30 Ocak 2017 Pazartesi

İktidar ve Adalet-3 (devam)

 
Watergate Skandalının Öyküsünden Çıkardıklarım
    1. Watergate büyük bir iş merkezinin adı. Demokrat Parti'nin başkanlık seçimlerini yürütmek için kurdukları ofisler için bu iş merkezinde yer kiralanmış. Çünkü ABD partilerinin tüzel kişilikleri olmadığı gibi, bizimkiler gibi dev parti merkezi binaları da yok. Seçimlerden beş altı ay önce, bizimkilerin semtlerde kurdukları seçim büroları benzeri yerler tutuyorlar ve seçimden sonra kapatıyorlar.
    2. Watergate skandalının üstünü kapatma çabalarının karşısında en çok direnen gazete Washington Post gazetesidir. En öne çıkan gazeteci de Carl Bernstain'dir. O an iktidarda olan başkanın karıştığı bilgisini aldıkları olayları, bilgi kaynaklarını açıklamadan ısrarla ve cesaretle haberleştirmişlerdir. Beyaz Saray'dan gelen yalanlama dışında (ve belki örtülü tehditler dışında) yasal muamele görmemişler.
    3. Yargıç Srica, watergate'e sızma olayını, yakalananların kabule hazır oldukları 'hırsızlık olayı' üzerine kurma kolaycılığına kapılmamış, büyük tezgahın faillerinin araştırılmasına yol açmıştır.
    4. Özel savcı Cox, başkan tarafından yönlendirildiği sonradan anlaşılan CIA engellemesine ve beyaz saraydan aldığı tehdit mesajlarına rağmen olayla beyaz sarayın bağlantısını araştırmıştır.
    5. Başkanın adalet bakanı özel savcı Cox'u görevden almaya istifa etmeyi dahi göze alarak yanaşmamıştır.
    6. İstifa eden adalet bakanı yerine atanan adalet bakanı özel savcı Cox'u azletmiş fakat yerine atanan özel savcı da davayı sonuna kadar takip etmiştir.
    Bunun olabilmesinin nedeni: ABD yasalarına göre, hükümet organlarında dile düşen yasa dışılık hallerinin soruşturulması, hükümet tarafından atanmış savcılara bırakılmaz. Politik ve menfaat ilişkileri olabileceği için adaletin yerine getirilemeyeceğinden endişe edilir. Bunun için, böylesi iddialar dillerde dolaşmaya başlayınca, sadece o işle ilgilenmek üzere özel savcı atanır, yetki ve imkan hazırlanır. Atanan özel savcı, sadece adalet bakanına veya parlamento kanatlarından birine rapor verir.
    7. Bu olayın ayrıntılarını araştırırken dikkatimi çeken hususlar:
        a. ABD yönetim sisteminde parlamento merkez organdır.
        b. Başkan, kanunların layıkıyla uygulandığını izlemekle sorumludur.
        c. Başkanın ayrıcalıkları ve yargı muafiyeti anayasal görev tanımıyla sınırlıdır.
        d. Başkan bütün üst düzey atamalarında Senatoya danışmak ve senato çoğunluğunun     mutabakatını almak zorundadır.
        e. yürütmeyi yönlendirmek ve yönetmek için başkan icra emirleri (exacutive orders) yayınlar. (Biz bunlara kararname diyoruz.) İcra emirleri, anayasal yetkilendirmelere ve yasalara uygun olmak zorundadır. İcra emirleri federal mahkemelerce irdelenebilir ve yasama organınca yürürlükten kaldırılabilir.
       f. En önemlisi, senatör ve temsilcilerin, politik gelecekleri bakımından, başkandan beklentileri ve çekinceleri yoktur. Sadece kendi bölgesindeki etkili çevrelere kulak verirler.
 
    ABD yönetim sistemini eleştiren amarikan düşünürler, başkanların giderek 'çarlaştıklarını' iddia ediyorlar. Başkanı istifa ettirebilen bir düzen için söylüyorlar bunu.
    Bu çalışma sırasında ulaştığım bilgilere göre, bize önerilen anayasa değişikliği ile cumhurbaşkanına verilen yetkiler ve yasal ayrıcalıklar ABD başkanının hayli üzerinde. Öte yandan, çok zayıf olan denge denetleme kural ve organları ise 'Nixon rüyasında görse inanamazdı' seviyesinde.
 
 

28 Ocak 2017 Cumartesi

İktidar ve Adalet - 3

 
Watergate Skandalı
    Yaşı uygun olanlar ve siyasi meselelerle ilgilenenler hatırlayacaktır. Bir zamanlar bu adla anılan bir olay yaşandı Amerika Birleşik Devletlerinde ve sonunda Başkan Nixon istifa etmek zorunda kaldı.
    Başkan Nixon hırslı bir politikacıydı. (O yola giren birisinin düşük hırslı olması da beklenemezdi zaten.) Daha önce iki dönem başkan yardımcılığında bulunmuştu. 1962 seçimlerinde Kennedy karşısında başkan adayıydı ve kaybetmişti. Nihayet 1968 seçimlerinde başkan seçildi. Sıkıntılı bir dönem geçirdi. ABD Wietnam savaşına girmişti. Döneminin sonunda, 1972 seçimleri için yeniden partisinin başkan adayı oldu. Kampanyanın sert geçeceği belliydi. Taraflar sıkı çalışıyordu.
    1972 yılı 17 Haziranında, Watergate adlı iş merkezinin Demokrat Partinin seçim komitesince kullanılan bölümüne girmeye hazırlanan bir grup görülür. Güvenlik görevlisi polis çağırır ve bunlar suçüstü yakalanırlar. Olaya hırsızlık izlenimi verilir fakat üzerlerinde bulunanlar şüphelidir. Dinleme böcekleri ve 'Nixon'u yeniden başkan seçtirme komitesinin'  Beyaz Saraydaki irtibat ofisinin telefon numaralarının kaydedildiği belgeler, hırsızlıktan farklı bir hal var şüphesi uyandırır.
    Beyaz Saray'dan yönlendirilen bir espiyonaj iddiası dolaşmaya başlar. Bir gazete ve iki gazeteci, isim vermeksizin, bu yönde ulaşılan haberleri yayınlar. Bu haberler geçersiz, dedikodu ve Beyaz Saray'a hakaret iddiasıyla Beyaz Saray tarafından tekzip edilir. Halk da buna inanır ve 1972 Kasımında yapılan seçimde Nixon desteğini artırarak yeniden seçilir.
    İki gazeteci, Watergate olayının yargıcı, bir özel savcı ve senato araştırma komitesinden birkaç senatör, olayın hırsızlık olmadığını, aksine daha büyük bir tezgah kurulduğunu düşünürler.
    Hırsızlara(!)  Beyaz Saray'dan 'sus payı' ayarlandığı dedikoduları dolaşmaya başlar. Özel savcı Cox, Federal Soruşturma Bürosu (FBI) kanalıyla bu dedikoduları soruşturur. Merkezi Haberalma Teşkilatı (CIA) tarafından konulan engel ve karartmalar dikkati çeker. Dikkatler iyice Beyaz Saraya yönlenir böylece.
Soruşturmalar sıkılaştırınca Başkan Nixon rahatsız olur ve özel savcının  görevden alınması için Adalet Bakanına baskı yapar.. Bu tasarruf adalet bakanı ve ekibince tepkiye neden olur ve topluca istifa ederler. (Meşhur Cumartesi kırımı)
    Yargılanan yedi kişiden birisi, başkanın oval ofiste (başkanın çalışma ofisi) yapılan bütün görüşmeleri gizlice kayda aldırdığını, o kayıtlara ulaşılırsa tüm gerçeğin ortaya çıkacağını söyler. Başkan Nixon kayıtların varlığını inkar edemez fakat önce başkanın anayasal dokunulmazlığıdır kayıtları veremem der, sonra, aylar geçer ve kayıtların ayıklanmış bir kısmını mahkemeye verir.
    Özel savcı Cox konuyu Yüksek Yargı'ya (anayasa mahkemesi) taşır.
    Yüksek mahkeme, davanın esasını oluşturan olayın, başkanlığın anayasal görevi kapsamında sayılamayacağını, bu nedenle de anayasanın başkana tanıdığı yargı muafiyetinin bu olayda geçerli olamayacağını ve yargının talep ettiği kayıtların verilmesi gerektiğini kararlaştırır.
    Neticede, başkanın yakın hizmetlilerinin (yaverlerinin) içinde bulunduğu bir grubun evrak kopyalama ve telefonlara böcek yerleştirme gibi amaçlarla rakip partinin ofislerine girdikleri, yakalandıklarında, çalışmayan böcekleri değiştirmeye gittikleri kesinleşti. Hatta başkanın vergi kaçırdığına dair ip uçları da bulundu.
    Toplanan bilgiler ışığında, senato adalet komisyonu, 'delil karartmak, adaleti engellemek, başkanlık yetkisini kötüye kullanmak' suçlamasıyla başkanın azlini senato genel kuruluna önerir.
    Anayasa mahkemesinin kararı üzerine ve o sırada senato adalet komisyonunun başkanın azli yönünde hazırlanıyor olmasını dikkate alarak başkan kayıtları verir ve üç gün sonra istifa eder. Yerine yardımcısı Ford geçer ve yemininden bir ay sonra, eski başkan Nixon'un tüm suçlardan ve suç isnadından affedildiğini ilan eder.
    Bu olayın ayrıntılarını ABD sistemi bilinsin diye açmaya çalıştık. Devam eden bölümde, bu olayda adı geçen sistem elemanlarını açmaya ve bize önerilen değişikliklerle karşılaştırmaya çalışacağım.

27 Ocak 2017 Cuma

İktidar ve Adalet - 2 (Devam)

 
Yargıç Sepetleme (devam)
    Öncesinde, ABD başkanının yüksek mahkeme yargıçlarını sepetleyerek (onlar paketleyerek diyorlar) mahkemeden kendi isteğine uygun kararlar alma çabası ve buna karşılık, Kongre ve senatonun, onun çabasına karşı kararlar alışı anlatıldı.
    Siyasi tarih yorumcularına göre, Kongre ve senato anladı ki başkan yargı bağımsızlığı ilkesini zayıflatabilirse, bir başka şartlar altında erkler ayrılığı ilkesinin tümünü zayıflatabilir. Bu gidiş çoğulcu demokratik kurumların sonu olabilir çünkü o kurumları zayıflatan erk sonunda onları yok edebilir veya kontrolü altına alabilir.
Bunun için direndiler. 'sarı öküzü' kaptırmamaktı amaçları, sıra kırmızı ve kara öküzlere gelmesin diye. Yani, yargı bağımsızlığını (sarı öküzü) savunurken yasama organlarının bağımsızlığını da savunuyorlardı.
    Başkan Roosevelt'in üç atlı araba benzetmesiyle anlatmayı sürdürürsek, yargı atından yakınan başkan, aynı şekilde yasama atlarının da yüke asılmadıklarını savunarak, bir takım retorikler de ekleyip kongre ve senatoyu halka şikayet ederse, atmosfer uygun hale gelince de, anayasal olarak emrinde olan ordu ve federal güvenlik güçlerine, kongre ve senatoyu kapatma emri verse, çoğulcu demokratik kurumları kim koruyacak başkana karşı. Öyleyse, 'sarı öküz' misali, yargı bağımsızlığını kaptırmamak gerekir. Böyle düşünmüş olmalılar.
    "Yok artık! Bu kadar da olmaz." diyenleri duyar gibiyim. Fakat örnekleri var:
    Venezuella'da başkan Chavez, Peru'da başkan Fujimoro, Arjantin'de başkan Peron, Brezilya'da başkan Menem değişik biçimlerde de olsa bunu yaptılar. Hepsi ülkelerindeki çoğulcu kurumlarını uysallaştırarak veya ortadan kaldırarak diktatör oldular. Afrika ülkelerinden hikayeler aktarmaya kalksak destan çıkar. Gereği de yok. İşin özü aynısı.
    İkinci Dünya savaşı öncesinde Dünyanın sayılı zengin ülkelerinden olan Arjantin, çoğulcu ve kapsayıcı demokratik düzeni sürdüremediği için gelişmesini sürdüremedi hatta geriledi. Brezilya yeni yeni toparlanıyor. Öte yanda ABD'nin sınır komşusu Meksika'da Dünyanın en zengin adamı yaşamakta fakat o ülke kara ekonominin pençesinde ve felaket bir gelir dağılımı var. Bu ülkede de denetlenemeyen ve dengelenemeyen başkanlar icranın başında.
    Denge ve denetleme organları ortadan kalkınca, kaybolan şeffaflık ortamının yerini alan sisli ortamda, diktatörler her adımını özgürce ve gücü paylaşmadan atabildiler, atabiliyorlar. Ve hiçbir diktatör seçimle gitmedi.
    

26 Ocak 2017 Perşembe

İktidar ve Adalet -2

 
Yargıç Sepetleme
    Franklin D. Roosevelt 1932 de başkan seçilir. Partisi de her iki mecliste çoğunluktadır.
    Seçildiğinde, 1929 da başlayan büyük kriz (ekonomik kriz) sürmektedir. Roosevelt 'Yeni Yaklaşım' (New Deal) adıyla bilinen bir programla seçilir ve bunu yürürlüğe koymak ister. New Deal ile ilgili yasaları meclislerden geçirir ve yürürlüğe sokar.
    Öte yandan, 'New Deal' yasalarının bazı bölümleri tartışılır ve o bölümler, başkanın baltasının fazla yonga kaldıramadığı Yüksek Mahkemeye (onların anayasa Mahkemesi) düşer. Çalışma hayatını düzenleyen bölüm, 'Olağanüstü koşullar olağanüstü çözümler gerektirebilir fakat olağanüstü koşullar olağanüstü anayasal yetki vermez.' gerekçesiyle oy birliği ile anayasaya aykırı bulunur.
    Yasanın yayınlanmasından yüksek yargının bu husustaki kararını vermesine kadar geçen sürede program hayli yol almış ve bir sonraki adımlar atılmıştır. Bu adımlar da yüksek mahkemeye gitmiştir ve yüksek mahkeme gündemine almıştır.
    Bütün bunlar olurken dört yıl geçmiş ve Roosevelt 1936 yılında daha güçlü bir çoğunlukla yeniden başkan seçilmiştir.
    Kendi gücüne güvenen başkan 1937 yılında yüksek mahkemenin programına engel olduğundan bahisle savaş bayrağını açar. Argümanı da bize de tanıdık gelen bir argümandır: Atanmışlar seçilmişin kararlarını kontrol edemez, politika belirleyici olamaz. ( 2012 Eylülündeki anayasa referandumu zamanındaki tartışmaları hatırlayınız.)
    Roosevelt, 'yargıyı yeniden yapılandırma' adıyla bir plan sunar meclislere. (Bu 'yeniden yapılandırma' sözüne bayılırım öteden beri.) Planın özü yüksek mahkeme yargıçlarını kanun gücüyle emekli edip yerlerini kendi atadıkları ile doldurmaktır.
    Burada Roosevelt'in bu sırada sarf ettiği bir sözünü tekrarlamadan geçmeyeceğim: "Amerika Birleşik Devletleri üç atla çekilen bir araba gibidir. Bu ağır yükü (ekonomik kriz kast ediliyor) çekmekte atlardan biri iyi asılmıyor." der başkan yüksek mahkemeden şikayetle. Buna kendince bir çözüm arar.
    Partisinin meclislerdeki çoğunluk gücüne güvenmektedir.
    Ancak, temsilciler meclisi, başkanın teklifini gündemine almayı reddeder.
    Başkan bu kez senatodan zorlamayı seçer. Senatonun adalet komisyonu, teklifi olumsuz görüş raporuyla senatoya indirir. Senato da tartışılır ve 'gereksiz, yararsız ve anayasa esaslarına aykırı' görüşü ile teklif reddedilir.
    Bu öykünün özü şudur:
     1. Yüksek yargı, yorum yoluyla (hukukçular içtihat diyor) yasaların anayasaya uygunluğunu tartabilir. Yürütme organının hedefleri onu ilgilendirmez.
     2. Sınırsız güç sakıncalıdır. Küçük zorlamalar sonuç verirken her defasında yeni zorlama alanlarına kapı açar. Güç sürekli alan genişletir. Bunun için derler ki 'Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır.' Bunun için demokrasiler denge-firen mekanizmaları geliştirmiştir ve faydaları yaşayarak görülmüştür.
     3. ABD meclisleri başkandan bağımsız çalışabiliyor. Bunun ilkesel yanı da olabilir fakat ben daha ziyade Amerikan parti sistemine ve seçim koşullarına bağlıyorum. Orada partilerin tüzel kişiliği yok ve seçimden seçime fikir platformu gibi çalışıyorlar. Bu nedenle, başkanlar hiç bir zaman parti başkanı olmuyor. Ayrıca, eyaletler kendi seçecekleri temsilcileri eyalet dışı etkiler olmaksızın seçiyorlar. Hatta bu hususta kıskançlardır bile denebilir.
    Bizde ise siyasal partiler ve seçim yasalarımız nedeniyle  parti başkanı kendi grubunu sıkı kontrol edebiliyor ve önerilen sisteme göre, başkan bir de parti başkanı olunca, yürütme ve yasama erkleri birleşebilir ve denge bozulur. Meclis çoğunluğu başka bir partide olunca da sanırım fren sistemi kazıklar.
    Özün özü: ABD başkanlık sistemi erkler ayrılığı esasına uygun çalışan anayasal organlar sayesinde ve sapmaları denge - fren sistemi sayesinde sürekli düzelterek çalışabiliyor.
    Denge-fren sisteminin bizim anayasamızda da bulunmasını biz de ısrarla aramalıyız.

25 Ocak 2017 Çarşamba

İktidar ve Adalet -1

 
Giriş
     Malumunuzdur, bu günlerde anayasa değişikliği gündeme oturdu.
Referandumun yasalaşması aşamasında konu meclisin elinde olduğu için ve gelişmeleri görebilmek için bu konuda hiç yazmadım. Şimdi konu halk oylaması haline geldiğine göre, hem kendim için hem de ulaşabildiğim arkadaşlarım için, önümüze konan sorunu kendimce irdelemek istedim. Bu yazının çıkış noktası da bu durumdur.
    Bunu yaparken, medya yıldızlarının(!) sık sık ABD başkanlık sisteminden söz etmeleri üzerine, farklılıklardan bahsedilince hemen Türk tipine dönüverilmesine rağmen, ABD başkanlık sistemini inceleme gereksinimi duydum.
    Uzun uzun ABD tarihi anlatacak değilim. Gördüğüm, bulduğum ve bildiğim şeyler özetle şunlar:
     * Yarı demokratik yarı despotik yönetilen, İngiltere'ye bağlı 13 devlet bağımsız olmak ister fakat İngilter'den de korkmaktadır. Sonunda birleşik (federal) devlet olmak üzere anlaşırlar. (Sonradan bu sayı 52 ye yükselir.)
     * Uzlaşmalarına göre: Her devlet iç işlerinde bağımsız olacak. Savunma ve dış ilişkiler federal (tepeden) yürütülecek. Herkesin kendi anayasası ve diğer yasaları olacak (halen de öyledir), federal anayasa ve diğer yasalar ulus devletlerin yasalarının üzerinde olacak. İronik bir örnek vermek gerekirse, birkaç eyalette (onlar ulus devlet diyorlar) halen ırk ayırımını destekleyen anayasal maddeler vardır fakat federal anayasa bunu engellediği için uygulamazlar. Ancak, o maddeleri inadına anayasalarında korumaktadırlar.
     * Bildiğim Antep yediğim pekmez misali, onlar da federal yönetim sistemi için İngiliz meşruti krallık sistemini örnek alırlar. Oradaki lordlar kamarası ve avam kamarası karşılığı, senato ve temsilciler meclisi kurarlar. Bir farkla, kral seçmek yerine, seçimle dört yılda bir değişen seçilmiş kral yolunu bulmuşlar ve adına da başkan demişler.
     * Benim görebildiğim, bu bizim anayasa değişikliğinde, bizim cumhurbaşkanımıza vermemiz beklenen yetkiler onların 'seçilmiş krallarının' yetkisinden fazla. Bunun karşılığında, 'seçilmiş kral' kadar sorumluluk taşımıyor. Örneğin, senato veya meclisi feshedemiyor ABD başkanı. Önemli pozisyonlara yaptığı atamalarda, örneğin bakanların, yüksek yargıçların ve büyükelçilerin atamasında senatonun mutabakatını aramak zorunda. Kimi pozisyonlara yapılmış atanmışı uzaklaştıramıyor. (Onlarda vali ve kaymakam gibi pozisyonlara atama yok çünkü onlar seçimle gelen kişiler. )
    Biz ise özgürce atamalar yapmasına ve işten atmasına izin veriyoruz.
    Yargı muafiyeti her iki tarafta var kavram olarak. Senato ve temsilciler meclisinin ayrı ayrı üçte ikisinden fazlası başkan indirilebiliyor. Bizim önerilen sistemimizde beşte üç çoğunlukla yüce divan yargısına gidebiliyor.
    Takip edecek bölümlerde size üç başkanın yargıyla yaşadıklarını anlatacağım. Bunu kuvvetler ayrılığı ve denge mekanizmasının önemi nedeniyle ele aldım. İlginizi çekeceğini düşünüyorum. Bunlardan birincisi, başkan Roosewelt'in yüksek mahkeme yargıçlarını sepetleme çabasını, ikincisi, başkan Nixon'un Water gate skandalı sırasındaki çabalarını ve üçüncüsü de başkan Clinton'un Monica Lewinsky davasında düştüğü durumları anlatacaktır.