27 Nisan 2016 Çarşamba

ZARİK VADİSİ

 
OĞLUM!
   Zaman zaman görüştüğümüz bir dost uğradı:
    "Dostum Tarih," dedi. "Bir öykü duydum anamdan. O da başkasından duymuş. Başkasının öyküsü, başka başkalarından duyulunca, acaba doğrulanmalı mı diyor insan. Senin kayıtlarında vardır diye geldim." Böyle dedi ve duyduğu öyküyü anlattı.
   Benim adım Tarih. Adımı, Arapçadaki 'arraha' fiilinin mastar halinden almışım. Bunun anlamı, kısaca, 'her şeyi kayda alma' demektir. Ben de ismimin hakkını vermeye önem veririm. Bu nedenle, yer kürenin üstünde yaşayan her Ademoğlunun veya Havva kızının bulaştığı her olay, ayrıntılı olarak tarafımca kayıt altına alınır.
   "Bunu araştırmak uzun sürer." dedim. "En iyisi, 'mekan ve devir' sınırlaması yapmak. Ne dersin?"
   Araştırmayı, devirlerden son iki asırla ve mekanlardan da, o devirlerdeki Osmanlı toprakları ve günümüz Türkiye'si ile sınırladık.
   İnsan oğlu bilmez ancak benim kayıtlarım bilir: Hiç bir olay bir diğerinin aynısı değildir. Aynıya yakın olanı daha az, andırmaya yaklaşanı daha çok olur. Bir 'arama anahtarı' da ben ekledim: 'unutulan kıymetli bir şey için geriye dönme, erkek/ kadın'.
   Çok benzeyenlere bakarak taradığımda, yirminci  yüzyılın başlarındaki Osmanlı topraklarında, günümüz Türkiye'si dahil, epeyce olay buldum. O zaman Osmanlı'nın parçası olan günümüzün Balkan ülkeleri ile Anadolu'nun batısında ve doğusunda geçen olayları özetleyerek listeledim. Aynı yüzyılın sonlarında da acı olaylar görülüyor. Yirminci yüzyılın başlarında Üsküp'te, Manastır'da, Selanik'te ve Rusçuk'ta mükerrer olaylar görünürken, hemen bunu takip eden yıllarda, Anadolu'da, batısında İzmir'de, Balıkesir'de, Aydın'da ve Denizli'de; doğusunda da, Van'da, Bitlis'te, Erzurum'da ve Kars'ta tekil veya mükerrer olaylar görülüyor. (İlginç olanı, geri dönen kadınsa, unutulan çocuk; unutulan değerli şey malsa, dönen erkek oluyor.)
   Bu listeyi gören dostumun, öyküyü hayali bir zamana ve mekana göre düzenlediğini gördüm. Zamanın ve mekanın, okuyucunun hayal dünyası ve birikimi ile, kendiliğinden belirlenmesiymiş amacı. Yönler ve isimler değişebilirmiş. Öykü şöyle:
   Zarik Gelin, altı aylık bebeğini beleyip emzirdikten sonra uyuttu. Niyeti, vadinin karşı tarafındaki hasta anasını ziyaret etmek ve helalleşmekti.
   Son günlerde evlerde sıkça konuşulan şey, yukarıdan geldiği söylenen Yecüç'lerden güç alarak, çevrelerindeki Mecüç'lerin zulüm ve katliama girişecekleri idi. Mecüç'lere şimdilik güçleri yetiyordu ancak Yecüç'ler gelirse direnmek olanaksızdı. Ak sakallıların planları, yaşlılardan yola dayanamayacakların kalması ve  özellikle gençlerin, kırımdan ve zulümden korunması için, güvenli bölgelere geçirilmesidir. Geçit vermez Felaket Dağları'nın elli kilometre doğusundan dolaşarak gelecek felaketin haberi gelir gelmez yolculuk başlayacaktır.
   Felaket Dağları ile Kurtuluş Dağları arasındaki vadide akan Kanlı çay üzerindeki köprüler atıldığı takdirde, vadinin güneyi şimdilik güvenli görünüyordu. Güneydekiler de ona göre güvenlik planları yapıyorlardı. Ayrıca, güneydeki Kurtuluş Dağları'nın arkasına Osmanlı ordusunun mevzilenmekte oluşu da güven veriyordu.
   Bu konuşmaların ayırdında olan Zarik, kötü olasılıkları düşünerek, anasından, babasından  ve kardeşlerinden helallik almak ve onları dünya gözüyle bir kez daha görmek istemişti.
   "Bebek uyuyor. arasıra kulak kabartıver." diye tembihledi kayınvalidesine. O da dünürüne selam ve selamet dileklerini gönderdi.
   Bu sırada, Kuzeydeki Felaket  dağlarından, Mecüç'lerin rehberliğindeki Yecüç kuvvetleri akmaya ve  buna dayanarak, çevredeki Mecüç taşkınlıkları artmaya başlamıştı. Haber gelir gelmez önceden hazırlıklı olan göç başladı. Zarik Gelinin dönüşü beklenmeyecekti. Bunun yerine, evin küçük oğlu, vadinin karşısına koşturuldu Zarik Gelini almak için. Çatal Kaya'da buluşulacaktı. Evin büyük oğlu Hasan, Zarik'in kocası, plan gereği hanenin hayvanlarını son günlerde o yöreye sürüyordu zaten. Orada buluştuktan sonra, iki saat yürüyüş mesafesindeki bir köprüden Kanlı Çay'ın güneyine geçilecek ve Mecüç tehlikesi olmayan köylerden birisinde, önceden hazırlanmış bir yere yurtlanılarak, gelişmeler izlenecekti.
   Yarım saat yürüyüş sonunda, Çatal Kaya'ya ulaşıldı. Bu arada, gün batmak üzeredir ve kuvvetli kuzey rüzgarı esmeye başlamıştır. İki saattir bebeğinden uzak olan Zarik Gelin, onu kucaklayıp doyurmak istedi. Fakat bebek yoktu. Bebek evde unutulmuştu telaştan.
   Vadide bir ses yankılandı, "Oğlum, oğluuum!" diye inleyen. Dur, gelince Hasan gitsin demeye fırsat bırakmadan, fırladı Zarik karanlığın göbeğine. Tutamadılar, bulamadılar.
   Derler ki, o günden beri, kuvvetli rüzgarlar, o vadide eserken, 'oğluuvm, uuuvm!' diye inlermiş. Halk da o vadiye, Zarik vadisi diyegelmiştir. 

22 Nisan 2016 Cuma

KARANLIK DERİNLEŞTİKÇE

 
KUDUZ KÖPEK KORKUSU
   Haziran sonu, Temmuz ayı ve ötesi... Köyde işlerin adeta aktığı zamanlardır bu zamanlar. Önce arpalar biçilir, arkadan buğday. Biçme işi, adamına göre, hesabına göredir: Kimi tırpanla, kimisi de biçer-desteler makine ile biçer. O arada veya bunu takiben, biçilenler harman yerine taşınacaktır. Bu arada ayrıca,  ineklerin ve koyunların sağılması ve sütün işlenmesi var. Bu insanlar kendileri de üç öğün bir şeyler yiyeceğine göre, ekmek lazım, aş lazım. Keza, ayrıca hayvanlar da beslenecek. Koyunlar meraya çekilse de sığırlar ve atlar için gece yemlemesi gerekir. Daha sayabilirim gerekirse.
   Böyle bir gün, elma fidanlığının veya yoncanın sulaması bitmiş ve sulama düzeni pancar tarlasına kurulacak. İkindi sonrası, harman yerine sap taşıma işine ara verilip motopompun taşınmasına karar verilir . Aslında, sap taşıma işindeki zorunlu bir yer değişikliğine göre  ayarlanmıştır bu iş. A tarlasındaki arpanın taşınması  bitmiştir de B tarlasındaki buğdaya başlanacaktır gibi. Günün geri kalan iki üç saatinde, çoktandır ihmal edilenler halledilecektir. Çamaşır yıkama olabilir, keçeye dönmüş saçların yıkanması olabilir, tehlike sınırındaki ekmek bereketini bütünlemek olabilir, ve saire, ve saire.
   Sözün kısası, pompa düzeni yeni yerine kurulduğunda, güneş iyice yatmıştır batıya. "Bu gün başlamayalım sulamaya." der baba. Bir işi var demek ki. Yoksa, işi düzene soktuktan sonra, sulamayı oğluna bırakıp diğer işlerine giderdi.
   Bir iki şey tembihledikten sonra baba gitti. Oğlu tek başına kaldı pompanın başında. Oğlu mu? Aslında, daha on yaşında bir çocuk o. Evin büyük oğlu olmanın cilvesi işte!. Biraz erken adam yerine konuyor mecburiyetten.
  Günün bu saatinde, genellikle koyun sağımı bitmiştir. Sağım sonunda salınan kuzuların ve koyunların birbirini bulmak için meleşmelerinden anlaşılır bu. Biraz sonra kuzular tekrar ayrılacak ve koyunlar meraya sürülecektir. Koyun sürülerinin harekete geçmesiyle birlikte ebabiller de uçuşmaya başlayacaktır. Sinekler koyunları izlerken ebabiller de sineklerin peşine düşecektir. Birbirine karışan koyun ve ebabil sesleri akşamın habercisidir. Akşamın gelişinin bir diğer işareti de  anadutların, tırmıkların ve ailenin tüm bireylerinin, kağnı üzerinde bir yere sıkışmış olmasıdır. Kuşlar yuvaya dönüyor yani.
   Burada belirtmeden geçemedim. Kağnı deyince öküz arabası sanılmamalı. At arabalarının sap taşımaya uygun hale getirilmişine sap kağnısı deniyor. At arabasının kasası sökülüp şase üzerine, üçe üç metre büyüklüğünde 'delice' denen bir çerçeve yerleştiriliyor. Delice etrafına, her yarım metrede bir, üç metre kadar uzunlukta sırıklar takılmaya uygun delikler var. Sırıklar tepelerinden birbirine bağlanıyor. Delicenin, damperli kamyon kasası gibi arkaya yatabilen bir düzeni var. Harman yerinde işçiliğe gerek duyulmadan sap boşaltılabiliyor kağnı attırılarak.
   Bu arada, gerçek kuşlar, serçeler, kırlangıçlar, leylekler ve benzerleri de yuvaya dönmüştür. Yarasalar (Biz gece kuşu derdik.) dışında uçan canlı yoktur artık. Bir de sivri sinekler...
   Karanlık inerken önce köy görünmez olur, ondan biraz sonra, meradaki koyunlar dışında tüm hayvanların sesleri kesilir. Görülebilen tek şey gökteki yıldızlar, duyulabilen de cırcır böcekleridir. Köyün görüntüsünü ve sesini örten siyah duvar, giderek yaklaşır insanın üstüne doğru, dört bir yandan. 
   Çocuk, her zaman bulundurduğu okunacak bir şey  ile meşgul olduğundan, kendisine doğru yaklaşan karanlık duvarının ayırdında değildir henüz. Harfler seçilemez hale geldiğinde, kafasını kitaptan kaldırır ve anlar ki karanlığın ortasında yalnızdır.
   Karanlık ve yalnızlık bir sorun oluşturmaz amma  görüş azalınca, 'kuduz köpek' korkusu sarar ruhunu. Okumuş olduğu, Pastör'ün kuduz aşısını geliştirme süreci ile ilgili bir metinde, bir çocuğun kuduruşu betimlenmiştir. O günden sonra, köpekten korkmaz amma kuduzdan korkar olmuştur.     
   Bunu hisseder hissetmez pompanın tepesine çıkar ve çömelir. Elinde de boyunun yarısı büyüklüğünde bir boru anahtarı vardır. Kendisini savunacak anlaşılan.
   Karanlık giderek koyulaşmaktadır. Görüş mesafesi giderek kısalmaktadır. Bu saatten sonra gelecek tehlike çok ani olacağından, çocuk gözüyle görmek yerine kulağıyla duymaya yoğunlaşır.
   Gece karanlığında, görüş mesafesi kısalırken, aksine serinlik ve sessizlik etkisiyle duyulabilir ses mesafesi artar.
   Pompanın üstünde tünemek yormuştur. Korkusu da giderek artmaktadır. Zaman da geçmeyi bilmemektedir. Gözü ve kulağı köy yolunda, görmeye veya duymaya çalışır. Pancar tarlasının çevresi buğday tarlasıdır ve henüz biçilmemiştir. Kendisini kuşatılmış hisseder. Kurumuş buğday dalları arasında dolaşan canlıların çıtırtısı ve hafif bir esintide bile buğdayın kendisinden gelen hışırtı, korkuya korku katmaktadır. Buğdayların arasından bir kuduz köpeğin fırlaması an meselesidir sanki.
   Duyulan bir ses veya göz yanılsaması sonucu, "Baba!" diye bağırır iki kez. Birincisi uzun ve titrek, ikincisi tıkanırcasına kısa. Sesi korkuludur ve bir yanıt beklemektedir. Yanıt gelmez. Bir süre sonra, tekrar bağırır: "Baba!" Gene korkulu ve titrek bir ses. Uzaktaki bir çoban köpeğinin ürmesi çocuğun yüreğini hoplatır. Korkuyu hisseden bir çoban, uzaktan  bağırır: "Korkma üleen! Ben buradayım." Tanıdık bir ses değildir.
   "Yatıp sımsıkı sarınsam, kuduz köpek beni dalayamaz." diye düşünür. Aklı yatar bu fikre. Ancak, yatak otuz kırk metre uzaktadır ve karanlık duvarının arkasında kalmıştır. Oraya kadar bir gidebilse!  Bereket yatağın bulunduğu yerin yönünü bilmektedir. Bir koşuda varırım diye düşünür.
   Elindeki İngiliz anahtarını bırakmadan koşar ve yatağı bulur. Vakit geçirmeden yatağı sermek ister. Önce gündüz üste örtülen, gece de yatağın altına serilen çadır bezini (brandayı) açar. Brandanın altından bir ses gelir. Korkuyla, ses gelen noktanın üstünde debelenir. Sonunda ses kesilir. Yatağı serer, yorgana bürünür ve soluna yatar. Sadece burnunun doğrultusunda bir hava tüneli vardır. Bu tünelin açıklığını sol eli kontrol etmektedir. Anında kapatıp 'kuduz köpek ulaşamaz' konuma geçmeye hazırlıklıdır. Son kertede kullanmak üzere de sağ elinde o kocaman anahtarı tutmaktadır.
   Artık rahatlamıştır. Kendini güvende hissetmektedir. Ve... Uyuyup kalır. Babasının gelişini de, getirilen yemeği istemeyişini de, babasının yorganı açıp yanına uzanmasını da hatırlamaz. Rüya görmüş gibidir.
   Bir nedenle uyandığında, boru anahtarını elinin altında bulamaz, yorgan da açılmıştır. Telaşla doğrulur. Anlar ki sabah olmuştur. Dönüp bakar; babası ileride bir yerde hortumları sermektedir. Kabus bitmiştir.
   "Geç mi kaldım? Korktun mu?" demedi baba. Fakat, o hafta perşembe günü, güçlü bir pilli fener getirdi. Gece sulamasında da işe yaraması bir yana, gece görüşü kazandırdığı için ve fener ışığı iyi bir 'köpek savar' olduğundan, çocuk bu fenere çok sevindi. Fenerin odaklanmış ışığına köpeklerin yaklaşamadığı, deneyerek doğrulandı.
   Gece yaygının altından gelen ses mi? Onun, neredeyse serçe büyüklüğünde, göcen denen bir çekirge olduğu, ertesi sabah yatak toplanınca, brandaya yapışan kalıntısından anlaşıldı. 
   


16 Nisan 2016 Cumartesi

KUMRU KUŞU





 
KİM DÖKTÜ?
   Kumru kuşlarını bilirsiniz. İki kişilik dünyaları olan ender kuşlardandır. Bu açıdan, birbirinden ayrılmadan dolaşanlar, özellikle eşler için, 'çifte kumrular' denir.
   Kumruların belirgin bir özelliği de yuva yapmaktaki beceriksizlikleri ve plansızlıklarıdır. Yuva onlara sadece kuluçkaya yattıklarında ve yavru uçuruncaya kadar gereklidir. Diğer zamanlarda yuva aramazlar. Ağaç dallarında, kedilerden uzak yaşarlar.
   Doğal dürtüler harekete geçirdiğinde, yuva yeri aramaya başlarlar ve iki üç çerçöp yerleştirdikten sonra ,yuvayı hazır farzederler ve hemen iki yumurta indirirler. 'yumurta kapıya dayandığında' deyimi onlardan çıkmış sanki. Ön hazırlık yapmakta gecikme hallerinde kullanırız bu deyimi. Kumrulara da tam uyar.
   Yazlığa giden komşunun mutfak penceresinde bıraktığı saksıyı yuva bellediklerini gördüm.
   İyi bir doğa gözlemcisi olan rahmetli anam, kumruların arayışını sezer ve dolaştıkları yerlere, kundura cilası kutusundan veya kavanoz kapaklarından yuvalar hazırlardı. Erik ağacında, üçlü bir çatalın ortasına yerleştirilmiş böyle bir insan yapımı yuva gördüğümde sormuştum. "Bu şaşkınlar, düz tahtanın üstüne iki kibrit çöpü koyar aceleyle yumurtlar. Gözümle gördüm. Yumurtaları düştü. Onun için, sağa sola birkaç yuva hazırladım, dipleri döşekli. Birinden birini seçerler, yumurta kapıya gelince." demişti.
   Kumrularla ilgili bir halk hikayesi vardır. Çocukluğumda çok dinlemişimdir bu öyküyü, değişik zamanlarda ve değişik kişilerden. Öyküde kötü üvey anne geçtiği için, bu öykü konusunda, küçükler ayırdında değildi ancak büyükler dikkatli davranırdı bizim ailede, alınganlık korkusuyla. Çünkü anneannemiz, duygu dünyamızda öyle olmasa da üveydi tanımsal olarak. Ben öğrendiğimde, neredeyse yetişkinliğe adım atmıştım. 
   Benim sürümüm olan öykü şöyle:
   Kadim zamanların birinde, bir adamın gönlünde taht kurmuş olan karısı hakkın rahmetine kavuşmuş. Adamcağız, kalbinde boşalan tahtla  ve birisi kız birisi oğlan iki çocukla kala kalmış.  Evsel meselelerin acemisi olan adamcağız, doğa ve toplum da boş tahtı doldurmaya onu zorladığı için, o zamanlar Eros'un okları bilinmediğinden, mahallenin çöpçatanı harekete geçmiş ve uygun birini tahta oturtmuş.
   Ne var ki, tahtın yeni sahibinin de iki çocuğu varmış ve ne yazık ki, adil ve sevecen birisi değilmiş. Tahta oturanın evde egemen olması nedeniyle, onun çocukları evde has kul olurken, babanın iki çocuğu kapı kulu olmuşlar. En ağır görevler onlara; en güzel ödüller ötekilere. Ceza ve öfke onlara; sevgi ve övgü ötekilere.
   Bir gün bizim çocuklar evde oynarken veya başka bir şey yaparken, yağ testisine çarpmışlar. Testi kırılıp yağ ortalığa dökülünce çocuklar korkudan ne yapacaklarını bilememişler ve kuş olup uçmayı dilemişler. Zavallı çocuklara göksel yardım da gelince kumru olup uçmuşlar ve evlerinin önündeki akasya ağacına konmuşlar. Orada, 'guv-guuvk guuvk' şeklide tekrarlanan bir sesle ötmeye başlamışlar. Kuş dili bilen insanlar bu kumru seslenişini tercüme ettiklerinde,  'yağ döktü, kim döktü, o döktü, kız döktü.' dedikleri anlaşılmış.
   Bize, rahatsız etmeyin zavallıları. Onlar böylesine acılar çeken iki kardeştir derlerdi.
   Başka kuşlara vızır vızır sapan çeken oğlan çocukları, kumrulara, kırlangıçlara ve hacı baba leyleklere hiç yönelmezlerdi. Arada haddini aşan biri çıksa da, onun tez zamanda cezasını çekeceği düşünülürdü.  
   

12 Nisan 2016 Salı

ÇOCUĞUN SÖZLÜĞÜ














ABLA SEN KATİL MİSİN?
   Bir köy düşünün: Yüz elli hanelik olsun, üç aşağı beş yukarı. Devirlerden, henüz şebeke suyunun görülmediği, birkaç varlıklı ailenin avlusundaki tulumba dışında, su gereksiniminin özel veya ortaklaşa kuyulardan sağlandığı bir devir olsun. Benim anlattığım köy açısından bu 1950'li yılların ilk yarısıdır.
  Sekiz on metre derinlik yeterlidir bu köyde sürekli su elde etmek için. Uzun ömürlü olması için kuyu çeperine taş örülür. (Şimdi olsa beton dökerlerdi. Ona da gerek yok: Sondaj yapar santrifüj pompa takarlardı.) Kuyudan kovayla su çekmek için, karşı ağırlığı da olan bir düzen kurulurdu. (Bizim yörede bu düzene seren derler.)
   Köyün meydanlarında birer kuyu bulunur. Bunlardan birisi, 1940'lardan önce olan ve halk arasında koca deprem diye anılan felakette kurumuş ve tekrar canlandırılamamış. Diğerleri halen kullanımdadır o zamanlar. Sürekli kullanım nedeniyle, kuyu yalağının çevresi her zaman çamurludur. Çamur bölgesi kışın genişler, yazın yalak çevresine çekilir. Kuruyan bölgede, hayvan tırnaklarının şekillendirdiği kilden yaprak ve dikitler görülür. Bunların uçları ve kenarları keskin olur. Bunu şunun için anlatıyorum:
   Böyle bir kuyunun civarında oynamakta olan iki çocuk: İbrahim ve ablası Azime. Küçüğü altı, büyüğü sekiz yaş civarında. Bunlar, güzel güzel oynayıp dururken aniden kapışırlar. Çocukların dünyasını, çocukluğunu unutan büyükler anlayamaz. O nedenle kapışmanın nedeni üzerinde durmuyorum. Olan oldu ve İbrahim, yerden, kurumuş balçıktan bir parça koparıp ablasına fırlattı. (Köyde erkek çocukların atacağı taştan sakınacaksın. Çünkü bu konuda eğitimlidirler.) Attığı taş Azime'yi alnından vurdu. İbrahim bunu, ablasının alnında beliren kırmızı boncuktan ve onun acıyla haykırmasından anladı:
   "Gök gözlü katil!" diye bağırdı Azime birkaç kez tekrarlayarak. Bir taraftan da alnını siliyordu eliyle. Eline bulaşan kanı görünce atağa geçti.
   İbrahim gözünün rengini biliyordu, maviydi. Ancak,neden kızınca gök dendiğini anlayamıyordu. Ne zaman birini kızdırsa, 'gök gözlü' deniyordu azarlanırken. Şimdi ayrıca 'katil' eklenmişti buna. Bu da neydi şimdi!
   Azime'nin kendisine doğru fırladığını görünce sözcükler üzerinde düşünmeyi bıraktı. Aksi halde acı birkaç çimdik anlam kazanacaktı yumuşak yerlerinde.
   Birkaç yanıltıcı yön değiştirme sonunda kurtuldu ve köy dışına, çayıra doğru koşmaya başladı. İki şey geçiyordu aklından: Kızlar çayırlarda koşmaktan çekinir. Öyle öğretilmiştir. 'Oğlan çocukları gibi koşup durma oralarda' denmiştir. İkincisi, büyük annesi ve en büyük ablası koştuğu tarafta bir yerde kurtluca dikeni kazıyorlardı sığırlar için. Oraya ulaşabilirse, Azime çayıra çıkmaktan çekinmese bile, onlarca korunacağından emindi. Birinci tahmini tuttu. Köyün ucuna kadar koşan Azime geri döndü. İbrahim geriye dönmedi. Bir köşede pusuya yatmış iki üç çimdik kendisini bekliyor olabilirdi. Tekilcan (teke sakalı) topluyor gibisine büyüklere doğru yürüdü, arasıra arkasına bakarak. Cezanın eninde sonunda kesileceğini biliyordu amma geciktirme her zaman yararlı olurdu.
   Bu olayı daha tam unutmadan, diyelim birkaç gün sonra, dedeler köy odasının verandasında söyleşirlerken, İbrahim de oralı değilmişçesine onları dinliyordu. Çok farklı hallerde, neyse o çok farklı haller, dedesi söyleşiyi keser ve üften püften bir bahaneyle onu uzaklaştırırdı. Bu kez öyle olmamıştı.
Çevre köylerden birinde bir babayiğit öldürülmüş. Haberi anlatan üstüne basarak 'babayiğit' diyordu. 'babayiğit' iyi bir şey olmalı diye düşündü. "Dokuz bıçak atmış." dedi birisi. "Bıçağın birisi boynuna gelmiş." dedi diğeri. "Uzun zamandır diş gıcırdatıyormuş katil." dedi bir diğeri. Diş bilemekteymiş demen istedi belli ki.
   Bunları duyan İbrahim, arkasını etraftakilere döndü ve dişlerini sürttü birbirine birkaç kez. Evet, yeterince basarsa gıcırdıyordu dişi. Demek ki gök gözlü olup dişi gıcırdayanlar katil oluyormuş diye düşündü. Bu saptama huzursuz etti çocuğu. Katil olanların sevilmediği gerçeği, hem o gün ablasının gözlerinden fışkırmış, hem de dedelerin konuşmalarında belirginleşmişti. Sevilmeyen ve uzak durulması gerekli bir kişi oluyordu katil, bu durumda. Dedesinin bir akşam dede-torun ritüellerinden birini atlamasını bile buna yorumladı çocuk. Durumdan da, kendisinden de hoşnut değildi. İçinden çıkamadığı sorunsal ise, anasının ve diğer iki ablasının da mavi gözlü olmasıydı.
   Akşam üzeri, en büyük ablası Meleği yalnız yakalamaya çalıştı İbrahim. O da kendisi gibi mavi gözlüydü ve yetişkindi. Onunla dertleşebilirdi. İki üç gündür içini kemiren derdi, belki de o yıllardır çekiyordu.
   Ablası hissetmişti bir şeyler söylemeye çalıştığını. Etrafında suçlu gibi dolaşmasından belliydi. "Ne var, İbrahim?" dedi. "Bir şey mi söyleyeceksin?"
   "Abla senin de dişlerin gıcırdıyor mu?" diye sordu fırsatı değerlendirerek.
   "Ne var ki bunda! Gıcırdar elbette. Bak." dedi dişlerini çalarak. "Bak işte." dedi. "Duydun mu?" Duymuştu. Bu durumda ablam da katil olmalı diye düşündü ve sordu:
   "Abla sen de katil misin?"
   Melek şaşırdı bir an. İlginçti. "Hayır, ben katil değilim." dedi. "Niye böyle sordun?"
   Bu soru üzerine katil oluşunun öyküsünü anlattı İbrahim. Abla, öğretmen edasında sordu:
   "Sen kimin katili oluyorsun bu durumda?"
   "Azime ablamın." diye yanıtladı İbrahim.
   "Azime yaşıyor amma." dedi Melek ablası. "Senin katil olman için Azime'nin ölmesi gerekirdi. Onu da sen öldürmüş olmalıydın." diye ekledi.
   İbrahim katil olmadığını anladı fakat huzursuzluğu geçmedi. Hatta arttı da denebilir. Kendini tutamayıp sordu:
   "Abla, dedem katil mi?"
   "Ne saçmalıyorsun sen bakayım!" dedi  ablası. Bu kez kızmıştı üstelik.
   "Dedem koçu kesti ya bayramda. Koç ölmedi mi?" dedi İbrahim.

3 Nisan 2016 Pazar

GURBET



süphan dağı-Bitlis
 

MEMLEKET



   İleri derecede kanser acısı çeken Muhittin, ağır ağrı kesicilerin etkisiyle  uykudaydı. Köyden ziyaretine gelen kardeşi Mahmut yatağın kenarında bir sandalyeye oturmuş ağabeyini incelemekteydi. Kederliydi ve umutsuzdu. Kanser vücudu yemiş bitirmiş, alınan ilaçların da etkisiyle, tanınamayacak hale getirmişti kardeşini. Belli ki, Allah'tan umut kesilmez dense de, kardeşi sekaretteydi. Uzun dakikalar sonra gözlerini aralayan Muhittin, önce ıstırabını yutarak kendisini hazırladı ve gülümsemeye çalışarak:
    "Hoş geldin Mahmut, kardeşim." dedi. "Ne iyi ettin de geldin. Özlemiştim"
   "Sağ ol ağa" dedi Mahmut yutkunarak ve duygularını gizlemeye çalışarak. "İyi gördüm seni." diye ekledi, adetten yalan söyleyerek.
   "Değil, öyle değil Mahmut." dedi Muhittin. "Ben biliyorum, kurtuluş yok bu illetten. Bu görüşmemiz sonuncusu olur gibi geliyor bana. Helalleşsek iyi olur."
   "Allah geçinden versin ağam. Hem Allah'tan umut kesilmez demişler, değil mi? Bize  hem ağalık hem de babalık yapan sensin. Sen hakkını helal et. Varsa benden yana helal olsun " dedi Mahmut.
   "Benden yana da helal olsun." dedi Muhittin ağlamaklı 
   "Hak vaki olursa, buraya mı defnedelim yoksa köye mi?" diye sormaktan kendini alamadı Mahmut yersiz olur mu endişesiyle.
   Muhittin uzunca bir süre baktı ve yanıt vermeden gözlerini kapadı. Mahmut onun uyuduğunu sandı. Oysa o, sorulan soru üzerinde düşünmekteydi:
   Anasının dizlerine yaslanmış onu dinliyordu. On yaşındaydı. Mahmut minderde, Fatma beşikte uyuyordu.
   "Güneye baktığımızda Van Denizini, kuzeye bakınca güneşte parlayan Süphan dağının karlı tepesini görürdük." dedi. " Yeşil yamaçlarda hayvanlarımız otlardı. Geçimimiz hayvancılıktandı. Çoktandır beklenmekte olan tehlikenin haberi bir bahar gününün öğleden sonrası gelmişti: Ruslar Süphan'dan aşağı sarkmışlardı. Bu demekti ki beklenen Ermeni taşkınlıkları kaçınılmaz."
   O çetin günleri genç kadın daha önce defalarca anlatmıştı. Kederle ve gözyaşıyla... Bu gün konu, niçin Çivril'e geldiklerine dairdi:
   "Yaşlıların malın mülkün başında kalmasına ve gençlerin ve çocukların batıya kaçmasına karar verildi. İleride durum uygun olursa, geriye gelirsiniz dendi." diye anlattı.
   Kadın o zamanlar daha yirmisine gelmemiş taze gelindi. Kocası da Bitlis Hamidiye alayından terhis bir civan. Küçük kaynı da on üçünde bir günahsız.
   Panikle ve hedefsiz yola çıkarıldılar.
   Malatya civarında birisiyle tanıştılar. O kişi, amacı Çivril'e ulaşmak olan biriydi. Bozgun ortamında bir asker kaçağıydı ve batıya kaçan Kürtlerin arasına karışmayı, hedefine ulaşmakta yararlı bulmuştu.
   Böylece, Çivril'e geldiler. Yolda onlar Çivrilliye kanat germişlerdi ve Çivril'e geldiklerinde de ondan yardım görmüşlerdi.
   Muhittin, Çivril'in Aktepe köyünde doğmuş ve orada yetişmişti. Anasının anlattığı diyar onu heyecanlandırsa da içselleştiremiyordu. Anası kuzeyde Süphan dağı dedikçe o, kuzeydeki Ak Dağ'ı hayal edebiliyordu sadece. Güneydeki Van Gölünün yerine de Işıklı gölü oturuyordu.
   Yetiştiği köyde devlet onlara arazi vermişti. Muhittin, ali okulundaki başarısına istinaden, askerlik dönüşü, köylünün de yardımıyla eğitmenlik kursuna gitmiş ve bir süre de eğitmen olarak çalışmıştı. O köyden evlenmiş ve orada iki çocuk sahibi olmuştu. Köydeki demokratların ocak başkanı da seçilmişti. Muhtar seçimini kazanacak kadar olmasa da köyde itibarı yerinde sayılırdı yani. Annesinin, babasının, amcasının ve bir kardeşinin mezarları da oradaydı.
   İleriki yıllarda, yaşam ona, görünür mazereti küçük oğlunun tahsili olan bir  sürpriz hazırlamıştı ve Denizli şehrine yerleşti. Bir mahallede, hastalanıncaya kadar bir bakkal dükkânı işletti. 
  
   Şimdi ona kalıcı yerleşim tercihini soruyordu kardeşi: Burası mı, köy mü? Doğduğun yer mi, doyduğun yer mi?
   Bir de duyduğum yer var diyemedi. Doğduğu yerle duyduğu yer arasında gitti geldi duyguları, karar veremedi. Boş boş baktı. Mahmut da ona bakıyordu. Uyandı diyerek  sorusunu yineledi Mahmut:
   " Ne dersin ağa? Burası mı, yoksa köy mü?"
   Muhittin sıkıntılı bir şekilde baktı ve "Fark etmez kardeşim. Orası da gurbet. burası da." dedi, bir kaç kez yutkunduktan sonra..
   Bu yanıttan, 'Bu dünya geçici. Esas dünya ahir dünya.' anlamını çıkardı Mahmut.
   Vefat ettiğinde, ne doğduğu yere ne de duyduğu yere defnedildi.
    



.