştir. Bir önceki ziyarette olumlu hava verilmişse, ailelerin erkekleri de o havanın arkasındadır zaten. Erkek dünyası, karar farklı bir süreçte alınmışsa bile, görünüşte son sözü söyleme tekelini bırakmaz.
   Bu süreç evrilirken, kız babası ile bir arkadaşı arasında, kahvenin bir köşesinde, özel olduğu belli bir konuşma geçmektedir. Buna daha sonra döneceğiz.
   Takip eden gün, köye çağrılan damat adayı ile babası arasında da uzun uzun (zaman zaman ateşli) konuşulmuştur bu girişim. Neler konuşulduğunu o gün için duyamadık. İlerde duyulur. İlla ki duyulur. Samanoğlu'nun sırdaşı ile görüşme olanağı bulamadım henüz.
   Ben mi kimim? Mozaik ustasıyım. Ben herkesin sırdaşıyım. Sırları dağarcığıma doldurur ve zaman zaman çalkalarım. Zaman bulduğumda da onları döker ve mozayiği tamamlamaya çalışırım. Farklı resimlerin parçaları bir diğerine de uyabiliyor. Ne kadar çabalasam dolmayan boşluklar çıkarsa, başka bir zamandan veya mekandan uyarlama veya olmazsa uydurma hakkım da var. Örneğin, sizi anlatabilirim ancak sizi size benzetmek gibi bir sözüm yok. Bu şekilde, kimsenin sırrını açıklamış da sayılmam.
   Heyetler arası görüşme olumlu sonuçlanırsa, çok zaman geçirmeden, kadınlar arası küçük bir eğlence düzenlenir ve gelin-kıza kaynana tarafından yazma örtülür. (Sonradan yazmanın yerini yüzük almıştır.) Bu törene küçük nişan veya yazma nişanı derler. Daha ilerideki bir günde, yemekli eğlenceli, davetli hediyeli bir nişan daha yapılacaktır. Buna da koca nişan derler. Koca nişan yapıldığında düğün yakın demektir. 
   Sistem uyumlu çalıştı ve yazma nişanı yapıldı.
   Koca nişan ve düğün için sonbahara söz alındı, 'nasip olursa sonbahara' denerek. Kız daha küçüktü. Yasal nikah yaşı ancak sonbahara doluyordu. Onun için 'nasipse sonbahara' idi. Anladığınız gibi, kimse imam nikahı ile kız vermiyor artık. Tamam, tamam! İmam nikâhı da sürüyor, ancak ve ancak resmi nikahtan sonra. 
(devam edecek.)
   

25 Mayıs 2016 Çarşamba

ELLİNCİ YIL - KOCA MEKTEPLİLERE SELAMLAR.

 
GEÇER Mİ BU YILLAR!
  1960 yılı, Mayıs ayının başları...
   O yıllarda, çocuklar işe yarasın diye, devlet baba köy okullarını, diğerlerine göre erken kapatıyordu. 23 Nisan bayramını izleyen hafta sonu öğretim yılı biterdi.
   İşte o tarihlerde, bu satırları yazan da ilkokulu bitirmiş durumdaydı. O gün kazları otlatma görevi ona düşmüştü. Çayırlarda otlayan kazlar, içgüdülerine uyup Gannı Göle (Kanlı Göl) doğru kaydılar.
   Kanlı Göl, kerpiç ocakları açıla açıla yıllar boyunca oluşmuş bir çukur alandı. Kış ve bahar aylarında dolu olurdu.
   Kazlar, su kuşu olmaları doğallığı gereği, göle atladılar. Mis gibi kokan su papatyaları arasında çok mutluydular. Baba kaz ne zaman biraz daha çimen yemek isterse veya bilmediğim bir başka doğal dürtüye uyarsa,  ancak o zaman çıkarlardı sudan. Bunu bilen çocuk, çayıra uzanmış ve bir taraftan kazları gözlerken diğer taraftan hayaller dünyasında geziniyordu.
   Her nasılsa yüksek tahsil hevesi düşmüştü gönlüne. Duyduğu gördüğü örnekler de vardı ancak yeterince iyi bir gazete okuyucusu olmasıydı içindeki üniversite ateşini asıl ateşleyen. Son iki yıldır, neredeyse günlük düzeyde gazete okuruydu görev gereği. Görev, bir şekilde köye ulaşan gazeteleri köy odasında dedelere okumaktı. 'Olup bitenden haberdar olmak' önemlidir derdi dedesi.
   Hasılı, hangi meslek hangi fakültelerden elde edilir, her biri kaç yıl okuma demektir ve benzeri şeyleri biliyordu. O günkü hayali ve endişesi de bu konularla ilgiliydi zaten.
   "Tamam, ilkokul bitti." diye düşünüyordu. "Amma, daha ortası var, üç yıl, lisesi var, dört yıl..." Üniversite konusunda daha kararı kesin değildi. Mühendisliği de hayal ediyordu, her çocuk gibi doktorluğu da kuruyordu. "Beş yıl veya altı yıl daha eklersem, on bir veya on iki yıl daha okumam gerekiyor." diye dertleniyordu, suda takla atan kaz palazlarını gözlerken.
   Değerli Koca Mektepli arkadaşlarım,
   İşte o, on bir on iki yılın hesabında olan bu arkadaşınız, yıllar geçmiş de liseden mezuniyetinin ellinci yılına gelmiş. Elde olmayan bir nedenle aranızda bulunamadım fakat hiç olmazsa bu şekilde katılmak istedim.
   Sevgilerimle ve en içten dileklerimle.

YOĞURT SUYU - 3/5

 
PULLUK DEVRİ
   Karasabandan daha önce söz ettik. Karasaban ve öküz ayrılmaz ikiliydi asırlarca.
   Zamanla pulluk dönemine giriyordu Ovaköy. Göz açıp kapayınca olan bir değişiklik değildi bu. Aslında, köylerde ileri atılan her adım on yıllar alır, birkaç nesil eskitir. Son yıllarda, adımların biraz daha hızlandığını gözlemekten de mutluluk duyduğumu belirtmeliyim.
   Pulluk dönemi aynı zamanda at dönemidir. Pulluğu ve öküzü eşleştirmeye çalışanlar olsa da bu ikili tutmamıştır. Sonuçta pulluk-at ikilisi ayrılmaz olmuştur.
   Pulluk devrimi iki büyük yararı da beraber getirmiştir. (Kimisine göre zarardır bu.) Birincisi, ekilir arazi miktarı en az üçe katlanmıştır. İyi bir çift at ve sağlam bir çiftçi, günde dört dekarı sürebilir. İkincisi, pullukla sürülen tarla, toprak daha derin sürüldüğü için ve  sabanın yapısı gereği, toprak alt üst olduğu için tarıma daha uygun hale gelir. Gömülen organik kalıntılar  çürür ve toprağın mineral içeriğini geliştirilir. Ayrıca, daha çok su tutar ve bitkinin daha derine kök salmasına olanak sağlar.
   Toprak gelirinin beşe altıya katlanması demektir bütün bunlar. Her devrim bir düzeni yıkar veya zedeler. Pulluk devrimi de mera hayvancılığını olumsuz etkilemiştir. (Tamamen yıkmayı  traktör dönemine bırakmıştır.) Arazinin daha yoğun kullanımı, hayvancılık için gereken mera miktarını azaltmıştır. Buna bağlı olarak, kısmen de olsa evde besleme zorunlu hale gelmiştir. Bu da net kazanç kaybıdır elbette. Mera hayvancılığı görece azalmıştır.
   Karasaban döneminden pulluk dönemine geçiş için gereken on beş yirmi yılda başka önemli değişimler de olmuştur köyde: Öküz-karasaban ikilisiyle üç kişiyi meşgul eden arazi, at-pulluk ikilisi sayesinde bir kişi ile işlenebilir olunca, açığa çıkması kaçınılmaz olan iş gücü fazlası için yeni akış yolları açılması gerekmiştir. Yollar nedir: Yeni uygulamalara uyum göstermek, köy dışında iş aramak, yeni meslekler edinmek, öğrenim yoluyla dışa açılmak vd. Pulluk devrimi traktör dönemine evrilirken, bir yeni akış yolu daha açılmıştır: Almanya.
   Ayrıca, bu geçiş döneminde yetişen nesil, okur-yazardır çoğunlukla. Cumhuriyetin eğitim hamlesi ürün  vermektedir.  
   Bu yeni yollar servet kaymalarına neden olduğu gibi sosyal davranış değişimi de yaratmıştır. Zenginleşmenin ve refahın yeni yolları, kişiler arası ve nesiller arası ilişkileri değiştirmiştir. Kimse kimseye veli-nimet gözüyle bakmaz olmuştur. Genç nesillerde özgüven artışı görülmüştür. (Rahatsızlık verici seviyeye mi acaba?) Kazananlar daha çalışkan ve akıllı (akıl yoluna daha çok başvuran) olmuştur. 
   Öykümüzle ilişkili bir diğer tutum değişikliği de şudur: Tarımcı veya hayvancı ailelerdeki kadınların iş yükü ağırdır. Bunu bilen anneler, mümkün olursa  kızlarını okutarak - ne yazık ki bence gerekenden az sayıda- veya tarım dışı iş yürüten birisiyle evlendirerek onları bu iş yükünden kurtarmak isterler. Eskiden kız annelerinin gözde damatları, toprağı veya hayvanı çok olan (zengin) köylü damat iken, memur veya işçi olarak köyden çıkmış damatlar tercih edilir olmuştur. Yeni bir sosyal davranış kalıbıdır bu.
   Mehmet Ağanın karısı ve gelini de öyle düşünmektedir. Evlilik yaşına doğru gelişen bir kız vardır ailede ve o kurtarılmalıdır. Tercih memur damattır. Çok yüksek okumuşluk önemli değildir. Küçük bir memur da olsa, ağanın servetinden takviyelerle refah sağlanabilir.
   Bu düşünce uygun kulaklara da fısıldanır usulünce.
(Devam edecek)

23 Mayıs 2016 Pazartesi

YOĞURT SUYU - 2/5

 
KARASABAN DEVRİ (Devam)
   İşte bu karasaban devrinin sonlarında, Ovaköyde yaşayan bir Mehmet Ağa ile bir de Filancaoğlu Mehmet vardı. Bunlar akraba idiler ve aynı avluyu paylaşıyorlardı. Daha doğrusu, Mehmet Ağanın avlularından birisi diğerininkiyle bitişik ve birleşikti.
   Mehmet ağanın evi köyde öyle bir yere yerleşmişti ki dört kapısı dört ayrı sokağa açılıyordu. Ancak, batı kapısı, Filancaoğlu'nun evinin önünden geçerek işleyen bir kapıydı. Bu kapıyı ortak kullanıyorlardı yani.
   Mehmet Ağa dört kapıyı boş yere kullanmıyordu. Kapılar, avlunun iç bölüntüleri ve her bir bölüntünün işleviyle ilgiliydi. Örneğin batı kapısına bağlantılı iç bölüntü, büyük baş hayvanların ahırlarını içeriyordu. Kuzey kapısı ve arkasındaki avlu, küçük baş hayvanlar içindi. Güney kapısı, ambarlara ve samanlıklara ulaşmak içindi ve harman kalktıktan sonra pek sık kullanılmazdı bu kapı. Doğu kapısı ise ana kapı sayılırdı. Atlar ve arabalar bu kapıdan girer çıkarlardı. Mehmet Ağa'ya  ulaşmak isteyenler de bu kapıyı çalarlardı.
   Bu avlu ve kapı yerleşimini, öykümüzle ilgisi nedeniyle anlattım.
   Mehmet Ağa'nın serveti nereden geliyordu ve bunu besleyenler nelerdi: Bir kere Allah'ın şanslı kuluydu o. Bu, başkalarının şanssızlığıydı aynı zamanda. Ana ve baba sülalesinden herkes, ortak karar vermiş gibi ve arkalarında varis bırakmadan geçip gitmişlerdi öbür dünyaya. Kendi kardeşleri de bu kavle uymuşlardı sanki. Diyeceğim, dokuz göbek öteden mal kalmıştı ona. Diğer şansı, boyu posu ve hatlarıyla yakışıklı adamdı. Belki bunun da yardımıyla, kendisi gibi boylu poslu ve kendi şansına uygun başka bir şanslı ile de evlenince, temel geniş ve sağlam atılmıştı. Bu temelin üstüne bina edilecek şato için ter ve 'iş bilirlik' gerekiyordu ve o da onda ziyadesiyle vardı.
   "Çocuklar açtı; iki teneke buğday için iki  dönüm tarla verdim Mehmet Ağa'ya, üstelik bir kere de değil." diye anlatan birisini bizzat dinlemişsem de, servetin sadece bu yollarla büyüdüğünü söyleyemem. En büyük hamlesi hayvancılıktı bence. İç içe bölünmüş koca avlular boşa değildi. Önceden de belirtildiği gibi, ekim-dikim sınırlı, buna bağlı olarak da mera genişti. Ayrıca, hayvanı daha çok olanın tarlası da daha verimli olur. Hayvan gübresi hem güçlüdür hem de etkisi senelerce sürer.
   Filancaoğlu'na gelince: Yoksul olduğunu baştan belirtmiştik. Mehmet Ağa ile üç göbek geriden ve ana tarafından akraba oluyorlardı. Avlu ortaklığı oradan geliyordu.
   Onun da yolunu tıkayan fazla varis yoktu fakat paylaşılacak mal az olunca paydaş sayısının azlığı da önemli olmazdı. Ayrıca, Filancaoğlu ve kız kardeşi 'dede mahrumu' idiler. 'Dede mahrumu' ne demek bilir misiniz?
   Cumhuriyet devrimleriyle gelen medeni hukuktan önce, dedesi sağken babası ölen bir çocuk, dedesinin varisi olamıyordu. Bunlara 'dede mahrumu' denirdi. Dedelerin insafına kalmışlardı. Sağlığında bunlara ne bağışlamışsa dedeleri, sadece o kalırdı ellerinde. Ayrıca kız torunlar daha bir 'mahrum' olurlardı. Genellikle, dede ona sadece evlenme desteği verir, mal mülk bırakmazdı.
   İnsanlar, özellikle kadınlar, cumhuriyet devrimlerinin kendilerine sunduğu medeni hakların değerini bir bilseler! Bu öykünün kaleme alındığı bu günlerde, içimden koptu bu çığlık.
   Kısacası yaşama şanssız başlayanlardandı Filancaoğlu Mehmet. Kendi yağında kavrula kavrula belli bir kıvama gelmişti. Ancak 'geçinip gidiyoruz işte' kıvamından öte de değildi.
   Böyle bir zamanda, öykümüzün ateşini yakan bir olay oldu. Mehmet Ağa'nın büyük baş hayvanlarının ahırları, Filancaoğlu'nun avlusuyla bitişik olan avluda demiştik önceden. Her gün gelip geçen onlarca sığır rahatsızlık veriyordu vermesine ancak sabrediliyordu. Bir gün, Mehmet Ağa'nın hayvanlarından birisi, Filancaoğlu'nun çocuklarından birisini süsünce ve çocuğun bacağı kırılınca, bardak taşıverir. Filancaoğlu Mehmet o gün karar verir. Avlusunu bölüp çevirecektir. İki ineğini ve beş on koyununu satar, dava açar ve mülkünü tescil ettirir. Araya da adam boyu bir duvar çeker.
   Bu karar iki Mehmet'in arasını açar. Çünkü bu değişiklik Mehmet Ağa'nın ve ailesinin alıştığı yaşam akışını bozar. Buna, Mehmet Ağa'nın batı çıkışına yakın olan camiye ve kendi adıyla anılan köy odasına ulaşımının güçleşmesi de dahil edilebilir. Artık Kuzey kapısından dolaşarak gidecektir oralara bundan böyle. Bir de, özellikle kadınlar tarafından, 'bir çulsuzun' kendilerine kafa tutması açık düşmanlık sayılır. Savaş bayrağı açılır.
   ( Devam edecek.)

20 Mayıs 2016 Cuma

YOĞURT SUYU -1/5

 
KARASABAN DEVRİ
 
   Devirlerden karasaban devriydi. Öykümüz bu devrin sonlarına doğru bir zaman diliminde geçiyor.
   Karasaban, tekerlek kadar olmasa da, çok uzun sürede ve çok az değişerek, ademoğlunun kullanımında kalmıştır. Asırlar boyunca sadece, yere batan ucuna demirden bir bıçak eklenmiştir desek abartı olmaz. Çekici güç olarak da insandan hayvana geçiş bile asırlar almıştır. Karasabanın en iyi uyum gösterdiği güç de öküz çifti olmuştur. Bu nedenle, karasaban deyince öküz, öküz deyince kağnı ve karasaban akla gelir.
    Bilindiği gibi, en azından bilindiğini sanıyorum, karasaban, toprağa en çok on santim batar ve toprağı devirmeden kabartarak ilerler. Bunun verdiği yük altındaki bir çift at hızlı yürüyeceğinden, sabana hakim olmak için çiftçinin koşar adımla çalışması gerekir; zorlar çiftçiyi.  
   Bunun yanında, verimsiz olan karasabanlı tarımın yarattığı artı değer, elde edilmesi ve bakımı daha pahalı olan atın kullanılmasının gerekliliğini doğrulamaz.
   Böylece, karasaban ve öküz, birbirini var edegelmiştir uzun süre. 
   Bu şekilde sürdürülen tarımda, ekilebilen arazi miktarı çok düşük kalmıştır. Birkaç yıl aralıklarla ekilen tarlalar da dikkate alındığında, genellikle ekilmeyen arazi, ekilebilen araziden kat ve kat fazla olmuştur bu devirde. Bunun sonucunda da, geniş mera varlığı nedeniyle, hayvancılık eker-biçer tarımdan daha önemli olmuştur.
   Bunları şunun için anlatıyorum: Savaşlarda kaybedilen erkek nüfusun çokluğu, yaşayan nüfusun eğitimsizliği ve sağlık altyapısının zafiyeti gibi olumsuzlukların da etkisiyle, karasaban devri yoksulluk devridir, açlık devridir.
   Anlatacağım olayın gereğince anlaşılabilmesi için, bu ortamı ana çizgileri ile açıklamak gerekiyordu.
   Her olayda bir zaman boyutu olduğu gibi bir de mekan boyutu vardır. Mekanlardan da, 'su akar- onlar bakar' türü, kuru tarım yapılan, Anadolu platosunda bir köy seçin. Anlatacağım türde veya benzeri olaylar hepsine de uyar. Benim seçtiğim köy Ovaköy diye bilinen bir köy.
   Bildiğiniz gibi, her köyün bir yoksul Mehmet ağası vardır, bir de sarı çizmeli  Mehmet ağası. Durum, bu köyde de buna benzer: Birkaç sarı çizmeli yanında, çokça yoksul Mehmet vardır. Öykünün takibini kolaylaştırmak için, bundan sonra, bu öyküdeki sarı çizmeliyi kısaca Mehmet Ağa, diğerini de, yoksulun, kendisi gibi adının da önemli olmamasından dolayı, Filancaoğlu olarak anmakla yetineceğiz.
   Ovaköy benzeri köylerde, ağalık sistemi, romanlarda okuduğunuz veya popüler televizyon dizilerinde izlediğiniz Çukurova ağalarının sistemine benzemez. Buralarda, ağalar da hanımağalar da  üretim sistemine etkin olarak katılırlar. Varsıllığın getirdiği ve ayrıca varsıllığı besleyen hizmet satın alma gerçeği, ağaya ve hanımağaya yönetim yükü oluştursa da, arta kalan zamanlarında sürdürülen üretim etkinliğinin bir ucunda yerlerini alırlar. Ve toprağı neredeyse kendisi de oradadır; mülkiyeti altında sürdürülen her faaliyete fikren de bedenen de ehildir ve hazırdır.
   Bunların yanında, karasaban devrinin önemsediğim iki özelliğinden daha söz edeceğim: Bunlardan birincisi, karasaban döneminin aynı zamanda kara cahillik dönemi olmasıdır. Karasaban döneminin son yıllarında bile, yetişkin nüfus içindeki okur yazarlık oranı toplamın yüzde beşini bile bulmaz. Önemsediğim ikinci özellik, askerlik nedeniyle çıkanlar dışında, köyde doğanın köyde ölmesi gerçeğidir. Dönemin son yıllarında, babasına küsüp İzmir'e gidip de gelmeyen birisi, pek de hoş olmayan sözlerle anılırdı. Değindiğim bu iki özellik, bir insan kalıbı oluşturur. Bunun sonucunda, örneğin, üç asır önceki Mehmet ile son asırdaki Mehmet arasında önemli bir fark yoktur. Bu gerçek, Fatmalar açısından da değişmez.
   (Devam edecek.)

16 Mayıs 2016 Pazartesi

ZOR ZAMANLAR

 
ÇALIŞKAN ÇOCUK
   Sıra arkadaşım bir süredir teneffüse çıkmıyordu. Çalışkan çocuk; bir sonraki derse hazırlanıyor diyorlardı fark eden arkadaşlar. Bu doğruydu aslında fakat çıkmayışın nedeni bu değildi. Teneffüse çıkmamakla kalmıyor paydosta sınıftan en son ayrılan da o oluyordu. Ben gerçeği anladım fakat anladığımı ona hissettirmiyordum.
   Devirler zor devirdi. Gaddar devirdi. Hatta içinde yaşadığımız günlere ters düşen günlerdi. Elli, elli beş yıl öncesinden söz ediyorum. Şimdi var olanların önemli bir kısmı o zamanlar yoktu. Bir kısmı da şimdiye göre tam aksi bir şekilde yapılıyordu.
   Örneğin; bu günlerde ders yılı başında nasıl hazırlık yapılır: Gidilir ve ayakkabı dükkanından ayakkabı alınır. İstersen, giy de git. Bir hazır giyim mağazasından elbise seçilir, bir kaç küçük tadilat sonunda aynı gün giyebilirsin. O devirde ise ayakkabıcıya ayak ölçünü çizdirirdin ve iş durumuna göre, bir zaman sonra ayakkabını yaparlardı. Elbise için de terziye ölçü aldırılırdı. Terzinin belirlediği miktarda kumaşı ve diğer malzemeyi manifatura dükkanından alıp terziye teslim ederdin. Terzinin belirlediği günlerde bir veya iki kez provaya giderdin. Birkaç hafta sonra, güle güle giy. Üstünde paralansın.
   Konfeksiyon elbise ve hazır ayakkabı yok muydu? Vardı ancak pahalıydı ve Anadolu'ya tam yayılmamıştı.
   Şimdilerde, sıradan insan hazır giyimden ve ayakkabıdan ihtiyacını karşılar. Bütçesine göre, cins cins,  kalite kalite.  Özel yapım elbiseye ve ayakkabıya kim yönelir? Özel mazereti olanlar dışında, varsıl insanlar. Yukarıda değindiğim zıtlık burada işte. O zamanlarda ise hazırdan giyinenler varsıllardı. Orta tabaka ve yoksullar terzi işi giyerlerdi.
   Şunu da belirteyim. O zamanlar elbise ve ayakkabılar onarılırdı da. Konu dağılmasın diye elbise onarımının ayrıntılarına girmeyeceğim fakat ayakkabı tamirinden biraz  bahsetmek gerekli. O zamanlar ayakkabıların tabanı köseleden olurdu. Ayakkabı tabanı çabuk yıprandığı için taban yenilenirdi. Buna 'pençeleme' denirdi.
   Gelelim arkadaşımın teneffüse çıkmayışına. Gerçeği ben de tesadüfen gördüm. Yere düşen silgimi almak için eğildiğimde, ayağındaki ayakkabının büyüklüğünü gördüm. Biz de aynı toprakların çocuğu olduğumuzdan sorunu hemen anladım. Ayakkabıları onarıma verilmişti ve babasının ayakkabıları ile okula geliyordu. Yedek ayakkabısı yoktu anlaşılan. (Kimin vardı ki!)
   Kasaba esnafını bilirim. Arkadaşın ayakkabısı veresiye onarılıyordu anlaşılan. Uzadıkça uzadı. Bir ay kadar sürdü bu durum.   
   Kasaba esnafının öğretim kalitesine katkısı bu. Arkadaşım daha bilgili ve ataktı o sıra, tahtaya kalkılması gereken haller dışında.
  

6 Mayıs 2016 Cuma

EVEL ZAMAN İÇİNDE

 
KÖY BAKKALI
(atmış üç yıl altı ay önce)
   Bizim gibiler için konduğunu sandığım taşa basarak dükkanın penceresine uzandım ve camı tıklattım. Güzel havalarda, bu pencere açık olurdu müşteriler için. Aralık ayında olduğumuzdan, kepenk açık fakat pencere kapalı oluyordu. Dükkana girilmeden bu pencere üzerinden alışveriş yapılırdı.
   Bakkal amca pencereyi aralayınca uzattım elimdeki iki yumurtayı. Aldı ve her birini ayrı ayrı salladı kulağına yaklaştırarak. "Tamam." dedi. Demek ki yumurtalar cılk değildi. "Ne istedin?" diye sordu. "Yoksa sen de mi 'yerli malı haftası' tedarikindesin?"
   Demek ki ben ilk değilmişim. Başımı salladım aynı zamanda 'hı hı' diyerek. "Tamam." dedi gülümseyerek. "Ben senin için, iki yumurtalık koyayım, karışığından, olur mu?"
   Benim istediğim de oydu. "Tamam amca." dedim.
   Gazeteden külahın içine biraz fıstık, biraz kuru üzüm, iki incir ve bir avuç leblebi koydu. Elime de bir lokum tutuşturdu. "Bu da benden." dedi. Amcam beni seviyor diye sevindim.
   Dükkan, iç içe iki küçük odadan ibaretti. Arka oda depo gibiydi sanırım. Boşalan ağda tenekesinin dolusu oradan getiriliyordu; gördüm birkaç kez. Dükkan kapısı bakkalın kendi avlusuna açık olduğundan dükkana müşteri girmez, alışveriş pencereden yapılırdı. Sadece bakkal amcanın iki oğlunu, İbrahim ve Hüseyin'i görürdüm içeride zaman zaman.  
   Muhtemelen geçmişte yediği şeker ve lokumların bedelini ödemekteydi İbrahim. Çok şeker yemekten, belki de 'hypoplacia' yüzünden çürüyen dişleri sızlıyordu şimdi onları yerken.
   Öte yandan, her iki avcuna birer lokum almadan çıkmazdı Hüseyin. Boyuna göre yüksekteki kasadan lokum avuçlamaya çalışırken, kasanın başına kapaklandığı anlatılır ve gülünürdü. Ben de imrenirdim bu gülünen kazaya.
   Kepenk kapalıysa dükkan kapalı demekti. Çoğu zaman öğleye kadar kapalı olurdu. Çünkü, bakkal aynı zamanda çiftçiydi. Çiftinde çubuğunda olurdu o zamana kadar. Bakkallık , Allah her birine uzun ömür versin, giderek kalabalıklaşan ailenin geleceği için ilave kazanç beklentisiyle açılmıştı.
   O zaman sekiz yaşında olan büyük kızlardan Ümmü 'nün, komşu çocuklarına leblebi ziyafeti vermesi gibi aksaklıklara rağmen, hatırlı birisi gelince boş dönmesin diye eve anahtar bırakıldığı da oluyordu.
   Hemen göze ilişen malzemeler, çay ve şeker, fıstık, leblebi, kuru üzüm ve incir, üzüm ağdası, sigara ve tütün, gaz yağı (kerozen), lamba camı ve fitili, sabun, vs. Anladığınız gibi, günümüze göre çok az türde ve çok sade ürünler bunlar. Kimisi de ancak antikacılarda bulunur artık şimdilerde.
   Kimyasal temizlik ürünleri yok. Elektriğe bağlı ürün yok. (Elektrik, bırakın köyü, ilçe merkezinde bile yok denecek kadar sınırlı.) Hiç bir plastik ürün yok. Paketli ürün çok az; onların da ambalajı ahşap ya da karton. Şişelenmiş içecek yok. Pet şişe yok. Alışveriş poşeti mi, o bilinmez bile.
   Bütün bunları, bir süper marketin bakkaliye reyonunda, şekerli ürünler raflarının önünde düşünüyorum.
   Bizden önceki binlerce nesil, birbirinden pek farklılaşmadan gelip geçmişler. Son yüz yılın insanı ise hızlı değişimler yaşadı, hem de pek çok alanda. Ne kadar şaşırtıcı!
   "İzninizle efendim." diyen genç bir sesle kendime geldim.
   "Özür dilerim. Buyur. Çok mu beklettim sizi." dedim.
   "Önemli değil. Kendi kendinize konuşur bir haliniz vardı da yanınızdan uzanıp bir paket çikolata almaya çekindim sanırım." dedi içten bir tavırla.
   "Tekrar özür dilerim. Geçmişini deşen bir ihtiyarı hoş görürsünüz umarım." dedim. Meraklı bir gençti muhatabım. İlgisi beni coşturduğu için, ona anlattım bunları, dede torun sıcaklığında.