ABLA SEN KATİL MİSİN?
Bir köy düşünün: Yüz elli hanelik olsun, üç aşağı beş yukarı. Devirlerden, henüz şebeke suyunun görülmediği, birkaç varlıklı ailenin avlusundaki tulumba dışında, su gereksiniminin özel veya ortaklaşa kuyulardan sağlandığı bir devir olsun. Benim anlattığım köy açısından bu 1950'li yılların ilk yarısıdır.
Sekiz on metre derinlik yeterlidir bu köyde sürekli su elde etmek için. Uzun ömürlü olması için kuyu çeperine taş örülür. (Şimdi olsa beton dökerlerdi. Ona da gerek yok: Sondaj yapar santrifüj pompa takarlardı.) Kuyudan kovayla su çekmek için, karşı ağırlığı da olan bir düzen kurulurdu. (Bizim yörede bu düzene seren derler.)
Köyün meydanlarında birer kuyu bulunur. Bunlardan birisi, 1940'lardan önce olan ve halk arasında koca deprem diye anılan felakette kurumuş ve tekrar canlandırılamamış. Diğerleri halen kullanımdadır o zamanlar. Sürekli kullanım nedeniyle, kuyu yalağının çevresi her zaman çamurludur. Çamur bölgesi kışın genişler, yazın yalak çevresine çekilir. Kuruyan bölgede, hayvan tırnaklarının şekillendirdiği kilden yaprak ve dikitler görülür. Bunların uçları ve kenarları keskin olur. Bunu şunun için anlatıyorum:
Böyle bir kuyunun civarında oynamakta olan iki çocuk: İbrahim ve ablası Azime. Küçüğü altı, büyüğü sekiz yaş civarında. Bunlar, güzel güzel oynayıp dururken aniden kapışırlar. Çocukların dünyasını, çocukluğunu unutan büyükler anlayamaz. O nedenle kapışmanın nedeni üzerinde durmuyorum. Olan oldu ve İbrahim, yerden, kurumuş balçıktan bir parça koparıp ablasına fırlattı. (Köyde erkek çocukların atacağı taştan sakınacaksın. Çünkü bu konuda eğitimlidirler.) Attığı taş Azime'yi alnından vurdu. İbrahim bunu, ablasının alnında beliren kırmızı boncuktan ve onun acıyla haykırmasından anladı:
"Gök gözlü katil!" diye bağırdı Azime birkaç kez tekrarlayarak. Bir taraftan da alnını siliyordu eliyle. Eline bulaşan kanı görünce atağa geçti.
İbrahim gözünün rengini biliyordu, maviydi. Ancak,neden kızınca gök dendiğini anlayamıyordu. Ne zaman birini kızdırsa, 'gök gözlü' deniyordu azarlanırken. Şimdi ayrıca 'katil' eklenmişti buna. Bu da neydi şimdi!
Azime'nin kendisine doğru fırladığını görünce sözcükler üzerinde düşünmeyi bıraktı. Aksi halde acı birkaç çimdik anlam kazanacaktı yumuşak yerlerinde.
Azime'nin kendisine doğru fırladığını görünce sözcükler üzerinde düşünmeyi bıraktı. Aksi halde acı birkaç çimdik anlam kazanacaktı yumuşak yerlerinde.
Birkaç yanıltıcı yön değiştirme sonunda kurtuldu ve köy dışına, çayıra doğru koşmaya başladı. İki şey geçiyordu aklından: Kızlar çayırlarda koşmaktan çekinir. Öyle öğretilmiştir. 'Oğlan çocukları gibi koşup durma oralarda' denmiştir. İkincisi, büyük annesi ve en büyük ablası koştuğu tarafta bir yerde kurtluca dikeni kazıyorlardı sığırlar için. Oraya ulaşabilirse, Azime çayıra çıkmaktan çekinmese bile, onlarca korunacağından emindi. Birinci tahmini tuttu. Köyün ucuna kadar koşan Azime geri döndü. İbrahim geriye dönmedi. Bir köşede pusuya yatmış iki üç çimdik kendisini bekliyor olabilirdi. Tekilcan (teke sakalı) topluyor gibisine büyüklere doğru yürüdü, arasıra arkasına bakarak. Cezanın eninde sonunda kesileceğini biliyordu amma geciktirme her zaman yararlı olurdu.
Bu olayı daha tam unutmadan, diyelim birkaç gün sonra, dedeler köy odasının verandasında söyleşirlerken, İbrahim de oralı değilmişçesine onları dinliyordu. Çok farklı hallerde, neyse o çok farklı haller, dedesi söyleşiyi keser ve üften püften bir bahaneyle onu uzaklaştırırdı. Bu kez öyle olmamıştı.
Çevre köylerden birinde bir babayiğit öldürülmüş. Haberi anlatan üstüne basarak 'babayiğit' diyordu. 'babayiğit' iyi bir şey olmalı diye düşündü. "Dokuz bıçak atmış." dedi birisi. "Bıçağın birisi boynuna gelmiş." dedi diğeri. "Uzun zamandır diş gıcırdatıyormuş katil." dedi bir diğeri. Diş bilemekteymiş demen istedi belli ki.
Bunları duyan İbrahim, arkasını etraftakilere döndü ve dişlerini sürttü birbirine birkaç kez. Evet, yeterince basarsa gıcırdıyordu dişi. Demek ki gök gözlü olup dişi gıcırdayanlar katil oluyormuş diye düşündü. Bu saptama huzursuz etti çocuğu. Katil olanların sevilmediği gerçeği, hem o gün ablasının gözlerinden fışkırmış, hem de dedelerin konuşmalarında belirginleşmişti. Sevilmeyen ve uzak durulması gerekli bir kişi oluyordu katil, bu durumda. Dedesinin bir akşam dede-torun ritüellerinden birini atlamasını bile buna yorumladı çocuk. Durumdan da, kendisinden de hoşnut değildi. İçinden çıkamadığı sorunsal ise, anasının ve diğer iki ablasının da mavi gözlü olmasıydı.
Akşam üzeri, en büyük ablası Meleği yalnız yakalamaya çalıştı İbrahim. O da kendisi gibi mavi gözlüydü ve yetişkindi. Onunla dertleşebilirdi. İki üç gündür içini kemiren derdi, belki de o yıllardır çekiyordu.
Ablası hissetmişti bir şeyler söylemeye çalıştığını. Etrafında suçlu gibi dolaşmasından belliydi. "Ne var, İbrahim?" dedi. "Bir şey mi söyleyeceksin?"
"Abla senin de dişlerin gıcırdıyor mu?" diye sordu fırsatı değerlendirerek.
"Ne var ki bunda! Gıcırdar elbette. Bak." dedi dişlerini çalarak. "Bak işte." dedi. "Duydun mu?" Duymuştu. Bu durumda ablam da katil olmalı diye düşündü ve sordu:
"Abla sen de katil misin?"
Melek şaşırdı bir an. İlginçti. "Hayır, ben katil değilim." dedi. "Niye böyle sordun?"
Bu soru üzerine katil oluşunun öyküsünü anlattı İbrahim. Abla, öğretmen edasında sordu:
"Sen kimin katili oluyorsun bu durumda?"
"Azime ablamın." diye yanıtladı İbrahim.
"Azime yaşıyor amma." dedi Melek ablası. "Senin katil olman için Azime'nin ölmesi gerekirdi. Onu da sen öldürmüş olmalıydın." diye ekledi.
İbrahim katil olmadığını anladı fakat huzursuzluğu geçmedi. Hatta arttı da denebilir. Kendini tutamayıp sordu:
"Abla, dedem katil mi?"
"Ne saçmalıyorsun sen bakayım!" dedi ablası. Bu kez kızmıştı üstelik.
"Dedem koçu kesti ya bayramda. Koç ölmedi mi?" dedi İbrahim.
Çok güzel; eklınıza ve hafızanıza sağlık...
YanıtlaSilBöyle kültürel bir derinliği henüz olmasa da, birkaç hafta önce Can Bora'nın ilk sözlüğünü hazırlamıştım; DeDe izlenn-imlerim ile.. Bulup paylaşacağım...
Sen çocukluğunu yazmaya devam et İbrahim. Sen yazdıkça benim çocukluğum da senden 20-30 km uzaklıkta hafızamda canlanmaya başlıyor. Tek farkı var. Seninkinde bol sular,yeşillikler, çayırlar ,çimenler var. Benimkinde , susuz kuyular, dereler, sonbaharlar , gazeller var. Elbet bir gün ben de anlatacağım bunları ama bir farkı olacak, bu kadar güzel olmayacak....
YanıtlaSil