19 Kasım 2017 Pazar

Ölçmeden Bilemezsin

 
 
Kardan Adam - Heykel
 
      Güzel kar yağmıştı. Okul da tatildeydi.
      Böyle bir durumda çocuklar ne yapar: Kardan adam. Biz de öyle yaptık. Çayıra kadar gitmeye bile gerek kalmamıştı. Bizim avludaki kar yeter de artardı.
      Bildiğiniz gibi, kar kütlelerini üst üste yığarak, bostan korkuluğu şekilli sıradan bir kardan adam yaptık. Boyu boyumuzu aşacak kadar bir şeydi ortadaki kardan adam. Bulduğumuz ilgisiz bir malzemeden burun yaptık. (Kardan adama havuç harcayamazdık.) Küllükten göz uydurduk.
      Dedim ya! Bostan korkuluğu gibi bir şeydi eserimiz. Anatomik yapısı açısından, okul öncesi çocuğun çizdiği baba resmi gibiydi bir başka açıdan. İlk okulu bitirmeye az kalmış, resim nedir, heykel nedir az çok bilen birisi vardı ve bu acayip şeyi kabullenememişti. O bendim.
 
      "Ben heykel yapacağım." dedim. Kardan heykel.
      "Kar toplayın." dedim çevremdeki yaşıtlarıma ve küçüklerime. Ben eve girdim. Niyetim heykeltıraş aletlerini getirmekti. Mutfak bıçağını, maşayı ve çamaşır tokacını alıp geldim.
      Tayfa yeterli miktarda kar toplamıştı başlamak içim. Kar topaklarını üst üste yığarak ve belli aralıklarla, çamaşır tokacıyla vurarak yığını sıkıştırdım; kabaca şekil de verdim yığına. Sıkı olmazsa düzgün tıraşlanamayacağını hissettim her nasılsa. Belki de önceki basit denemelerimde oluşmuştu bu fikir. Bir metre kadar yükseklikte silindiriğe yakın bir kar kütlesi vardı şimdi önümde.
      İnsanın yaşamında sayısız ilkler vardır. Yapmadan bilemezsiniz yeterliliğinizi veya yetersizliğinizi. Sorunlarla ve güçlüklerle boy ölçüşmek gerekir bunun için. Ölçmeden bilemezsin. Ne mutlu bana ki kendimi sınadığım pek çok 'ilk' sırasında, karşıma 'olmaz' diye dikilen büyüklerim olmadı. Şunu şöyle yap diyen de pek yoktu ancak yapma diyen de olmadı. Yeter ki sonunda bir tehlike görmesinler.
 
      Heykel tıraşlamak da denenebilirdi.
      Maşayı kaba tıraşlamada, bıçağı da son tıraşlama ve düzeltmede kullandım.
      Kömür parçaları getirdiler arkadaşlar. Göz yapayım diye. Ben onları ceket düğmesi yerine kullandım. Ceket yakasına gül takmak istedim ; olmadı. Malzeme gül yapmaya uygun değildi, o mevsimde de gerçek gül bulunmazdı.
      Göz yerine de at koşumlarından kestiğim iki mavi boncuğu kullandım. Kendi gözlerimden mi Atatürk'ün gözlerinden mi esinlendim bilmiyorum. Öyle istedim.
      Son düzeltmeleri de yaptığımda eserimle mutluydum. Bu sert havada birkaç saat ayakta kalabilirdi. Sonuçtan heyecanlanan sadece ben değildim. Kardeşim koşup çağırmış anamı ve ablamı. Anam "Çok güzel olmuş." dedi. "Essah gibi." Ablam bana takıldı her zamanki gibi: "Kendine benzetmişsin." dedi.
       Bundan cesaret alan ben. Eserimi köy odasının önüne taşımaya karar verdim.  Hem herkese açık, daha önemlisi aile büyüklerine açık bir sergileme olacaktı böylece. Üçe kesip taşıdık. Malzemeyi kaynatmak kolaydı nasıl olsa.
      Heykelimi pencereden gören birisinin etkisiyle, önce bir kaç ayrı baş görünüp kayboldu pencereden. Sonra dışarıya çıkıp baktılar. Bakışlar ve sözler olumluydu. Sonra, yabancı bir sakal göründü kapıda. Kısa bir an durakladı. Sonra, dedeme dönerek, "Torununun terbiyesini ver." dedi. "Bilmez misin? Heykel caiz değildir."
      Dedem usulünce içeri davet etti sakalın altındaki kola girerek. Bana da, arkasına dönmeden, boştaki eliyle işaret etti. İşaretin yık anlamına mı yoksa taşı demeye mi geldiğini anlayamadım. Anlamama da gerek kalmadı. Ham sofunun birisi bir tekmede devirdi heykelimi.
      Bir günahtan kurtuldum diye sevindim mi yoksa eserimin yıkılışına üzüldüm mü bilmiyorum.
      Ama, gözlerim niye yaşarmıştı dağılan karın arasından mavi boncukları alırken?

18 Kasım 2017 Cumartesi

Aklıma Geldi - 15

 
 
İKİ YANARDAĞ, İKİ DEVİR
 
      Belgesel izlemeye bayılırım.
      Birkaç gün önce, İzlanda denen ülkede bulunan, halen aktif durumda olan iki yanardağdan söz ediliyordu. "Bu iki kız kardeş" deniyordu, " sıralarını atlamadan, uzun zaman aralıklarında harekete geçerler."
      Bu iki kız kardeşin öyküsünden aklıma geldi:
      Küçük kız kardeşte hareket gözleniyormuş. Bu bulguyu, yerdeki gözlem istasyonları yanında, uydulardaki sensörler de destekliyormuş. Bulgulara göre, yanardağ patladığında, uzaktan da olsa canlı yayında bütün dünya izleyecek gibi görünüyor. Öyle ya! Termal ve sismik kayıtlar internet kanalıyla halen izlenebilmekte. Her şey patlamanın canlı yayınlanması için hazır gibi.
      Bu iki kız kardeşten büyüğü, bundan 250 yıl kadar önce püskürdüğünde, Osmanlı ülkesinde, ya da Acem diyarında, bırakalım İzlanda ülkesinde yanardağ patladığını, İzlanda diye bir ülkenin varlığı biliniyor muydu acaba?
      Bu yanardağ patladıktan sonra, atmosfere çok miktarda kükürt gazı yükselmiş. O kadar ki kükürt bulutları oluşmuş ve Ak Deniz havzasından Hindistan'a kadar uzayan geniş bir bölge, yıllarca minik de olsa bir buz çağı yaşamış kükürt bulutları altında. Yağmur yağdığında da asit yağdığı dikkate alınırsa, buz çağı ve asit yağmurlarının etkisiyle, etki altındaki ülkelerde kıtlık ve salgın hastalıklar nedeniyle milyonlarca kişi yaşamını yitirmiş. Bulgular da, daha çok jeoloji bilimince sunuluyor ve destekleniyor.
 
      Merak ettiğim ve kendi tarihimizde izini yakalayamadığım şey, bu mini buzul çağının ülkemizde nasıl karşılandığı ve değerlendirildiğidir. O yıllardan birinde, boğazın donduğu ve yürüyerek karşıya geçilebildiği anlatılıyordu bir romanda. Buna bağlı sıkıntılar olmuştur fakat 'güneş duasına' çıkılıp kurbanlar kesilmiş midir? Din uleması, Allah'ın neye kızdığını vaazlarında belirtmiş midir? Affa mazhar olabilmek için ne önerilmiştir? Bulamadım.
      Bu dönemin sıkıntısından hangi toplum kesimlerinin ne kadar nasiplendiğini bulamadım. Hangi çıkarcı odundan köşeyi dönmüştür? Ne kadar orman yakacak uğruna yok olmuştur? Kaç kişi orman zaptiyesinin sopasından geçmiştir?
      Merak işte! Neye yarar sizce?

6 Kasım 2017 Pazartesi

Benim Çemberim (ve Feleğin Çemberi) - 2

 
 
 
       En iyi çember benim çemberimdi.
      Çemberle benden hızlısı yoktu. Hızda da mesafede de kimse bana yaklaşamazdı.
      Öyle bir heves, öyle bir coşku ki iki elimi de bağlayan türde bir görev olmadıkça her yere çember çevirerek gidiyordum. Ben çevirdikçe çevirirken Felek de kendi çemberini çevirmekteymiş.
 

Feleğin Çemberi
 
      İyi ürün tarlaya saçılan iyi tohuma çok bağlıydı. En dolgun ve iri başağı olan ve içinde çavdar veya arpa tanesi karışmamış tarlanın buğdayından tohumluk ayrılırdı. Hatta, tohumluk olmaya aday araziye, başak çıkarma aşamasında, çoğunlukla ailenin yaşlıları girer ve buğdaydan daha yüksek olduğu için kolayca seçilebilen çavdar başaklarını kırarlardı. Tohumluğa arı ve dolgun buğday hazırlamaktı bütün çabalar.
      Bir de, tarlaya atılan tohumun kayıpsız filizlenebilmesi vardı önemle dikkat edilen. Farelerin, kuşların veya böceklerin saçılan tohumu toplamaması için, tohumluk buğday saçılacağı gün öncesinde gök taşı (bakır sülfat) eriyiği ile ıslatılırdı.
      Yılların birinde, tohumluğun önemini bilen bir devlet kurumu, bir makine getirdi köye. Makinenin bir tarafından dökülen tohumluk buğday elenmiş ve ilaçlanmış olarak, makinenin diğer tarafından çuvala dolduruluyordu. Yeni bir şeydi bu ve kadın erkek, çoluk çocuk herkesin ilgisini çekmişti.
      Bu işlem sırasında kullanılan ilaç, kartondan fıçılarda geliyordu. Bu fıçılardan iki tanesinin boşunu, nasıl olduysa, iki elti ele geçirmişlerdi. Birisi tavuk yemi koyacağını söylerken, diğeri de bu fıçıya uğralık (ince elenmiş) un koymayı planlamaktaydı.
      Un fıçısı yapmayı planlayanın planını, çember sevdasına kapılan büyük oğlu bozdu. Kızdı ancak, çocuğundan önemli değildi ya! Ders olsun diye kaş çatmakla geçiştirdi.
      Büyük elti ise aynı cins diğer fıçıyı söylediği gibi kullandı. Niteliği düşük tahıldan tavuk yemi diye ayrılanı içine koydu ve kümese yakın bir yere yerleştirdi. Bir zaman sonra, yem fıçının dibine doğru indiği sıralarda, tavuklar ölmeye başladı. Öce anlayamadıysa da sorup soruşturduğunda, fıçının dibine dökülen ilacın tavuk ölümüne neden olduğunu anladı. Anlar anlamaz da eltisine koştu.
      Telaşlandırmamak için önce havadan sudan söz edip fıçılara getirir sözü. "Ne yaptın? Uğralık unu eledin mi?" der. "Benim de ince eleğe ihtiyacım doğdu da. Bizimkisi kenarından yırtılmış."
      "Eledim abla." der küçük elti. "Eledim de bez çuvala bastım bile. Eleği hemen getireyim mi?"
     "Dur hele!" der büyük elti. "Kartondan fıçıyı ne yaptın da bez çuvala bastın unu?"
      "Bak orada abla." der küçük elti. "Kara oğlan arkada, sarı oğlan önde. Onların önünde de benim fıçının bir kısmı yuvarlanıyor." Derken, anlatır karton fıçının başına geleni. "Kalanı da bizimkinin alet avadanlığına kutu oldu." der.
      Sadece "İyi etmiş." der büyük elti, çember çeviren çocuklara uzun uzun bakarak.
      Küçük elti bu sözü kinaye zanneder. Sadece gülümser. "Eh işte. Çocukluk." diye geçiştirir.

5 Kasım 2017 Pazar

Benim Çemberim ve Feleğin Çemberi - 1

 
Çember Çeviren Çocuk
 
      Bulabildiği her fırsatta, avlu kapısından çıkar çıkmaz çemberini yuvarlayan çocuk, çember peşinde koşarak köylünün harman yeri olarak kullandığı çayırı hedefliyordu. Köy içi yollar, kışın çamur yazın da toz yüzünden çember çevirmeye uygun olmuyordu. Aslolan çemberi devrilmeden en uzağa kadar ve en uzun zaman yuvarlayabilmekti. Çamur veya toz buna engeldi. Arazinin düzlüğü ve çimenin koyunlar tarafından düzenli olarak tıraş edilmesi, harman yerini en uygun çember çevirme alanı yapıyordu.
      Bu girişi tekrar okurken, kimi okurların "Çember çevirmek de ne ki?" dediğini hissettim... Tamam efendim, tamam. Şimdi açıklayacağım: Haklısınız. Anlattığımda anlayacaksınız. Çember çevirmek için düz ve düzgün alan gerekli. Ayrıca bu alan, çember peşinde koşan çocuk için güvenlikli olmalı. Park olur, çayırlık alan olur vb. ... Özellikle şehirlerdeki, bu olanaktan yoksun nesiller, çember çevirmenin ne olduğunu bilse bile, bunu doyasıya yaşayamamıştır.
      Eni dar bir yuvarlak nesneyi, (halkayı veya kasnağı) amaca uygun şekilde ucu kıvrılmış bir metal çubuk ile iterek ve yönlendirerek ilerletmektir çember çevirmek.
      Zaten anlamışsınızdır. Çember pesinde saatlerce yorulmadan koşan bu çocuk, bu satırların yazarının atmış yıl önceki halidir.
,
 
      Köyde sadece iki üç çocuk çember çevirme olanağına sahipti. Kimisi ailesinin eskiyen at arabasının tekerleğinden almıştı, kimisi yolda gevşeyip düşen çemberi saklamıştı. Günahı anlatanın boynuna, birisi de bir komşularının arabasından sökmüştü; çalmıştı daha Türkçesi.
      At arabalarının tekerlekleri esasen ahşap yapı elemanlarından kurulurdu. En dışına, boyutu ayarlı bir demir çember kızdırılarak (genleşme kuralından yararlanarak) geçirilir, demir soğuyunca ahşap elemanları sımsıkı kavrardı. Aynı yaklaşımla, tekerleğin dingil göbeğini oluşturan ahşap yapı da içten ve dıştan demir çemberlerle güvenceye alınırdı. Göbeği ve dıştaki yapıyı ahşap parmaklıklar birbirine bağlardı.
      Tekerleğin dışına takılan demir çember büyük olduğundan, 'çember çevirme' dediğim bu çocuk oyunu için uygun değildi. Göbek çemberleri ise, eh işte, uygun sayılırdı. Çocukların çevirmekte oldukları da bunlardı işte.
      Çemberi olan çocuklardan birisi, çemberini çevirmeme izin verdi. Başlangıcı hiç kolay değildi: Çemberin neresinden ve hangi şiddetle itileceği ancak deneyerek öğreniliyordu. Gene de hoş bir etkinlikti doğrusu. Keşke benimde bir çemberim olsa diye iç geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Hatta daha sık izin koparabilmek için o arkadaşa daha çok yanaştım. Fakat, daha iki tur atmadan sona eren ve gittikçe bedeli artan izinler doyurucu olmuyordu. Hatır gönül aşaması geçmiş, bir tur bir delikli para denmeye başlamıştı.
      Benim de bir çemberim olmalıydı. Ama nasıl!
      Bir gün, sayvanlığın bir kenarında duran bir karton fıçı ilişti gözüme. Kraft kağıdının üst üste dolanmasıyla oluşturulan bu silindirik yapının iki ucu metal çember sıvanarak sağlamlaştırılmıştı. Bu çember niçin bana yaramasın ki? Bilinenden daha çaplı idi fakat çember çemberdir. Bu çemberi kesip çıkarmalıydım. Mutfak bıçağı ve evsel makas yeterli olmadı. Testere ve teneke makası kullanarak kesmeyi başardım. Çemberden taşan karton çıkıntılarını da katmanları ayırıp makasla keserek ve bıçağın ağzıyla törpüleyerek düzelttim. Bu amaçla çemberi elden geçirirken fark ettim ki benim çember daha çaplı olmasına rağmen bilinen çemberden oldukça hafifti. (Alüminyum denen metali henüz tanımıyordum)
      Bir de, çemberi yönetmek için itme teli gerekiyordu. Dibi delindiği için anamın sadece ocağın külünü atmaya ayırdığı kovanın sapı ne güne duruyordu. Sapı söktüm ve istenen şekle soktum.
      Çemberimi avluda koşturdum önce. Başarmıştım. Üstelik çemberin çapı boyuma uygundu ve hafifti. Sürmesi yormuyordu insanı. (Ötekilerin çemberi ağırdı ve idare ederken iki büklüm eğilmek gerekiyordu. Çok yorucuydu ve rahat koşulamıyordu.)
      En popüler çember benimkiydi ve en hızlı çemberci bendim artık.
      O fıçıya elenmiş (uğralık) un koyma tasarısı olduğu için anamdan serzeniş geldi gelmesine de bir şekilde atlattım o anı. Belki benim mutluluğumu görünce daha fazla üstelemedi anam. Yalnız, kovanın sapı için ablamdan hatırı sayılır bir çimdik yedim. Kül atmak onun göreviydi ve özellikle kül kızgın olduğunda, sapsız kova ile kül taşımak zor oluyordu.
      Ben o çimdiğe çoktan razıydım.