Kayıp Fotoğraf
Ortaokulda okuyan torunu bir Amerikan kızıyla mektuplaşıyormuş.
Allah, Allah! Sen aklımı koru! Resim bile göndermiş oğlana. Gavurun kızı oğlanın aklını çelecek muhafazanallah. Ne güzel okumaktaydı oysa. Başarısıyla göğsüm kabarıyordu. Nereden çıktı bu şimdi? Hangi şeytan aklına girdi oğlanın? Kör Şeytan! Böyle düşünüyordu dede ocak başında ateşi karıştırarak.
Allah, Allah! Sen aklımı koru! Resim bile göndermiş oğlana. Gavurun kızı oğlanın aklını çelecek muhafazanallah. Ne güzel okumaktaydı oysa. Başarısıyla göğsüm kabarıyordu. Nereden çıktı bu şimdi? Hangi şeytan aklına girdi oğlanın? Kör Şeytan! Böyle düşünüyordu dede ocak başında ateşi karıştırarak.
Oysa ki çocukların İngilizcelerini kullanmaları ve geliştirmeleri için bir fırsat yaratmak istemişti İngilizce öğretmeni. Ayrıca bu, onun bireysel çabası da değildi. Proje çok yukarılarda tasarlanmış ve onaylanmıştı. İngilizce konuşan ülkelerle temas edilmiş ve onların kabulü ve gönüllü belirlemesiyle adresler toplanmıştı. Yaş gruplarına göre, adresler dağıtılmıştı. Bu konuda öğretmenin tek eylemi, İngilizce mektuplaşabilecek öğrencileri seçmekti.
Dedenin torununa da Amerika Birleşik Devletlerinden, Kaliforniya eyaletinin San Diego beldesinden Marge Mossier adlı bir kız düşmüştü.
İbrahim kendi dünyasını anlatır ilk mektubunda. Her şeyi de yazamaz kelime dağarcığı yetmediğinden. Atatürk'ten söz eder. Kurtuluş savaşının kahraman komutanı ve cumhuriyetin kurucusu olan yüce kişiye karşı duygularını dile getirir. Ülkesinin güzelliklerini ve tarihin ülkesinde bıraktığı izleri de anlatmıştır. Kendisinin bir çiftçi çocuğu olduğunu ve okuyarak subay olmayı hedeflediğini de belirtmiştir. (Aslında hayali subaylık değildi fakat kelime haznesi elvermediğinden ve sözlüğünün küçüklüğünden dolayı manevraya ihtiyaç hissetmişti.)
Ayrıca, devrin gereği üç numara tıraşlı saçları ile çektirdiği vesikalık boyutundaki fotoğrafını da koymuştu zarfın içine.
Üç dört hafta sonra mektuba yanıt geldi. Mektup arkadaşı da bir fotoğraf koymuştu zarfa. Kısaca yaşadığı bölgeyi anlatıyor, babasının bölgedeki bir Ford acentesi olduğunu belirtiyor ve en gözde hobisinin ata binmek olduğundan bahsediyordu.
Bana göre kız yükseklerden atıyordu; mevcudu değil hayallerini anlatıyordu. Elbette İbrahim bunu bilemezdi. Zevkine ata binen bir kız da garibine gitmişti aslında. Kendisi de ata binmişti iş gereği; uzaktaki pancar tarlasına gidip gelmek için. İngiliz prensesinin ata binişini gazetede okumuştu bir kaç kez. Demek ki varlıklılar biniciliği zevk bellemişler diye düşündü. Ne de olsa koskoca Ford bayisinin kızıydı karşıdaki.
Kızın tipini Amerikalıya benzetemeyen bir arkadaşı, "Len bu kız atıyor." dedi. Nereden çıkardın diye sorulunca da, "Hiç Amerikalıya benzemiyor bu. Sarı saçlı değil." diye ekledi.
Onunki de sınırlı bilgiyle varılmış bir saptamaydı fakat kız gerçekten Hispanik tipliydi. Sarışın olsaydı zengin kızı olabilecekti ona göre.
Mektuba cevap yazarken gördü dede gelen mektubu. İlgilendi. Evirip çevirdi, İngilizce olan mektuptan bir şey anlamadı fakat o sırada fotoğrafı da gördü. "Kız mı bu?" diye sordu resimden anlaşılmıyormuş gibi. Dedesini heyecanlandırmak için, "Evet dede, bir kız. Sözlüm olur kendisi." dedi torun.
Şakayı fazla uzatmak istemeyen İbrahim, mektuplaşmanın amacını ve içeriğini de açıkladı çok geçmeden. Dede bir an durdu, yutkundu ve geçip sedire oturdu.
İbrahim Türkiye'de nasıl subay olunacağından bahsetti, birinci mektubun devamı gibi. Futbol merakından ve Türkiye'deki önde gelen futbolculardan söz etti. Metin Oktay gol kralımızdır, dedi. Can Bartu'nun hem önemli bir futbolcu hem de iyi bir basketçi olduğuna değindi. (O ülkede, burada futbol denen şeye futbol denmediğini, futbol ve basketbol oyunculuğunun orada profesyonelce yürütüldüğünü ve sıradan Amerikan insanının dünyadan habersiz olduğunu henüz bilmiyordu İbrahim.)
İngilizce öğretmeni Hasan Karagöz'ü, çarşıda aradı ve köylüsü gazeteci Tahir'in dükkanında buldu. Okuttu mektubunu. Hata yok muydu yoksa nazar boncuğu mu bıraktı bilinmez, öğretmen hiç düzeltme yapmadı.
İkinci mektup da bir Cumartesi günü postalandı böylece.
İşte bu sıralarda, dede huzursuz olmuştu ve kırıp dökmeden çözüm arıyordu. Bu mektuplaşma engellenmeliydi fakat nasıl? Amerikalı bir oğlan bulamamışlar mı? Bula bula bir kız mı bulmuşlar mektuplaştıracak. Ya oğlan sevdalanırsa!
İşte bu arada kayboldu bu mektup arkadaşlığı ile ilgili tüm izler. Mektuptan ve fotoğraftan hiç iz yoktu evde. Yel savurmuş, yer yutmuştu sanki. "Anan ateşi tutuştururken yanlışlıkla yakmıştır belki." dedi dede.
Yakanın anası olduğuna inanmadı çocuk fakat mektubun yakıldığından emindi. İkinci mektubunun yanıtı da gelmemişti -yoksa eline geçmedi mi deseydim-.
İbrahim kendi dünyasını anlatır ilk mektubunda. Her şeyi de yazamaz kelime dağarcığı yetmediğinden. Atatürk'ten söz eder. Kurtuluş savaşının kahraman komutanı ve cumhuriyetin kurucusu olan yüce kişiye karşı duygularını dile getirir. Ülkesinin güzelliklerini ve tarihin ülkesinde bıraktığı izleri de anlatmıştır. Kendisinin bir çiftçi çocuğu olduğunu ve okuyarak subay olmayı hedeflediğini de belirtmiştir. (Aslında hayali subaylık değildi fakat kelime haznesi elvermediğinden ve sözlüğünün küçüklüğünden dolayı manevraya ihtiyaç hissetmişti.)
Ayrıca, devrin gereği üç numara tıraşlı saçları ile çektirdiği vesikalık boyutundaki fotoğrafını da koymuştu zarfın içine.
Üç dört hafta sonra mektuba yanıt geldi. Mektup arkadaşı da bir fotoğraf koymuştu zarfa. Kısaca yaşadığı bölgeyi anlatıyor, babasının bölgedeki bir Ford acentesi olduğunu belirtiyor ve en gözde hobisinin ata binmek olduğundan bahsediyordu.
Bana göre kız yükseklerden atıyordu; mevcudu değil hayallerini anlatıyordu. Elbette İbrahim bunu bilemezdi. Zevkine ata binen bir kız da garibine gitmişti aslında. Kendisi de ata binmişti iş gereği; uzaktaki pancar tarlasına gidip gelmek için. İngiliz prensesinin ata binişini gazetede okumuştu bir kaç kez. Demek ki varlıklılar biniciliği zevk bellemişler diye düşündü. Ne de olsa koskoca Ford bayisinin kızıydı karşıdaki.
Kızın tipini Amerikalıya benzetemeyen bir arkadaşı, "Len bu kız atıyor." dedi. Nereden çıkardın diye sorulunca da, "Hiç Amerikalıya benzemiyor bu. Sarı saçlı değil." diye ekledi.
Onunki de sınırlı bilgiyle varılmış bir saptamaydı fakat kız gerçekten Hispanik tipliydi. Sarışın olsaydı zengin kızı olabilecekti ona göre.
Mektuba cevap yazarken gördü dede gelen mektubu. İlgilendi. Evirip çevirdi, İngilizce olan mektuptan bir şey anlamadı fakat o sırada fotoğrafı da gördü. "Kız mı bu?" diye sordu resimden anlaşılmıyormuş gibi. Dedesini heyecanlandırmak için, "Evet dede, bir kız. Sözlüm olur kendisi." dedi torun.
Şakayı fazla uzatmak istemeyen İbrahim, mektuplaşmanın amacını ve içeriğini de açıkladı çok geçmeden. Dede bir an durdu, yutkundu ve geçip sedire oturdu.
İbrahim Türkiye'de nasıl subay olunacağından bahsetti, birinci mektubun devamı gibi. Futbol merakından ve Türkiye'deki önde gelen futbolculardan söz etti. Metin Oktay gol kralımızdır, dedi. Can Bartu'nun hem önemli bir futbolcu hem de iyi bir basketçi olduğuna değindi. (O ülkede, burada futbol denen şeye futbol denmediğini, futbol ve basketbol oyunculuğunun orada profesyonelce yürütüldüğünü ve sıradan Amerikan insanının dünyadan habersiz olduğunu henüz bilmiyordu İbrahim.)
İngilizce öğretmeni Hasan Karagöz'ü, çarşıda aradı ve köylüsü gazeteci Tahir'in dükkanında buldu. Okuttu mektubunu. Hata yok muydu yoksa nazar boncuğu mu bıraktı bilinmez, öğretmen hiç düzeltme yapmadı.
İkinci mektup da bir Cumartesi günü postalandı böylece.
İşte bu sıralarda, dede huzursuz olmuştu ve kırıp dökmeden çözüm arıyordu. Bu mektuplaşma engellenmeliydi fakat nasıl? Amerikalı bir oğlan bulamamışlar mı? Bula bula bir kız mı bulmuşlar mektuplaştıracak. Ya oğlan sevdalanırsa!
İşte bu arada kayboldu bu mektup arkadaşlığı ile ilgili tüm izler. Mektuptan ve fotoğraftan hiç iz yoktu evde. Yel savurmuş, yer yutmuştu sanki. "Anan ateşi tutuştururken yanlışlıkla yakmıştır belki." dedi dede.
Yakanın anası olduğuna inanmadı çocuk fakat mektubun yakıldığından emindi. İkinci mektubunun yanıtı da gelmemişti -yoksa eline geçmedi mi deseydim-.