27 Eylül 2016 Salı

DİKENLİ BİR SAVUNMA SANAYİİ HİKAYESİ-7

 
HOLLANDA
ÜLKENİN EN YÜKSEK YERİ, BİZİM KÖYÜN EYREK TEPESİ.
  
   NATO'ya giriş sonrası, ABD ile ve ABD'de başlamış yurt dışı eğitim ve kurslar. ABD askeri yardım paketine, kurs veya eğitime gideceklere bir takım imkanlar da konunca, Türkiye maliyesi, yarı harcırah kuralını koymuş ve işletmiş. 'Kural kara kaplısına' da bu kural, ülke belirtmeden ve '... subay ve astsubayların harcırahları...' diye geçince, ABD askeri yardımı ile ilgisi olmayan bir ülkeye, mesela Hollanda'ya gidecek subay ve astsubayların harcırahları da yarım hesaplanıyordu. Aynı göreve giden sivil personelin harcırahı ise tam. (Diken-1)
   Yarım harcırah, Rotterdam'da rezerve edilen oteli bile karşılamıyordu. Birisinin bir zaman yazdığı yönergeyi, ne kadar anlatırsanız anlatın, hemen değiştirmek zor. (Üç yıl sonra gittiğim bir görev sırasında da aynen duruyordu. Arada, ABD askeri ambargosu gelip geçmesine rağmen!..) Her ne kadar yüz kızartıcı da olsa durum, proje yöneticilerince, karşı şirkete anlatılmış olmalı ki otel ücretlerimizi karşılamayı şirket üstlendi. (ABD tarafınınkine benzetildi. Dikenin iğnesi kısaldı.)   
   Deneyimsizliğime rağmen -bu ilk seferimdi.- ucuzcu şirketin bizi ağırladığı otel aklıma gelince ruhum sıkılır, aşağılanmış hissederim.
   Kısacası, kısıtlı şartlara rağmen, yurt dışı görme hevesiyle uçtuk Hollanda'ya.
   Domatesi meyve yerine tüketenlerin, öte yanda, sera tarımıyla ve açık arazi hayvancılığıyla gıda ihraç edenlerin, öğle yemeğini evden getirilen peynirli sandviç ve evde şişelenmiş sütle geçiştirenlerin ülkesine.... Çalışkan ve tutumlu insanlar diyarına... Yarısı deniz seviyesinin altında olan fakat her daim yeşil ve çamursuz tutulabilen bir ülkeye...  Yel değirmenleri esasen su pompalamak içinmiş.
   Ülkenin en yüksek noktasının yükseltisi, bizim köyün eyrek tepesinden bile aşağıda. Dalgakıran yapmak için kaya ithal etmişler.
  
   İki haftası Rotterdam'da şirket bünyesinde, dört haftası da Belçika sınırına yakın bir askeri üste olmak üzere altı hafta geçirecektik bu ülkede.
   Yaban illerde gereksiz harcama yapmamak için götürdüğümüz lostra malzemelerini kullanmadan döndük; ayakkabılarımızın sadece tozunu sildik.
   Çok hoş insanlarla da tanıştık, yabancı düşmanı burnu havada tiplerle de.
   Cennet(!) Konya ovamıza 'konya çölü' deme cüretini gösteren TIR şoförüne haddini bildirdik, deve de gördün mü diye alaya aldık inceden. Ülkemizin diğer cennetlerini de tanıtmaya çalıştık her fırsatta. Savunamadığımız hallerde mazeretler ürettik.
   Margarin üstü (onlara göre tereyağı) granüle şeker ve benzeri şeylerden ibaret öğle yemeğinin üstüne, subayların birer duble bir şeyler almaları ve barmenliğini de subayların sırayla yapması, bizde kültür şoku etkisi yarattı.
   Şirket tesislerinde geçen günlerimizde, sorumlu olduğumuz tezgahların işleyiş ve kontrol özellikleri anlatıldı. Daha sonra kabul testlerine gözlemci olduk. Esas yetki, NATO kalite güvence programı dahilinde Hollanda'nın bir resmi kurumuna verilmişti. Ara kontrollara yetkili göndermenin maliyetini kurtarmıştı zahir bizden bir kahraman. (Küçük diken)
   Dört hafta boyunca da eşdeğer tezgahlarda test yöntemlerini öğrendik. Bu konu için teknisyen götürmüştük ancak biz de hem tercümanlık yaptık hem de ileride sorumlusu olacağımız operasyonlar hakkında bol bol not tuttuk.
   Altı haftada elbette önemli şeyler öğrendik. Bunların teorik kapsamda bir kısmını, bir hafta yoğun literatür taramasıyla da elde ederdik fakat deneyim ve görgüyü yerinden almak süreci hızlandırdı.
   Hatta, görevimizle ilgisi olmasa da, ilk gençliğimizde zihnimize yerleşen 'entegre tesisler' kavramı, bu ziyaretle zemin kaybetmeye başladı. Öyle ya, satın aldığımız tezgahların ana elemanları onlarca ülkeden toplamaydı. Bize satılan esasen işin mühendislik ve entegrasyon kısmıydı.
   Aynı bağlamda, uçağa bile bakış açım değişti. İşte deneyim ve görgü buydu.
  

10 Eylül 2016 Cumartesi

SAVRANNAME

 
SERBANŞAH (SAVRAN) SÖYLENCESİ
 
     ÖNSÖZ: Adı sonradan Savran'a değiştirilen Serbanşah köyünün kuruluş söylencesini değişik   ağızlardan, değişik yaşlarda dinledim. İlginçtir ki köyün halk arasındaki yaygın adı ne odur ne de öteki; Savranşa diye bilinir. Biraz sonra değineceğim Ak Dağın arkasında, biraz uzakta da olsa, Afyon Karahisar iline bağlı, Savran adıyla da Serban adıyla da bilinen bir yerleşim birimi var. Bunu da dikkate alarak, söylencenin tarihi geçmişini aradım fakat kanıtlı bir ip ucu bulamadım. Kelimelerin kökü de ikna edici olmadı. Benzer adlı kavimler de sağlam bir zemine ulaştırmadı.
   Bu nedenle, söylenceyi duyduklarımdan bende kalana göre anlatacağım.
   Her türlü düzeltme ve katkıya açıktır.
 
 
   Çivril ovası ortalama rakımı 850 metre olan, çevre dağların arasında, kuş bakışı şekli bir çizmeye benzeyen büyükçe bir düzlüktür. Çizmenin tabanı kuzeye bakar ve Ak Dağ zinciri tarafından kapatılır. Dağın arkası ise 50-100 metre kadar daha yüksek olan Sincan ovasıdır. Çizmenin burnu Dinar'a dayanır. Çizmenin topuğuna yakın bir noktada Çivril kasabası, koncun ön ucunda Baklan kasabası, koncun arka ucundaysa Çal oturur. Adı geçen dört ilçeye bağlı yüze yakın köy (şimdiki adıyla mahalle) serpilmiş durumdadır bu ova üzerine.
   Dinar'dan ve Ak Dağ'dan (altından ve üstünden) doğan Menderes, Işıklı gölünü şişirdikten sonra, çizmenin bileğinden başlayarak koncu çapraz kesip derin vadilerden Çal bölgesine akar. Çizmenin topuğundan giren Küfü Çayı, Sincan ovasından süzülen suyu taşıyarak koncun ortalarında Menderese karışır. (Küfü, yatağı değiştirilerek Işıklı Gölüne akıtılıyor halen)
   Su kaynakları söylence için önemli olduğundan, ayrıntısıyla anlatmaya çalıştım.
   Tarih öncesi dönemlerde, Işıklı Gölünün çok daha geniş olduğu biliniyor. Menderes yatağını geliştirirken, milyonlarca yıl boyunca tabanda biriken taşıntı, Menderes yatağının derinleşmesiyle ortaya çıkar ve şimdiki Çivril Ovası oluşur. Küfü Çayının ve Menderes Nehrinin özgürce aktığı zamanlarda, özellikle Menderes ve Ak Dağ arasındaki bölgenin geniş bir kısmı 'su-basar' durumdadır. Toprağın çok az ekildiği o yıllarda, bu sulak  bölge kıymetli bir otlakmış. Büyük İskender'in bölgede mola verdiği anlatılır tarihte. Konar-göçer kavimlerin temel uğraşısı hayvancılık olduğuna göre, meranın kıymeti de tartışılmaz.
      Söylenceye göre Batı yönden gelen Şah'lar ile Doğu taraftan gelen Serban'lar arasında bu otlak arazi paylaşılamıyormuş. Sık sık arbede çıkarmış. Caydırma ve cezalandırma amacıyla insan ve hayvan kıyımı, çok can yakarmış. Her iki boy da kendisini güçlü hisseder ve gerginliği ve kan davasını sürdürürmüş.
   Derken, o bölgeye yerleşip dergah açan bir ak sakallı bilge kişi, barış ortamının hem kendisinin hem de tarafların yararına olacağını düşünür. Her iki tarafla kurduğu sıcak bağlantıyı değerlendirerek, ovada barışı sağlamayı planlar. Böylece oluşan daha büyük güç, bu ovaya olası sızmaları engelleyeceği gibi dergahın cemaatini de genişletecektir.
    Plan, tarihte sıkça oynanan en etkili oyunu oynayarak, düşmanları, onurlarını da koruyarak, akrabalık yoluyla dostlaştırmaktır.
   Taraflarla görüşülerek bir buluşma takvimi ve yeri belirlenir. Olası arbedeler dikkate alınarak dergah buluşma yeri olarak seçilmez.
   O gün geldiğinde, taraflar tüm görünür güçleriyle iki yana sıralanırlar. Belli ki her iki taraf da hala kuşkuludur. Bu tahmin edilebilir bir şeydir ve bunu öngören bilge insan, tarafları biraz da göksel bir baskı altına almak ister: "Hoş geldiniz dostlar!" diyecek ve devam edecektir. " Allah-u Teâlâ hoş bir gelecek ihsan edecektir inşallah. Bana malum olana göre, şimdi devemi süreceğim, nereye ıharsa orası hepimize hayırlı olacaktır inşallah." der ve devesini sürer.
   Aslında devenin nerede mola vereceğini geçmiş gezilerinden bilmektedir. Kavimlerin savrulduğu bu topraklarda, geçmişte mesken tutmuş ve sonra kaybolmuş nice kavimlerin bıraktığı yıkıntıların çöküp dağılmasıyla oluşan bir yükselti, devesinin sevdiği bir yerdir. Havadar olduğu için burada dinlenmeye alışıktır.
   Bilge İnsanın devesi gelir ve şimdiki köyün merkezi sayılabilecek o yükseltinin üstünde bir yere çöker.
   Tarafların beyleri ve ak saçlıları bilge insanın iki yanında sıralanırlar. Arada, bilge kişinin bilgisine ve bileğine güvendiği adamları vardır. Sorun çözmede becerikli olan bilge kişi, geçmiş hesapların dökülmesine fırsat vermeden, beyleri orada dünür yapar.
   Karşılıklı kız alıp vermekle ve Bilge önünde Allah adı zikredilerek verilen sözler sonunda, taraflar akraba ve dost olurlar. 
   Bilge İnsanın planları dahilinde, orada mekan tutarlar. Ortaya çıkan köye de her iki tarafın isimlerinden mürekkep bir isim verilir: Serbanşah.
   Anlatılana göre, bu köy uzun zaman çevre yerleşimlerin yönetildiği yer olmuş, bir yangın sonrası, nasıl olduysa, tüm kayıtlar Işıklı 'ya kaçırıldığı için merkez özelliği sona ermiştir. Hükümet konağı sayılabilecek bir binanın işareti olarak, horasan harcıyla örülmüş bir tuğla duvar kalıntısı, bu satırların yazarının çocukluk anıları arasındadır. Köyün en eski binası olan camide dahi bu malzeme kullanılmamıştır.
      Hatamız varsa affola. Katkı ve düzeltmeler makbule geçer.

7 Eylül 2016 Çarşamba

DİKENLİ BİR SAVUNMA SANAYİİ HİKAYESİ-6

 
MÜHENDİSLİK ARKEOLOJİSİ- Tersine Mühendislik
 
   "Bu gün bir makale okudum. Tüm ihracatımızın ortalama kilogram fiyatı 1,39 ABD doları çıkıyormuş.   'I-phone' fiyatı ve ağırlığı esas alındığında, bir ton malla iki telefon (hangi modelse) alamıyormuşuz.   05.09.2016 "
 
   Bu dizi yazının kronolojisine uymasa da bu haber yazdırdı bana bu yazıyı.
 
   Önce 'tersine mühendislik- reverse engineering' ile ne kastedildiğini anlatmaya çalışacağım. En yalın ifadeyle, üründen bilgi çıkarmaktır. Sık uygulanan yöntem, elde etmek istenen bilgi de dikkate alınarak ürünün tetkiki ve kontrollü bir şekilde söküp aranan bulununcaya kadar parçaları ve süreçleri incelemektir. Parçadan montaja giden bir bilgi peşinde olunacaksa, gene kontrollü bir şekilde montaj da yapılır. Bu dağıtmalar ve toplamaların amacı bilgi derlemek olduğu için, yapılan iş de bir mühendislik etkinliği kabul edilir.
   Bir açıdan arkeoloji gibi, başka bir açıdan da dedektiflik gibidir.
   Dedektiflik yanı daha çok kaza-kırım sonu incelemelerde iş yarar. Örneğin, ana yakıt kontrol, kırımda darbe almış ve sıkışmışsa, sıkışan parçaların konumundan, motorun kırım anındaki çalışma biçimini yakalanabilir. (Ana Yakıt Kontrol için, Bkz. Not-1)
   Bu kez sadece arkeolojiye benzeyen (kazı benzeri) incelemelere değinilecektir.
 
   Bundan otuz yıl kadar önce... Eskişehir Hava İkmal Merkezinde çalışan bir mühendis, üstlendiği konu gereği, J-85 motorunun 'ana yakıt kontrol' ünitesi üzerinde çalışmaktadır. Ünitenin el kitabında listelenen özel takımlar için motor şirketinden fiyat bilgisi alınmıştır. Amaç sipariş açmaktır.
   O sabah, yukarıda tırnak içinde verdiğim haber özetine benzer bir haber okumuştur gazetede. Türkiye'den İran'a koyun ihracıdır haber. (O zamanlar oluyormuş.) Canlı hayvan başı fiyat da belirtilmektedir haberde. O an incelemekte olduğu özel takımın fiyatı elli koyun etmektedir.
   Biraz ulusalcılık damarı kabarır, biraz da merakı. Kazı yapmaya karar verir elindeki kırımdan kurtarılmış bir üniteyi kullanarak.
   Belirtilen özel takım, revizyona giren ünitenin sökümünde kullanılacaktır ve ilgili parça çoğu zaman elle alınabilmektedir. Bir nedenle sıkışmış veya yapışmışsa, işe ancak o zaman yarayan basit bir alettir bu takım. Mühendisin ilk tepkisi, elindeki çay kaşığına bakarak, "Bunun ucunu yarsam, aynı işi yapar." demek olur. Çay kaşığı üç para!
   Kazıyı derinleştirmeyi ve takımları yerel yaptırmayı önerir. Kabul görür ve muhasebe gereği proje açılır.
   Bu çalışma sırasında, hem söküm ve montaj planları yazılır hem de imali mümkün görülen takımların teknik resimleri çizilir. Sadece mastar ve ölçü aleti türü takımlar tedarik edilir, gerisi yerel olarak imal ettirilir. Tedarik halinde, en az iki şirketin komisyonu ve üçüncü şirketin mühendislik ve imalat sürşarjları girecektir fiyata. Adı özel takım olduğu için de kar marjları yüksek olacaktır. Tasarruf büyüktü elbette ancak daha büyük ve kıymetli olan, o mühendis ve çalışma arkadaşlarında gelişen öz güvendir. Bu öz güven ilgili birime çok şeyler katmıştır.
   Tersine mühendislik yöntemi başka projelerde de kullanılmıştır o mühendis ve çalışma arkadaşları tarafından. Örneğin F-4 CSD. ( Bkz. Not-2) ve daha sonrakiler.
   Maliyet etkin olması şartıyla, etkili bir yöntemdir ve benzer durumlarda çalışan, sivil veya asker tüm mühendislerce ve her sektörde, zaman zaman tersine mühendislik yapılmalıdır. 

Not-1: Ana Yakıt Kontrol: Pilot motordan sadece güç ister. Motorla, bir olumsuzluk sinyali gelmedikçe ilgilenmez. Pilotun güç talebi, motorun o anki durumu, irtifa, hava yoğunluğu ve motorla ilgili diğer bilgileri sürekli algılayıp değerlendirerek motora ölçülü yakıt veren ünitedir Ana Yakıt Kontrol. Diğer ünitelere bilgi veya izin de verir.
Not-2: CSD - Constant Speed Driver ( Sabit Devirde Çevirici ): Motor devri değişkendir. Ancak, motordan devir alan alternatör sabit devirle dönmelidir ki üretilen elektrik enerjisinin frekansı uçak sistemlerinin kabul sınırları içinde olsun. Bu düzenlemeyi sağlayan ünite CSD dir. 
 

5 Eylül 2016 Pazartesi

DELİ DELİ TEPELİ

 
MAKİNE DELİSİ
   Benim adım Bekir. Deli Bekir derler bana. Neden mi? Ben makine delisiyim de ondan.
   İş delisi olan var, mal delisi olan var, para delisi olan var. Bunların hiç birisinin adının önüne deli sıfatı konmaz. Benim gibi makinelere düşkün olunca birisi,  etiket hazır: Deli Bekir. Umurumdaydı sanki.
   Çivril'in mahallesi sayılabilecek kadar merkeze yakın olan bir köyde yaşadığımdan, bulabildiğim her fırsatta tamirciler sokağına koşarım. Tamirci esnafı beni tanıyıncaya kadar az çırak dayağı yemedim. Bir şey aşıracağım korkusuyla çırakları fitlerler, tam ben bir mekanizmaya veya bir yönteme dalmışken, irice bir çırağın yumruğunu bulurdum burnumda. Neyse ki şimdi alıştılar. Hatta bedava çırak gibi gördüklerinden itibar bile görürüm. Şunu da bilirler: İlgimi canlı tutacak yeni bir şey bulamazsam tez elden sıvışırım. Ve sadece bu nedenle, kimse beni sürekli eleman olarak almaz. Babamın 'bir baltaya sap olmayacak bu.' şikayetinin de nedeni budur.
   Bir de buharlı lokomotifi severim. Zaman zaman giderim istasyona sırf duman kokusunu içime çekeyim diye. Lokomotifi eni konu öğrendim. En çok da ilk hareket anını severim. Parçaların gözle izlenebilir yavaşlıkta olduğu andır o an.
   Bir yaz günü, öğleden sonra fakat hala sıcak bir zamanda, bir fırsatım oldu ve tamirciler sokağına niyetlendim. Daha köyden çıkar çıkmaz garip bir şey çarptı gözüme. Hava sıcak olduğundan, serap etkisiyle, görüntü net değildi fakat kırmızı bir gövde üzerinden kollar inip kalkıyor ve önünde yürüyen bir kara bir gövdeye ulaşmaya çalışıyor da ulaşamıyor gibi, biri inerken diğer kol kalkıyordu. Öndeki karaltıyı ata benzettim ancak bacaklarını göremiyordum. Havada süzülür gibi ilerliyordu.
   Yaklaştıkça anlaşıldı. Arkadaki sarı kollu kırmızı dev bir makineydi ve atlar tarafından çekiliyordu. Daha önce görmediğim bir makineydi bu. Ekini biçiyor ve düzgün desteler halinde yere bırakıyordu. Biçer-desteler orak makinesiymiş adı. Ancak herkes kısaca orak makinesi diyordu. Üç dört gün çalıştılar bizim köyde. Her gün oradaydım ben de.
   İki hacı (Hacı Ahmet ve Hacı Emin) beni hoş tuttular. Delisi olmasalar da onlar da seviyordu bu makineyi. Büyük hacı her daim ciddiydi fakat gülüşü güzeldi. Küçük hacıysa (ona Emin Abi diyordum) hepten kafadar ve şakacıydı.
   O güçlü atların niye bu kadar zorlandığını onlardan öğrendim. Atların her adımı, makinenin de bir adım ilerlemesi olduğu kadar, şerit bıçağın ileri veya geri bir tık atlaması ve tırmıklı kanatların birkaç derece dönmesi demekti aynı zamanda. Atlar makineyi çekerken arazi yüzeyinde yuvarlanan tırnaklı tekerler çeviriyordu bütün makineyi. Onun için çabuk yoruluyordu atlar. Onun için sık sık değiştiriliyordu kan ter içindeki atlar. Atlarla birlikte sürücü de değişiyordu.
   Yağız atlar büyük hacının, doru atlar küçük hacınındı. Ben yağız atlara bayılıyordum.
   Makineyi kullandırdılar bile bana, bir su döküm zamanı kadar kısa olsa bile.
   Bir perşembe günüydü. Çivril'in pazar günü o gün. Bir pazarcı arabası yakalarım umuduyla o gün biraz erken ayrıldım hacılardan. Sabah beni getirenler çıktı bahtıma.
   Adı lazım değil, şaklabanın biri, o sırada dinlenen yağız atları göstererek, "Atlara da maşallah, sahibine de." dedi. Onlar sabahtan beri boşta ve Hacamat dayı da o zamandan beri uyuyor zannediyordu. "Adamın uykusuna da..." diye ilave etti. Hep beraber gülüştüler.
   Oysa ötekiler, ben ayrılırken at değiştiriyorlardı. Yağız atların teri bile kurumamıştır daha. Dikkatli bakan görür, aklı olan anlar.
   İşte dünya halleri böyle. Ben deliyim, onlar akıllı!