Yargıç Sepetleme
Franklin D. Roosevelt 1932 de başkan seçilir. Partisi de her iki mecliste çoğunluktadır.
Seçildiğinde, 1929 da başlayan büyük kriz (ekonomik kriz) sürmektedir. Roosevelt 'Yeni Yaklaşım' (New Deal) adıyla bilinen bir programla seçilir ve bunu yürürlüğe koymak ister. New Deal ile ilgili yasaları meclislerden geçirir ve yürürlüğe sokar.
Öte yandan, 'New Deal' yasalarının bazı bölümleri tartışılır ve o bölümler, başkanın baltasının fazla yonga kaldıramadığı Yüksek Mahkemeye (onların anayasa Mahkemesi) düşer. Çalışma hayatını düzenleyen bölüm, 'Olağanüstü koşullar olağanüstü çözümler gerektirebilir fakat olağanüstü koşullar olağanüstü anayasal yetki vermez.' gerekçesiyle oy birliği ile anayasaya aykırı bulunur.
Yasanın yayınlanmasından yüksek yargının bu husustaki kararını vermesine kadar geçen sürede program hayli yol almış ve bir sonraki adımlar atılmıştır. Bu adımlar da yüksek mahkemeye gitmiştir ve yüksek mahkeme gündemine almıştır.
Bütün bunlar olurken dört yıl geçmiş ve Roosevelt 1936 yılında daha güçlü bir çoğunlukla yeniden başkan seçilmiştir.
Kendi gücüne güvenen başkan 1937 yılında yüksek mahkemenin programına engel olduğundan bahisle savaş bayrağını açar. Argümanı da bize de tanıdık gelen bir argümandır: Atanmışlar seçilmişin kararlarını kontrol edemez, politika belirleyici olamaz. ( 2012 Eylülündeki anayasa referandumu zamanındaki tartışmaları hatırlayınız.)
Roosevelt, 'yargıyı yeniden yapılandırma' adıyla bir plan sunar meclislere. (Bu 'yeniden yapılandırma' sözüne bayılırım öteden beri.) Planın özü yüksek mahkeme yargıçlarını kanun gücüyle emekli edip yerlerini kendi atadıkları ile doldurmaktır.
Burada Roosevelt'in bu sırada sarf ettiği bir sözünü tekrarlamadan geçmeyeceğim: "Amerika Birleşik Devletleri üç atla çekilen bir araba gibidir. Bu ağır yükü (ekonomik kriz kast ediliyor) çekmekte atlardan biri iyi asılmıyor." der başkan yüksek mahkemeden şikayetle. Buna kendince bir çözüm arar.
Partisinin meclislerdeki çoğunluk gücüne güvenmektedir.
Ancak, temsilciler meclisi, başkanın teklifini gündemine almayı reddeder.
Başkan bu kez senatodan zorlamayı seçer. Senatonun adalet komisyonu, teklifi olumsuz görüş raporuyla senatoya indirir. Senato da tartışılır ve 'gereksiz, yararsız ve anayasa esaslarına aykırı' görüşü ile teklif reddedilir.
Burada Roosevelt'in bu sırada sarf ettiği bir sözünü tekrarlamadan geçmeyeceğim: "Amerika Birleşik Devletleri üç atla çekilen bir araba gibidir. Bu ağır yükü (ekonomik kriz kast ediliyor) çekmekte atlardan biri iyi asılmıyor." der başkan yüksek mahkemeden şikayetle. Buna kendince bir çözüm arar.
Partisinin meclislerdeki çoğunluk gücüne güvenmektedir.
Ancak, temsilciler meclisi, başkanın teklifini gündemine almayı reddeder.
Başkan bu kez senatodan zorlamayı seçer. Senatonun adalet komisyonu, teklifi olumsuz görüş raporuyla senatoya indirir. Senato da tartışılır ve 'gereksiz, yararsız ve anayasa esaslarına aykırı' görüşü ile teklif reddedilir.
Bu öykünün özü şudur:
1. Yüksek yargı, yorum yoluyla (hukukçular içtihat diyor) yasaların anayasaya uygunluğunu tartabilir. Yürütme organının hedefleri onu ilgilendirmez.
2. Sınırsız güç sakıncalıdır. Küçük zorlamalar sonuç verirken her defasında yeni zorlama alanlarına kapı açar. Güç sürekli alan genişletir. Bunun için derler ki 'Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır.' Bunun için demokrasiler denge-firen mekanizmaları geliştirmiştir ve faydaları yaşayarak görülmüştür.
3. ABD meclisleri başkandan bağımsız çalışabiliyor. Bunun ilkesel yanı da olabilir fakat ben daha ziyade Amerikan parti sistemine ve seçim koşullarına bağlıyorum. Orada partilerin tüzel kişiliği yok ve seçimden seçime fikir platformu gibi çalışıyorlar. Bu nedenle, başkanlar hiç bir zaman parti başkanı olmuyor. Ayrıca, eyaletler kendi seçecekleri temsilcileri eyalet dışı etkiler olmaksızın seçiyorlar. Hatta bu hususta kıskançlardır bile denebilir.
Bizde ise siyasal partiler ve seçim yasalarımız nedeniyle parti başkanı kendi grubunu sıkı kontrol edebiliyor ve önerilen sisteme göre, başkan bir de parti başkanı olunca, yürütme ve yasama erkleri birleşebilir ve denge bozulur. Meclis çoğunluğu başka bir partide olunca da sanırım fren sistemi kazıklar.
Özün özü: ABD başkanlık sistemi erkler ayrılığı esasına uygun çalışan anayasal organlar sayesinde ve sapmaları denge - fren sistemi sayesinde sürekli düzelterek çalışabiliyor.
Denge-fren sisteminin bizim anayasamızda da bulunmasını biz de ısrarla aramalıyız.
1. Yüksek yargı, yorum yoluyla (hukukçular içtihat diyor) yasaların anayasaya uygunluğunu tartabilir. Yürütme organının hedefleri onu ilgilendirmez.
2. Sınırsız güç sakıncalıdır. Küçük zorlamalar sonuç verirken her defasında yeni zorlama alanlarına kapı açar. Güç sürekli alan genişletir. Bunun için derler ki 'Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır.' Bunun için demokrasiler denge-firen mekanizmaları geliştirmiştir ve faydaları yaşayarak görülmüştür.
3. ABD meclisleri başkandan bağımsız çalışabiliyor. Bunun ilkesel yanı da olabilir fakat ben daha ziyade Amerikan parti sistemine ve seçim koşullarına bağlıyorum. Orada partilerin tüzel kişiliği yok ve seçimden seçime fikir platformu gibi çalışıyorlar. Bu nedenle, başkanlar hiç bir zaman parti başkanı olmuyor. Ayrıca, eyaletler kendi seçecekleri temsilcileri eyalet dışı etkiler olmaksızın seçiyorlar. Hatta bu hususta kıskançlardır bile denebilir.
Bizde ise siyasal partiler ve seçim yasalarımız nedeniyle parti başkanı kendi grubunu sıkı kontrol edebiliyor ve önerilen sisteme göre, başkan bir de parti başkanı olunca, yürütme ve yasama erkleri birleşebilir ve denge bozulur. Meclis çoğunluğu başka bir partide olunca da sanırım fren sistemi kazıklar.
Özün özü: ABD başkanlık sistemi erkler ayrılığı esasına uygun çalışan anayasal organlar sayesinde ve sapmaları denge - fren sistemi sayesinde sürekli düzelterek çalışabiliyor.
Denge-fren sisteminin bizim anayasamızda da bulunmasını biz de ısrarla aramalıyız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder