MAKİNE DELİSİ
Benim adım Bekir. Deli Bekir derler bana. Neden mi? Ben makine delisiyim de ondan.
İş delisi olan var, mal delisi olan var, para delisi olan var. Bunların hiç birisinin adının önüne deli sıfatı konmaz. Benim gibi makinelere düşkün olunca birisi, etiket hazır: Deli Bekir. Umurumdaydı sanki.
Çivril'in mahallesi sayılabilecek kadar merkeze yakın olan bir köyde yaşadığımdan, bulabildiğim her fırsatta tamirciler sokağına koşarım. Tamirci esnafı beni tanıyıncaya kadar az çırak dayağı yemedim. Bir şey aşıracağım korkusuyla çırakları fitlerler, tam ben bir mekanizmaya veya bir yönteme dalmışken, irice bir çırağın yumruğunu bulurdum burnumda. Neyse ki şimdi alıştılar. Hatta bedava çırak gibi gördüklerinden itibar bile görürüm. Şunu da bilirler: İlgimi canlı tutacak yeni bir şey bulamazsam tez elden sıvışırım. Ve sadece bu nedenle, kimse beni sürekli eleman olarak almaz. Babamın 'bir baltaya sap olmayacak bu.' şikayetinin de nedeni budur.
Bir de buharlı lokomotifi severim. Zaman zaman giderim istasyona sırf duman kokusunu içime çekeyim diye. Lokomotifi eni konu öğrendim. En çok da ilk hareket anını severim. Parçaların gözle izlenebilir yavaşlıkta olduğu andır o an.
Bir yaz günü, öğleden sonra fakat hala sıcak bir zamanda, bir fırsatım oldu ve tamirciler sokağına niyetlendim. Daha köyden çıkar çıkmaz garip bir şey çarptı gözüme. Hava sıcak olduğundan, serap etkisiyle, görüntü net değildi fakat kırmızı bir gövde üzerinden kollar inip kalkıyor ve önünde yürüyen bir kara bir gövdeye ulaşmaya çalışıyor da ulaşamıyor gibi, biri inerken diğer kol kalkıyordu. Öndeki karaltıyı ata benzettim ancak bacaklarını göremiyordum. Havada süzülür gibi ilerliyordu.
Yaklaştıkça anlaşıldı. Arkadaki sarı kollu kırmızı dev bir makineydi ve atlar tarafından çekiliyordu. Daha önce görmediğim bir makineydi bu. Ekini biçiyor ve düzgün desteler halinde yere bırakıyordu. Biçer-desteler orak makinesiymiş adı. Ancak herkes kısaca orak makinesi diyordu. Üç dört gün çalıştılar bizim köyde. Her gün oradaydım ben de.
İki hacı (Hacı Ahmet ve Hacı Emin) beni hoş tuttular. Delisi olmasalar da onlar da seviyordu bu makineyi. Büyük hacı her daim ciddiydi fakat gülüşü güzeldi. Küçük hacıysa (ona Emin Abi diyordum) hepten kafadar ve şakacıydı.
O güçlü atların niye bu kadar zorlandığını onlardan öğrendim. Atların her adımı, makinenin de bir adım ilerlemesi olduğu kadar, şerit bıçağın ileri veya geri bir tık atlaması ve tırmıklı kanatların birkaç derece dönmesi demekti aynı zamanda. Atlar makineyi çekerken arazi yüzeyinde yuvarlanan tırnaklı tekerler çeviriyordu bütün makineyi. Onun için çabuk yoruluyordu atlar. Onun için sık sık değiştiriliyordu kan ter içindeki atlar. Atlarla birlikte sürücü de değişiyordu.
Yağız atlar büyük hacının, doru atlar küçük hacınındı. Ben yağız atlara bayılıyordum.
Makineyi kullandırdılar bile bana, bir su döküm zamanı kadar kısa olsa bile.
Bir perşembe günüydü. Çivril'in pazar günü o gün. Bir pazarcı arabası yakalarım umuduyla o gün biraz erken ayrıldım hacılardan. Sabah beni getirenler çıktı bahtıma.
Adı lazım değil, şaklabanın biri, o sırada dinlenen yağız atları göstererek, "Atlara da maşallah, sahibine de." dedi. Onlar sabahtan beri boşta ve Hacamat dayı da o zamandan beri uyuyor zannediyordu. "Adamın uykusuna da..." diye ilave etti. Hep beraber gülüştüler.
Oysa ötekiler, ben ayrılırken at değiştiriyorlardı. Yağız atların teri bile kurumamıştır daha. Dikkatli bakan görür, aklı olan anlar.
İşte dünya halleri böyle. Ben deliyim, onlar akıllı!
Çivril'in mahallesi sayılabilecek kadar merkeze yakın olan bir köyde yaşadığımdan, bulabildiğim her fırsatta tamirciler sokağına koşarım. Tamirci esnafı beni tanıyıncaya kadar az çırak dayağı yemedim. Bir şey aşıracağım korkusuyla çırakları fitlerler, tam ben bir mekanizmaya veya bir yönteme dalmışken, irice bir çırağın yumruğunu bulurdum burnumda. Neyse ki şimdi alıştılar. Hatta bedava çırak gibi gördüklerinden itibar bile görürüm. Şunu da bilirler: İlgimi canlı tutacak yeni bir şey bulamazsam tez elden sıvışırım. Ve sadece bu nedenle, kimse beni sürekli eleman olarak almaz. Babamın 'bir baltaya sap olmayacak bu.' şikayetinin de nedeni budur.
Bir de buharlı lokomotifi severim. Zaman zaman giderim istasyona sırf duman kokusunu içime çekeyim diye. Lokomotifi eni konu öğrendim. En çok da ilk hareket anını severim. Parçaların gözle izlenebilir yavaşlıkta olduğu andır o an.
Bir yaz günü, öğleden sonra fakat hala sıcak bir zamanda, bir fırsatım oldu ve tamirciler sokağına niyetlendim. Daha köyden çıkar çıkmaz garip bir şey çarptı gözüme. Hava sıcak olduğundan, serap etkisiyle, görüntü net değildi fakat kırmızı bir gövde üzerinden kollar inip kalkıyor ve önünde yürüyen bir kara bir gövdeye ulaşmaya çalışıyor da ulaşamıyor gibi, biri inerken diğer kol kalkıyordu. Öndeki karaltıyı ata benzettim ancak bacaklarını göremiyordum. Havada süzülür gibi ilerliyordu.
Yaklaştıkça anlaşıldı. Arkadaki sarı kollu kırmızı dev bir makineydi ve atlar tarafından çekiliyordu. Daha önce görmediğim bir makineydi bu. Ekini biçiyor ve düzgün desteler halinde yere bırakıyordu. Biçer-desteler orak makinesiymiş adı. Ancak herkes kısaca orak makinesi diyordu. Üç dört gün çalıştılar bizim köyde. Her gün oradaydım ben de.
İki hacı (Hacı Ahmet ve Hacı Emin) beni hoş tuttular. Delisi olmasalar da onlar da seviyordu bu makineyi. Büyük hacı her daim ciddiydi fakat gülüşü güzeldi. Küçük hacıysa (ona Emin Abi diyordum) hepten kafadar ve şakacıydı.
O güçlü atların niye bu kadar zorlandığını onlardan öğrendim. Atların her adımı, makinenin de bir adım ilerlemesi olduğu kadar, şerit bıçağın ileri veya geri bir tık atlaması ve tırmıklı kanatların birkaç derece dönmesi demekti aynı zamanda. Atlar makineyi çekerken arazi yüzeyinde yuvarlanan tırnaklı tekerler çeviriyordu bütün makineyi. Onun için çabuk yoruluyordu atlar. Onun için sık sık değiştiriliyordu kan ter içindeki atlar. Atlarla birlikte sürücü de değişiyordu.
Yağız atlar büyük hacının, doru atlar küçük hacınındı. Ben yağız atlara bayılıyordum.
Makineyi kullandırdılar bile bana, bir su döküm zamanı kadar kısa olsa bile.
Bir perşembe günüydü. Çivril'in pazar günü o gün. Bir pazarcı arabası yakalarım umuduyla o gün biraz erken ayrıldım hacılardan. Sabah beni getirenler çıktı bahtıma.
Adı lazım değil, şaklabanın biri, o sırada dinlenen yağız atları göstererek, "Atlara da maşallah, sahibine de." dedi. Onlar sabahtan beri boşta ve Hacamat dayı da o zamandan beri uyuyor zannediyordu. "Adamın uykusuna da..." diye ilave etti. Hep beraber gülüştüler.
Oysa ötekiler, ben ayrılırken at değiştiriyorlardı. Yağız atların teri bile kurumamıştır daha. Dikkatli bakan görür, aklı olan anlar.
İşte dünya halleri böyle. Ben deliyim, onlar akıllı!
Sevgili çorbacı, bu kadar anıyı nasıl zulaya attın böyle ? Aslında boşuna soruyorum bu soruyu. Çünkü anılar biz istemesek bile ,beynmiz doğuştan böyle proğramlanmış, biz istesek de ,istemesek de kayda devam ediyor. Öyle olmasaydı,üç yaşında iken bir kardeşin ölümünü bu beyin kaydeder miydi. Annemin amcası 1951 yılında bir cinayete kurban gitti ve ben onun , köyün camisindeki otopsisi yapılırken , bir köpeğin bir parça eti veya kemiği kaparak uzaklaştığına tanık oldum. Meğerse ; merhumun, ben öldükten sonra istersen cesedimi köpeklere atın imiş. Şimdi bu anıları beynime kaydet diye ben mi emir verdim? Çorbacı güzel anlatıyorsun , devam et! Sakın bırakma anlatmayı...
YanıtlaSilSevgili çorbacı, bu kadar anıyı nasıl zulaya attın böyle ? Aslında boşuna soruyorum bu soruyu. Çünkü anılar biz istemesek bile ,beynmiz doğuştan böyle proğramlanmış, biz istesek de ,istemesek de kayda devam ediyor. Öyle olmasaydı,üç yaşında iken bir kardeşin ölümünü bu beyin kaydeder miydi. Annemin amcası 1951 yılında bir cinayete kurban gitti ve ben onun , köyün camisindeki otopsisi yapılırken , bir köpeğin bir parça eti veya kemiği kaparak uzaklaştığına tanık oldum. Meğerse ; merhumun, ben öldükten sonra istersen cesedimi köpeklere atın imiş. Şimdi bu anıları beynime kaydet diye ben mi emir verdim? Çorbacı güzel anlatıyorsun , devam et! Sakın bırakma anlatmayı...
YanıtlaSil