Solfasol Nerede?
"Etlik garajında in ve Ulus'a git. İş Bankası binasının yanında in ve Solfasol dolmuşlarının sabah seferine başlamasını bekle."
"Üniversite sınavlarının sonucu belli olmuştu. O zamanki seçim sistemine göre, Türkiye'de mevcut üç beş üniversitenin yedi sekiz fakültesinden birine kaydolabilecektim. Bunlardan ikisi de Orta Doğu Teknik Üniversitesinin Mimarlık Fakültesi ve Mühendislik Fakültesi idi. Benim tercihim bu ikisi yönündeydi. Yola çıktığımda kararım daha netleşmemişti; ikisinin arasında gidip geliyordum. Duygu yanım mimarlık diyor, akıl yanım mühendislik diyordu."
Böyle dedi yol arkadaşı genç, heyecanlı heyecanlı. Her ne kadar vurgulamadan geçiştirse de biraz öğünme de seziliyordu sözcüklerin arasından sızan. Anlattığına bakınca öğünmeye hakkı da vardı aslında. Anlattığı sınav başarısı azımsanacak gibi değildi.
"Niye tıbbı seçmedin?" diye sordum merakımdan. İş işten geçmişti oysa. Sırf kendisini sınamak için İstanbul'daki tıp fakültelerinden birisini yazmış seçenekler arasına. Gitmeyeceğini daha yazarken de biliyormuş. Bunun iki nedeni varmış: Birincisi mühendisliği çok istemesi, ikincisi de kan veya ağır yara gördüğünde bayılmasıymış. Lise günlerinde, tıraş olurken kanattığı sivilcesini sıkarken bayılmıştı yatılı okul lavabosunun başında. Yatılı öğrenciler arasında, tevatür de devreye girerek, günlerce konuşulmuş bu.Ona 'sen doktorluk yapamazsın' denirmiş hep.
"Yazık olmuş. Keşke doktorluğu seçseydin. Kandan veya yaradan uzak dalları da var tıbbın. İyi para kazanırdın." dedim.
Duyguları kolayca yüzüne vuran birisiydi. Bu yaklaşımım onu mutlu etmemişti. Seçimini savunmayı gerekli gördü:
" İyi bir mühendis de iyi para kazanabilir. Türkiye sanayileşecekse mühendislik sayesinde sanayileşecek. Sanayi büyüdükçe de daha çok sayıda ve dalda mühendise gereksinim olacak. Giderek büyüyen bir sarmal bu." dedi.
Kendi içinde tutarlı bir argümandı ileri sürdüğü. Tutarlı olmasına tutarlıydı ancak yap-sat döngüsünün tam ortasını düşlerken, bulunduğu noktanın çevresini , yani piyasayı, ürün geliştirmeyi, pazarlamayı aklına bile getirmiyordu. Bunu, onun bir eksikliği olarak göremezdim. O, iyi niyetiyle, sürecin bir bölümünü doldurmak için yola çıkmıştı anlaşılan.
İşim toplumla iletişim gerektirdiğinden, özellikle taşradan gelen bu kuşaktaki gençlerin, ülkesini kalkındırma ve halkının refahı konularında çok ateşli olduğunu saptadığımı ve kendisini feda etme derecesindeki bu ateşi de çok romantik bulduğumu burada belirtmeliyim. Ben bu düşüncemi incitmeden ifade etmeyi tasarlarken o:
"Zaten biz, seçimimizi yaparken, hiç para düşünmedik." diye sözünü sürdürdü, ben düşüncelerimi toparlarken. "Üreten kişi, bir şekilde, üretilen değerden payını alacaktır. Bunun ne kadarı azdır, ne kadarı çoktur bilmiyorum ben. Arkadaşlarım da öyle. Hepsi çiftçi, esnaf ve küçük memur çocuğu. Yola çıktığımız noktalar arasında sarsıcı farklar yok. Ne kadar parayla ne gibi bir refah seviyesine ulaşılacağını da bildiğimiz söylenemez." Çoğul özne kullanışı dikkatimi çekti:
"Biz diye konuşuyorsun. Neden?" diye araya girdim.
"Biz dediğim kişiler, düşünceleri ve idealleri çok yakın olan arkadaşlar. İdealleri derken ülküleri diyecektim ancak bu kelimeyi başkaları kaptı; sanki Türkçeyi çok seviyorlar da, öz Türkçeyi önemsiyorlar da düne kadar mefkure derken şimdi ülkü diyorlar. Neyse, parasız yatılı öğrencilerdik biz Denizli'de, Koca Mektepte. Sıra arkadaşlığı, etüt arkadaşlığı ve yatakhane arkadaşlığı derken biz olduk biz.
Koca Mektep derken Denizli Lisesini kastediyordu. Ben de bir koca mektepli olduğum için bilirim bunu ve mensubiyetimden gurur duyarım.
(Devam edecek.)
Böyle dedi yol arkadaşı genç, heyecanlı heyecanlı. Her ne kadar vurgulamadan geçiştirse de biraz öğünme de seziliyordu sözcüklerin arasından sızan. Anlattığına bakınca öğünmeye hakkı da vardı aslında. Anlattığı sınav başarısı azımsanacak gibi değildi.
"Niye tıbbı seçmedin?" diye sordum merakımdan. İş işten geçmişti oysa. Sırf kendisini sınamak için İstanbul'daki tıp fakültelerinden birisini yazmış seçenekler arasına. Gitmeyeceğini daha yazarken de biliyormuş. Bunun iki nedeni varmış: Birincisi mühendisliği çok istemesi, ikincisi de kan veya ağır yara gördüğünde bayılmasıymış. Lise günlerinde, tıraş olurken kanattığı sivilcesini sıkarken bayılmıştı yatılı okul lavabosunun başında. Yatılı öğrenciler arasında, tevatür de devreye girerek, günlerce konuşulmuş bu.Ona 'sen doktorluk yapamazsın' denirmiş hep.
"Yazık olmuş. Keşke doktorluğu seçseydin. Kandan veya yaradan uzak dalları da var tıbbın. İyi para kazanırdın." dedim.
Duyguları kolayca yüzüne vuran birisiydi. Bu yaklaşımım onu mutlu etmemişti. Seçimini savunmayı gerekli gördü:
" İyi bir mühendis de iyi para kazanabilir. Türkiye sanayileşecekse mühendislik sayesinde sanayileşecek. Sanayi büyüdükçe de daha çok sayıda ve dalda mühendise gereksinim olacak. Giderek büyüyen bir sarmal bu." dedi.
Kendi içinde tutarlı bir argümandı ileri sürdüğü. Tutarlı olmasına tutarlıydı ancak yap-sat döngüsünün tam ortasını düşlerken, bulunduğu noktanın çevresini , yani piyasayı, ürün geliştirmeyi, pazarlamayı aklına bile getirmiyordu. Bunu, onun bir eksikliği olarak göremezdim. O, iyi niyetiyle, sürecin bir bölümünü doldurmak için yola çıkmıştı anlaşılan.
İşim toplumla iletişim gerektirdiğinden, özellikle taşradan gelen bu kuşaktaki gençlerin, ülkesini kalkındırma ve halkının refahı konularında çok ateşli olduğunu saptadığımı ve kendisini feda etme derecesindeki bu ateşi de çok romantik bulduğumu burada belirtmeliyim. Ben bu düşüncemi incitmeden ifade etmeyi tasarlarken o:
"Zaten biz, seçimimizi yaparken, hiç para düşünmedik." diye sözünü sürdürdü, ben düşüncelerimi toparlarken. "Üreten kişi, bir şekilde, üretilen değerden payını alacaktır. Bunun ne kadarı azdır, ne kadarı çoktur bilmiyorum ben. Arkadaşlarım da öyle. Hepsi çiftçi, esnaf ve küçük memur çocuğu. Yola çıktığımız noktalar arasında sarsıcı farklar yok. Ne kadar parayla ne gibi bir refah seviyesine ulaşılacağını da bildiğimiz söylenemez." Çoğul özne kullanışı dikkatimi çekti:
"Biz diye konuşuyorsun. Neden?" diye araya girdim.
"Biz dediğim kişiler, düşünceleri ve idealleri çok yakın olan arkadaşlar. İdealleri derken ülküleri diyecektim ancak bu kelimeyi başkaları kaptı; sanki Türkçeyi çok seviyorlar da, öz Türkçeyi önemsiyorlar da düne kadar mefkure derken şimdi ülkü diyorlar. Neyse, parasız yatılı öğrencilerdik biz Denizli'de, Koca Mektepte. Sıra arkadaşlığı, etüt arkadaşlığı ve yatakhane arkadaşlığı derken biz olduk biz.
Koca Mektep derken Denizli Lisesini kastediyordu. Ben de bir koca mektepli olduğum için bilirim bunu ve mensubiyetimden gurur duyarım.
(Devam edecek.)
Senin bu yönünü hiç bilmiyordum.
YanıtlaSilİsmail