25 Mart 2016 Cuma

KARGA

 
ÇAKIR
   "Şimdi de cula diye tutturdu." diye söyleniyordu yaşlı kadın. "Bildiğin karga bu. Nesi sevilir bilmem."
   "Çocuklar omuzlarında gezdiriyor ya." dedi genç kadın. "Ondan heveslenmiştir."
   "Haklısın Hatça, öyle. Söylüyor da zaten. Sen, senin Ali'ye söylesen de büklerdeki kavaklardan bir karga yavrusu yakalayıverse."
   "Söyleyeyim Azime ana." dedi genç kadın. "Yapar mı bilmem. Sen yine de söz almış gibi heveslendirme çocuğu."
   "Sen sıkıştır biraz Ali'yi. Yapsın."
-.-
Daha önce de güvercine heveslenmişti torunu. Aslında kendisi de istemişti bunu. Bir tavuk verip iki güvercin gödesi almıştı birinden. Güvercin yavruları palazlanıncaya kadar sorun yoktu. Uçmaya başladıktan sonra peş peşe kayboldular. Kalabalık sürülere karışıp gittiler galiba.
   Bir süre sonra da ördeğe heveslendi çocuk. Ördek su kuşudur, olmaz dendi. Bu sefer de çocuk üzüldü. Onu üzmek de istemiyordu.
   Üzmek istemiyordu çünkü Allah kendisine çocuk vermemişken torunlar sahibi olmuştu. Analık ve büyük analık mürüvvetini onlarda ve analarında görmüştü. Dilerim Allah'tan, kör şeytan hiç bir zaman üvey olduğumu fısıldamaz kulaklarına diye düşünüyordu.
   Dört tavuk yumurtası verip iki ördek yumurtası aldı, ördeği olan birinden.
   Kuluçkaya yatacak bir tavuğun altına koydular. İkisi de çıktı fakat kuyu yalağının çürük çamurunu karıştıra karıştıra hastalandılar.  
   Bir de kargayı görelim bakalım diye düşündü. Vahşi kuş evde yaşamaz. uzun sürmez bu.
-.-
   Birkaç gün sonra Ali uğradı. "Azime ana, senin iş olur amma sana bir tavuğa patlar." dedi. "Hem de pişmiş olacak."
   Ali'nin meramı anlaşılmıştı. Tavuğu bir kenarda tek başına yiyecekti. "Olur." dedi yaşlı kadın.
-.-
   Önce karga mı geldi yoksa tavuk mu gitti bilmiyorum. Dikkatimden kaçmış. Sonuç olarak, karga yavrusu geldi. Tüyü düzmüştü ancak gagasının kenarları hala sarıydı. Bu da yavru olduğunu gösterir. Olgunlaştıkça sarılık kaybolur.
   Bilenler ders vermişti İbrahim'e: Yavru kargaya, onlar cula diyorlardı, böcek veya tuzsuz taze peynir verilecek. Suyu da unutulmayacak. Sorun yoktu, hepsi mümkündü. İlk günler zorla gagasını açıp içine sokmak zorunda kalsalar da elden beslenmeye çabuk alıştı karga. Sahibini ana kuş belledi artık. 'Çakır' diye çağırınca cak cak öterek ve kanat çırparak yanıt veriyordu.
   İbrahim ve diğer culacılar, omuzlarına oturttukları culalarıyla çayıra gidiyorlar, bir taraftan birbirlerini tartarken diğer taraftan yakaladıkları çekirgelerle culalarını besliyorlardı. Giderek karga yavrusu çekirge avlamayı da öğrendi.
   Avlanmayı öğrendi ancak özgürce uçup göklerde süzülmeyi öğrenemedi. İçgüdüsel olarak uçmayı biliyordu ancak uzun uzun uçmayı ona kimse öğretmemişti. Ayrıca, özgürlüğü keşfetmesin diye teleklerinin ucunu kesiyordu sahibi. 
   Kuş olduğunu anlayan tavukların tünekten uçmaması için, anası tavukların teleklerini kısaltıyordu. Ondan esinlenerek böyle yapıyordu İbrahim.
   Böylece, evdeyken, karga ya tavukların arasında dolaşıyor ya kafesinde uyukluyor ya da armut ağacının bir dalına konup belleğinin derinliklerindeki kavak hayatını yaşıyordu.
   Ne kediden korkuyor ne de horozdan çekiniyordu. Avlu onundu sanki.
   Derken favori tüneği tulumbanın tepesi olmaya başladı. Orası sürekli gölgede ve esinti alan bir yerdi. Suyun başında olmak yarar da sağlıyordu. Hem suyunu içiyor, hem de suya gelen böcekleri yakalıyordu.
   İşte bu son tünek sorun yarattı. Bu tulumbanın suyu yıkanmada ve yemekte kullanılıyordu, haliyle abdest de alınıyordu. Karga, tünediği yere bırakıveriyordu bombayı doğal sinyal geldiğinde. Hasılı karga pisliğinden kurtulmak gerekiyordu, kargadan kurtularak. Evin çobanı da bu göreve çoktan hevesliydi.
   Çocuk dediğin yarına kalmaz unutur dediler.
   Akşam bir kavanoz çekirgeyle kırdan dönünce İbrahim, ve 'çakır! çakır!' diye diye culasını çağırdığında, ve hiç yanıt alamadığında, ve avluda, ahırda, hatta arka bahçede aradığında, ve de kaybettiğini anlayıp hüngür hüngür ağladığında, hiç kimse çıkıp şöyle olmuştur veya böyle olmuştur diyemedi. 
   İbrahim, tüm olasılıkların içinden, özgürce uçup gitmiş olması olasılığına inanmayı yeğledi
   Unuttu mu? Unutmadı ancak acısı hafifledi sadece.

19 Mart 2016 Cumartesi

UÇURTMA


YUSUF
 
   "Hooo!" diye üç kez bağırdı Mozur; "Hooo! , Hoooo!", her biri bir sigara nefesi aralıklarla ve sonuncusu yarım ölçü daha uzun olmak üzere. Bu, çoban göreve hazır, sığırlarınızı eyrek tepesine sürebilirsiniz demekti.
   Köylülerden kulağıma gelene göre, Mozur Dersim sürgünüydü. Köye geldiğinde üstündekilerden başka bir şeyi yoktu. Bildim bileli bu köyün sığırtmacı oydu.
   Adının Mansur olduğunu zannediyorum. Kendisine adını sorduğumda, bozuk Türkçesiyle, adım Mozur dedi. Mosur gibi de anlaşılabilirdi. Aksan mıdır, diş yapısından mıdır bilmem, Z ile S arası bir ses veriyordu ismini söylerken. Çoğunluk Mozur anlamıştı.
   Adı Nazlı olan yarı deli bir kadındı Mozur'un karısı. "Şemsi güzel, Nazlı çirkin." diye laf atardı köyün çocukları ve Nazlı kızardı. Anlaşılmaz sözlerle söylenir ve taşlardı çocukları. Bir de oğlu vardı Mozur'un. Adı Yusuf'tu. Mozur'un ilk karısındanmış. Acaba Şemsi o muydu?
   Mozur için, eyrek tepesinin yakınına, iki odalı bir ev yapmıştı köylü. Giriş odası mutfak, kiler, depo veya kümes için; iç oda ise yaşama dair her şeye. Yalnız, Yusuf'un iç odada yatırılmadığını duymuştum.
Son zamanlarda, diğerlerinden hallice bir haneye sıkça yanaşıyordu Yusuf. Yemek zamanı olduğunda, sofraya alınmasa da eline bir dürüm tutuşturuluyordu. Ancak Yusuf'un gelişi sadece bu nedenle değildi. Evin torunuyla arkadaşlık etmek istiyordu.
   Yaşça ve bedenen daha büyük olan bu çocuğun torununa arkadaşlık etmesi anneanneyi rahatsız ediyordu. Ayrıca, bu bakımsız çocuktan torununa bit pire gibi şeyler  geçer diye korkuyordu.
   Aslında ortalıkta bir arkadaşlık filan yoktu. Arkadaşlık eşitler arasında olur. Yaş ve cüsse eşitliği değil kastım; gönüllerde kurulan eşitlik.
   Bu iki çocuk, çocukça bir yarar hesabıyla birlikteydiler.
   Yusuf uçurtmayı çok seviyordu. Bu evin torununun uçurtması vardı. İlk uçuruluşta yardım ederken veya kuzleç (kuytu) bir  yerde biraz ısınmak için uçurtma ona bırakıldığında, dünyalara değiyordu. Ayrıca, başka evlerde daha kapıdan kovuluyordu. Bu evde bulduğu mesafeli kabulleniş dahi ona çok sıcak geliyordu. Babasından veya analığından bile sevgi görmüyordu ki. Karnı da açtı çocuğun gönlü de.
   Torunun bu birliktelikten beklentisi yararlanmaydı. Hizmetli ve çoban bulunduran bir evin çocuğu, gözlediği büyük modeli taklit ediyordu. Ağalık eğitimi...
   Bir gün uçurtmaları ağaca takıldı. Yusuf, kendisinin yararlılığını kanıtlamak hevesiyle, hemen tırmandı ağaca. Çok uğraştı amma uçurtmayı kurtaramadı. Fakat, ipin önemli bir kısmını kurtardı. Bunun da önemli olduğu söylense de Yusuf eksiklik hissetti.
   "Meraklanma." dedi arkadaşı, "Yenisini yaparız. Uçurtma yapmayı biliyorum ben. Malzeme de var."
   Uçurtmanın yenisi yapıldı fakat kuyruğu için ipleri yetmedi. Uçurtmayı yönettikleri sağlam ipi bu işe harcamak istemedi küçük ağa. (Ağalar bazı şeyleri farklı düşünür.) Anneanneden iplik istedi. Yok dedi yaşlı kadın. Gerçekten yok muydu, yoksa bu arkadaşlığı usulünce sonlandırmak istediğiyle mi söyledi bilmem.
   "Dur sen." dedi Yusuf. "Bir yolu var." Hemen paçasını sıvadı ve el örgüsü yün çorabının koncundan çözmeye başladı. Ağaçta yarım kalan 'değer kanıtlamayı' bütünleme fırsatı elde etmişti sanki. Kuyruğa yetecek kadar ip sağdı çorabından ve uçurtmayı tamamladılar.   
   "Bu sefer ilk ben uçurayım mı?" dedi kendine güvenle. Hakketmişti.
   Birkaç gün sonra Yusuf görünmez oldu. Çocuk anneannesinden bildi Yusuf'un kayboluşunu. Amma olsundu. Sormadı bile. Uçurtma Yusuf'suz da uçuyordu. Uçurtman varsa arkadaşın da olurdu. Ahmet yoksa Mehmet...
   Bir hafta kadar sonra Yusuf'un cenazesi kaldırıldı. Çocuk bedeni ağır ateşe dayanamamış ve hayata veda etmişti. Hastalığı neydi, doktora götürülmedi mi gibi sorular geliyor geliyor sanki kulağıma. Geçiniz efendim, geçiniz!  Allah ömrünü kısa yazmış Yusuf'un; Mozur'un oğlu Yusuf'un. Ve benzerlerinin...


12 Mart 2016 Cumartesi

Fİ TARİHİNDE

 
ACI KAHVE
 
   Topal Osman oğlu matrak Mehmet, Vasat köyde yaşar.
   Vasat Köy, Şark Köy, Garp Köy, Şimal Köy ve Cenup Köy ortasında yer alır. Bu köylerin en uzağı bir saatlik yürüyüş mesafesindedir ve dördü de Vasat Köy'e göre daha büyüktür ve cemiyet hayatı da daha canlıdır.
   Mehmet Ağa, -ki ağalığı sözün gelişidir. Köylerde nezaketen öyle derler.- her gün, sırayla bu köylerden birini ziyaret eder. Sert hava koşulları, hatırlı bir davet ve Allah'ın iradesi engellemezse, bu ziyaretler düzenlidir.
   Gittiği köylerde, o köylerin işten elini çekmiş ihtiyarları ile birkaç saat beraber olur.
   Kendisi de önemli oranda işten elini çekmiştir. Bir çift koca öküzle işlenen arazinin ne kadar işi olur ki. Yapılacak işler çocuklarına bile yetmezdi. Bu durumda, yaşça ve bedenen etkin durumda olmasına rağmen, hanenin 'koca adamı' olmuştur gönüllü olarak. Sadece, sabah namazından sonra, çocuklar biraz daha uyusun deyip hayvanları yemler.
   Bir tür emeklilik olan bu durumda, kavak gölgesinde üçtaş oynamak ve duvar kuytularında uyuklamak yetmiyordu Mehmet'e. Köyü de küçük olduğundan kendi durumunda ve kafa dengi insan yoktu yeterince. O da değindiğim ziyaretleri başlatmıştı.
   İlk önce Cenup Köye cuma namazına gitmekle başladı.
   Küçük köye masraflı geldiği için sadece Ramazan ayları için hoca tutuyorlardı.( O zamanlar devletten maaşlı hoca (imam) yoktu.) Hasılı, hoca olsa cemaat olmazdı, ikisi de olsa caminin damı akardı ve benzeri nedenlerle her hafta olmasa da iki üç haftada bir cuma namazına giderdi köylerden en yakınına. Böyle böyle derken, bu düzenli ziyaretler oluştu.
   Bu ziyaretlerinde başkalarını dinlemek ve başkalarına bir şeyler anlatmak hoşuna gidiyordu. Ayrıca, bir bakıma başka dünyalarda olup biteni duymak, bunu, gerektiğinde kendi yorumlarını da ekleyerek, başkalarına anlatmak da hoş bir şeydi.
Zamanla hem iyi bir dinleyici hem de etkili bir anlatıcı oldu. Kendinden başkasını dinlemeyeni de kimseye söz düşürmeyeni de insanlar sevmezdi. İyi dinleyici olmak hem bu kuralı sağlıyordu, hem de kendi dağarcığını dolduruyordu. Allah vergisi yeteneği ile birlikte iyi bir söz taşıyıcı (dedikoducu değil) ve anlatıcı oldu. Sohbeti tatlı ve cemiyette muteber bir kişi bilindi. Öylesine ki, sizin anlattığınız bir öyküyü bir zaman sonra size anlatır ve dinletirdi. İşte bu nedenle, uğradığı meclislerde itibar görür ve kahve ikram edilir, tütün tutulurdu. O zamanlar, çay bilinmezdi ve kahve çok kıymetliydi.
   Bir gün, Cenup köyün önde gelenleri kendi aralarında konuşurken, söz Mehmet'ten açıldı.
"Bu garibim buraya sadece muhabbet için gelmiyor." dedi Hamit Ağa. "Dikkat ettim, geçen gün, bir tedariksizlik nedeniyle kahve veremediğimizde, muhabbetin tadı kaçmıştı. Bence bu adam kahve tiryakisi."
   "Olabilir." dedi Yörük Ali ağa. "Sınayalım. Nohut ya da kenger kahvesi verelim."
   "O çok belli olur." dedi Ahmet Ağa. "Kahveye karıştıralım."
   Sonunda, kavrulup çekilmiş arpa ununu, yarı yarıya kahveye karıştırarak kahve yaptılar ve içtiler. Bir farklılık sezilmedi Mehmet ağanın yüzünde ve sözünde.
   Zaman geçip muhabbete nokta konduğunda, Mehmet usulünce destur istedi ve kapıya yöneldi. Yürüyüşü değişikti. Adeta ayaklarını yer basmadan yürümeye çalışıyordu.
   "N'oldu? Baban rahmetli gibi yürümeye başladın." dedi Ali Ağa arkasından.
Mehmet yavaş yavaş döndü ve "Geçen ay senin küheylana ne olmuştu arpa ambarına daldığında? Kanı koyulaşmış ve ayağa kalkamamıştı." dedi. "İşte o misal.  Arpalandık ağam, arpaladık."
   Şaşkınlıktan donmuş bakışları arkasında bırakıp çıktı gitti, hiçbir şey olmamışçasına.

7 Mart 2016 Pazartesi

GERİYE DÖNÜP BAKINCA

 
SAFİYE
    Benim adım Safiye. Yüzüme demeseler de arkadaşlarım "saf" diye kısaltıyorlar benden sözederken. Kimi gerçekten saf bulduğundan, kimi de gerçekten kısaltmak için... Dördüncü sınıfa altı senede gelmek illa ve illa saflıktan olmaz ki. Beş sınıf bir arada okuyan bir okulda, günde ortalama sadece iki saati öğretmenle işlenen (sesli ders) derslerle, öğretmenin en iyi öğrenciyle bile ilgilenmeye vakti yokken...  Ayrıca, kendi cahillikleriyle mutlu ana-babaların, 'okuyup da ne olacak, hele ki kız çocuğu' bakışı altında ve bizim gibi evdeki gibi, masraf olmasın diye, kör kandilin bile erkenden söndürüldüğü evlerde bu kadar oluyor işte.
   Kim bilir kaç tane Safiye var Anadolu köylerinde, aynı koşulları yaşayan. Onun için, sormayın köyümün adını. Farzedin Konya'da, farzedin İzmir'de.
   Ancak benim yaşadığımın tıpatıp aynısını yaşayan var mıdır, bilmiyorum.
   Bilirsiniz. Okullarda eğitsel kollar vardır. Bunlardan birisi de Kızılay koludur. Bizlere yardımlaşmayı öğretmekmiş amaç. Para toplamak öne çıktı nedense. Nedeni belli. Öğretmene de yukarıdan emrediliyor olmalı. Her öğrenci yirmi beş kuruş getirip kol başkanına verecek.
   Bize harçlık verilmez. Her ihtiyacı babamıza söyleriz. Babam hesaplılığı ile ünlüdür. Kımsır Saraç Sadık derler. Saraçlığı da lakaptan.
   Babasız büyümüş. Toy bir gençken, anasının isteği olan kınayı nereden alacağını bilemediğinden, saraç dükkanından kına istemiş. Saraç da yememiş içmemiş bizim köylülere anlatmış. Adı saraç kalmış o günden sonra.
   Neyse... Cimri bulurlar babamı. Bana göre, eli sıkılığı yoksulluktan geliyor. Yoksulun cömert olma şansı var mıdır ki? Ancak, kulağıma çalanlarla kıyasla, bizimki biraz ağır basıyor sıkılıkta. Günlük yumurtaları bile takip eder. Bilmiyorsanız söyleyeyim: Yumurta çok önemlidir. Gıda anlamında demek istemedim. Tavuklar köylünün bozuk para makinasıdır. Gaz, kibrit gibiler onunla döner. Yumurtanın gıda olarak tüketilmesi lükse kaçar biraz.
  Kızılay parası dediğimde, "Neymiş o?" dedi babam. Yardımlaşma dediğimde, "Bize kim yardım edecek!" dedi. Haklı mı, haklı. Ben haklı mıyım? Evet haklıyım. Öğretmen getireceksin dedi, ısrarla. Babam daha haklı olduğundan parayı alamadım.
  Sadece ben kalmıştım götürmeyen. Bakalım ne olacak?
  Ertesi gün, parayı soran kol başkanı, sonucu hemen yetiştirdi öğretmene. Göze girecek ya! Öğretmen bana çıkıştı. Çaresizdim ve sustum. Ben sustukça öğretmen köpürdü. Bağırdı çağırdı ve yüzüme tükürdü. Ben çaresizim, 'bu haksızlık' diyemedim, 'Bağdat'tan kervanı mı geliyor.'
  Öğretmen hırslanmıştı iyice. Siz de tükürün dedi, etrafımızdakilere. Ne çok heveslisi varmış. Sıraya girdi bütün öğrenciler. Ben çaresizlikten sıraya kapaklandım, kollarımla yüzümü kapatarak. Saçlarıma tükürük yağıyordu peş peşe. İşi azıtıp gırtlağını temizleyenler bile vardı. Tekrardan sıraya giren bile olmuştur Allah bilir. Öğretmen o sırada orada duruyor muydu, yoksa tükürün dedikten sonra, çalışması süren bahçe düzenlemesini gözetlemeye mi gitti? Bunu da bilmiyorum. Kulağımda sadece sıra olurken itişen her yaşta çocuk sesi. Linç coşkusu. Çocuk milletinde vicdan yoktur. Eğlence fırsatını kaçırırlar mı hiç!
  O gün benim okuldaki son günüm oldu. Devamsızlıktan sınıfta kaldım ve yaşım büyüdü diye ertesi yıl da soran olmadı. Benim de içimden gelmiyordu doğrusu.
  Fakat, hala saçlarımı ne kadar yıkasam temiz hissetmem. Yapış yapıştır.